KAPAK (50)
Mazhar Sığlan

GAMZE GÜLLER’DEN “DURMUŞ SAATLER DÜKKÂNI”

Gamze Güller adını Serkan Türk’ün yönettiği ‘Edebiyat Burada’ kanalı sayesinde duydum. Dolayısıyla kitapları ve şahsıyla tanışmam da aynı vesileyle oldu. Bu anlamda baştan böyle değerli bir yazarı tanıtan Serkan Türk’e teşekkür ederim.

 

Durmuş Saatler Dükkânı bir öykü kitabı. Kitap başlıkları benim için hep bir kapalı kutu olmuştur. Kitap daha başlıktan itibaren -yazar dikkatli bir seçim yapmış- bir okur olarak dikkatimi çekti.

Kitabın adı çağrışım itibariyle “zaman”ı önceliyor. Saat; dinamizmi, akışı, varoluşu, sessizliğe tik taklarla itirazı, döngüyü, ömrü çağrıştırıyor ancak bu durum “durmuş” sıfatıyla başka bir boyut hatta tam tersi bir boyut kazanıyor. Saatle birlikte bu sıfat; durağanlığı, pasifliği ve eylemsizliği dile getiriyor. “Dükkân” ifadesi de yazarın/anlatıcının nasıl oluyor da hikâyelerinde bu kadar çok sesli karakteri başarıyla bir araya getirebildiğini ifade eden başka bir imge olarak karşımıza çıkıyor: birikmişlik, birikim. Sıraladığım bu düşüncelerden hareketle kitabın adı, hikâyelerin tema ve diğer unsurlarıyla uyumlu.
Daha ilk hikâyeden itibaren, benim postmodern beklentilerim karşılanıyor ve doğal olarak umutlanıyorum.
Yazarın merak duygusunun ötesinde klasik hikâye anlayışından farklı bir arayış içinde olduğunu görüyorum. Öyküde başka türlü bir sesim var, diyor özgünlüğünü belirtmek istercesine.
Behçet Necatigil’in ve Oğuz Atay’ın evlerinden birine konuk oluyorsunuz. Bu konukluk, kahramanın yalnızlığı “tek”leştirdiği özgün bir tablo hâline geliyor. Tuhaf seslerin arasında, kahraman bir şey arıyor: kayıp birine duyulan hasretin alışılmamış hâline tanıklık ediyoruz. “Evde biri var ama kim?” Okuyucu, hikâye boyunca dikkatini halüsinasyon gören kahramana veriyor ve kendini tipik bir psikolojik öykünün içinde buluyor.
Sonraki hikâyelerde de durum değişmiyor. Yazar, yarattığı “sorunlu” karakterlerle ilerlemeye devam ediyor.
Buradaki “sorunlu” ifadesini özellikle belirtmemin sebebi, öyküye sıra dışı kahramanların daha çok yakışmasıyla ilgili. Gecikmişlik, uğursuzluk olguları içinde okuyucu ilerliyor. Kurgunun tıkandığı bazı bölümlerde yazarın diline tutunuyorsunuz. Anlatım biçimi, benzetmeler Belalı Gemi’yi size sevdiriyor. Bu canlılık öykülere âdeta hayat veriyor:
“Makine dairesi kıçtaymış. Ali’nin hayatı orada geçiyormuş. Makine lostromosu, yağcılar, siliciler, çarkçılar, Ali… Koca koca pistonlar iner çıkarmış sürekli. Dev borular yılan gibi dolanırmış ortalıkta.”
Nihayet Cafer öyküsüne geliyorum. Ağır ağır ilerleyen, keşfinin tadına vardıkça heyecanlanan okura dönüşüyorum. Başka okurları bilmem ama bu okuma hâli beni iyice kışkırtıyor.
Cafer’de yazar, kimilerinin hep tutunduğu çocuk yanlarımızı masalsı bir gerçeklikle dile getiriyor. Yazarla yaptığımız söyleşi aklıma geliyor bunları yazarken: “Çocukluk günlerimde anneannemin uydurduğu masalları dinlerdim.” Belli ki bu çocukluk deneyimi yazarın kişilik ve yazarlık gelişimi üzerinde etkili olmuş. Tam da bu öyküde Cafer’in yazarın hayal dünyasında “dev”leştiğini görüyoruz. Metinler arasılık terimiyle açıklanacak bir öyküdeyiz artık. Görüntüler üzerinden okunmaması gereken hayatlara, insanlara tanıklık ediyorsunuz.
Bu öyküde ben, birkaç kez durdum. İlkin modern hayatın robotlaştırdığı insanın durumuna üzüldüm.
Cafer, arka mahalle çocuğu ve hep var olma telaşıyla hayatı yakalamaya çalışıyor. Hani göz ucuyla, konforlu alanlarımızdan dışarıya adım attığımızda karşılaştığımız “tuhaf görünümlü çocuklar” vardır. Oysa, asıl modern dünyanın yarattığı “tek tipli/robot” insan formundan bizi içtenliğe, insanlığa davet eden Caferler ve onların aileleri. Bu hikâyeyle hem bu değerler hem de görünenin arkasındaki gerçeği fark ediyorsunuz:
“Yine gittim evlerinin önüne. Daha büyük mü diye bakmak için. Kapısı aynı kapı, damı aynı dam. Pencereleri de bizimkiler gibi. Hiç dev evi gibi değildi. Dev evi nasıl olur, onu da bilmiyordum gerçi.”
Cafer öyküsü, alıntıladığım bölümden de hareketle önyargı temasını etkili anlatıyor. Yazar, çoklu bir analiz biçimiyle geçmişten günümüze süregelen “dev” bir soruna ya da yanlış toplum algısına parmak basıyor.
Burada edebiyatın estetik kaygıların ötesinde bir sorumluluk mekanizmasıyla toplumsal sorunları ele aldığını görüyoruz. Neredeyse her öyküsünde karşılaştığım bu özellik, bu öyküde baskın şekilde görünüyor.
Hayatım Roman, tam bir bürokrasi güzellemesi. Yazarın bazı yazışmalar üzerinden verdiği mesajlar ironik bir yapıya sahip. Önümüze sanki “okur”un da düşüncesini almak için sunulmuş belgeler var. Bu belgeler günümüzde de etkisini koruyan resmî tondaki bürokratik, soğuk tavrı dile getirirken bir yandan da “resmî dil”in insanları ikna etmek ya da ısrarcı tutumlardan/alışkanlıklardan vazgeçirmek için nasıl etkileyici kullanılabileceğini gösteriyor. Keyifle okudum bu hikâyeyi de.
Rüya Tekerleği, yazarın en beğendiğim öykülerinden biri oldu. Oldum olası sıra dışı başlangıçlara, Allanpoevari girişlere önem veren ve hayatın olağan akışına yan çizen anlatımlara hayranlık duyarım. Daha hikâyenin başında kahraman, birden Kafka’nın Gregor Samsa’sı gibi tuhaf düşüncelerle karşımıza çıkıyor. Yabancı birinin dünyayı yeni bir gözle kendinden yola çıkarak değerlendirme biçimine tanıklık ediyoruz.
Bu yabancı kahraman uyku ile uyanıklık arasındaki o yolculukta kendini tanımlamaya, olup bitenleri kavramaya ve salınım hâlindeki bireyin kendisinin de anlam veremediği belirsizliklerle mücadele etmeye başlıyor.
Bireyin varoluşundaki derinliğe rüyalar, karabasanlar ve dengesiz davranışlar da eklenince ister istemez “yabancılık” olgusunun hikâyedeki ağırlığı göze çarpıyor. Mitoloji, psikoloji; bireyin evreninde yepyeni açılımlar sağlayarak öyküyü sonsuz düşünce girdabından acı bir reçeteyle var/yok ediyor: “Gözkapaklarımı kestim.”
Sonsuz Aşk, herhangi bir sebepten dolayı toplumdan dışlanmış kahramanın öyküsü. Bana kalırsa “aşk” sonsuz sıfatını hak eden bir olgu. Yazarın hikâyeyi vücuda getirirken enikonu yoğun bir anlamı “aşk”ın derinliğine, kışkırtıcılığına indirgediğini söylemek lazım. Kısa cümleler, birbirini takip eden sahneler öykü türünde zaten olmazsa olmaz teknikler.
Ancak Gamze Güller nitelikli okura bile çaktırmadan öylesine güzel dil oyunlarıyla bizi şaşırtıyor ki öykünün ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini anlamıyorsunuz.
Işığı Yanan Evler, arayış olgusunun tipik bir yansıması. Anlatıcı, kahraman aracılığıyla toplumun genel yaşama alışkanlığını, kültürünü yansıtıyor. Birlikte yaşam formunun “toplum” denen “hâkim” tarafından onandığını geleneksel “evlilik oyunu” nihayet sevgilinin (kadın) böyle bir ortam içinde kendini bulmasıyla sonuçlanıyor. Sonunda “ışık” görünüyor…
Sonraki öykülerde de yazar, bizi şaşırtmıyor. Aynı duyarlı dil kullanımı, kurguyla birleşip değişik olay örgüleri etrafında zihnime kazınıyor.
Son öykü, kitaba da adını veren Durmuş Saatler Dükkânı. Dikkatli okurun filtresi, son öyküye kadar neden açık olmalı, sorusu bu öyküde cevabını buluyor.
Zaman, mekân, kahramanlar ve olay örgüsü, öykünün temel unsurları olarak karşımıza çıkar. Bu öyküye kadar yazarın bu unsurları kendi akıl ve dil süzgecinden hikâyelere çok iyi serpiştirdiğini gördüm.
Hem bir okur hem de bir edebiyat öğretmeni olarak yazarın, özellikle yazma macerasında en temel malzeme olan “dil”i kullanma konusunda da yıllara dayanan bir yetkinliğe sahip olduğunu söyleyebilirim. Başta belirtmiş olduğum birikmişlik yani işlenecek bir malzemenin varlığı yazarın en büyük imkânı.
Son öykü, bütüncül bakıldığında tüm öykülerin içinden çıktığı bir zaman labirentini çağrıştırıyor. Zaman ile mekân arasında mekik dokuyan insanın bu sarkaçta dalgalanmaları, kayıpları, değişimleri, salınımları iyice gün yüzüne çıkıyor.
Nefise Hanım, kendisiyle röportaj yapmak isteyen genç gazeteciyle “dükkân”da sohbet ediyor. Yazarın ilginç haberler beklentisiyle geldiği dükkân ile sahibi Nefise Hanım arasında özellikle “zaman”ın izleri bağlamında diyaloglar gerçekleşiyor. Ancak kahraman (genç gazeteci) zamanın tortusu, geri getirilemeyeceği, akışkanlığı, iç içeliği (geçmiş, şimdiki zaman) bağlamında yepyeni boyutlar keşfediyor. Çalışmayan saatin tik takları arasında, Nefise Hanım’ın yüzündeki zaman eğrilerini kendi yüzündeki eğrilerle karşılaştırıyor. İşte bu anda Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanı akla geliyor. Yazar, kitaba da adını veren bu öyküyle geç kalmışlık olgusuna parmak basıyor. Geç kalmışlığı, bu anda trajik bir başlangıç gibi görmemizi sağlıyor. Evet Nefise Hanım; gazeteciye acele edilmemesi gerektiğini, hayatın güzelliklerinin ve gerçek yüzünün telaşla fark edilemeyeceğini söylüyor.
İnsanın başka hayatların içinde epistemeolojik ve ontolojik açıdan kendini sorgulamasının öyküsü Durmuş Saatler Dükkânı. Zamanın sinir bozucu sürekliliğiyle olağan akışındaki huzurun arasında gidip gelen insanın kendini sorgulama öyküsü Durmuş Saatler Dükkânı. Bir yanıyla barışık bir yanıyla huzursuz eden zaman’ın Nefise Hanım’ın ilerlemiş yaşıyla ve geri döndürülmeyen geçmişinden getirdiği tortularıyla (raflar, defterler, aksesuarlar, fotoğraflar, resimler, kitaplar vs.) gazetecide sorgulamalar yaptırması… Nihayet gazetecinin dükkândan ayrılıp kendini bir zaman boyutundan gerçek zaman boyutuna atması.
Sonuç itibariyle Durmuş Saatler Dükkânı kendini tekrarlamayan bir kitap. Her öyküde farklı açılımlar sunuyor ve sağlam bir zeminde yol alıyor.
Okur, eğlenceli bir oyunun içinde yer alırken sıkılmıyor. Cümleler doğal akışında ve ne düşünülüyorsa öyle ifade edilmiş. Üslup ile kurgu arasında birbirini dengeleyen, tamamlayan unsurlar alelade değil incelikli bir şekilde verilmiş.
Üzerinde durulması gereken iyi bir kalem, söyledikleri uzun yol yolculuklardan gelip de dinlenmek/dinlenmek için sırasını bekleyen ve beklediğine değer hayat hikâyelerinden oluşuyor.
Okuru ve dinleyeni bol olsun…

 

Diğer kitap analiz yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir