KAPAK (49)
Berrin Yelkenbiçer

STEFAN ZWEIG’IN GÜNLÜKLERİ

Her ne kadar güzel beyaz bir cildin içine girip kitap raflarına çıksa da insan bir günlüğün kapağını kaldırdığında, yakalanma korkusunu bastırmaya çalışıp usulca iki yanına bakınıyor.

Kısa ve uzun öykülerini, romanlarını okumaya doyamadığım Avusturyalı yazar Stefan Zweig’ın Günlükler’ini her elime aldığımda bu duyguyla mücadele ettim. Zihnim ancak kitabı yarılayıp dünya savaşlarının dehşetini okumaya devam ettikçe gizli saklı bir şey yapmadığına ikna oldu.

Kitabın çevirmeni İlknur Özdemir’in sunuşta belirttiği üzere Stefan Zweig’ın “günlüğüne yazdıkları, çoğu kez kişisel ya da siyasal bir değişim anına duyduğu tepkiyi o anda dile getirmekti; bunu yaparken özgür, kendisiyle baş başa ve yalnız olduğunun bilincinde olarak, salt düşüncelerini sayfalara geçirmek amacını taşıyordu.”
O zaman bu öznel düşünceleri okurken kapıldığım yanlış bir şey yaptığıma dair hafif suçluluk duygusu boşuna olmasa gerek.
Zweig 1881 yılında Viyana’da varlıklı bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş ve gençlik yılları Avrupa’nın ‘altın güvenlik çağı’ olarak nitelendirilebilecek bir dönemde geçmiş. Viyana tam bir barış kentiymiş ve Yahudiler, Yahudi oldukları için okulda da toplum yaşamında da hor görülmüyorlarmış.
Zweig’ın serveti, çalışmadan yaşamasına, istediği gibi gezmesine izin vermiş ki dünya savaşlarına rağmen çıktığı seyahatler, çok değerli yazar ve şairlerle kurduğu dostlular, ruhunu ve zihnini besleyen operalar, tiyatrolar, konferanslar özellikle 1920-1930 yılları arasında edebiyat kariyerinin zirvesine ulaşmasını sağlamış.
“Gençlik yıllarımın en güzel çalışması, dönemin en yaratıcı kişileriyle kurduğum ilişkiler ve dostluklardır” diyen Zweig’ın Günlükler’i 1912 yılında böyle bir atmosferde Paris’te başlıyor. Önceleri gece eğlencelerini, tiyatroları, dostlarla buluşmaları, edebiyat çalışmalarını, çapkınlıklarını okuyoruz. Erotizme ve cinselliğe düşkün, özellikle sokak kadınları, fahişelerle günü birlik ilişkiler yaşayan Zweig bu serüvenlerine notlarında yer veriyor.
Sonra ilk dünya savaşının ayak sesleri duyulmaya başlıyor.
O dönemde Viyana’da olan Zweig hem gün gün dünyanın politik gündemini aktarıyor hem de çalışmalarına devam ediyor. Savaş dönemini de ağırlıklı olarak Viyana’da geçiriyor. O dönemde Yahudi kimliğiyle ilgili herhangi bir sıkıntı yaşamadığı gibi savaşın kazanılması gerektiğine dair fikirler öne sürüyor. Ne zaman ki gazeteci kimliğiyle Galiçya cephesine bir seyahate çıkıyor işte o zaman gerçeklerle yüzleşiyor ve savaş hakkındaki fikirleri değişmeye başlıyor.
1917-1918 yıllarını konferanslar vermek üzere İsviçre’de geçiriyor. İsviçre her ne kadar tarafsız olsa da ülkeyi günlüklerinde şöyle eleştiriyor:
“Ne tuhaf: İnsanların uzaktan İsviçre’de özgürlük olarak gördükleri şey burada bambaşka görülüyor. İnsanlar hep birlikte bir kulenin tepesinde oturuyorlar, soyutlanmış, kopmuş, hatta kaybolmuş olarak. Burası, bu ufacık toprak parçası da bir hapishane. Ruhsal varlıklarında Robinson tarzı bir şeyler var.”
 Yaşananları gördükçe, tanık oldukça savaş karşıtı düşünceleri iyice pekişiyor.
Bir gün günlüğüne “İnsanların savaştan spordan hoşlanır gibi hoşlanmaları beni tiksindiriyor” diye yazıyor. Bir başka gün “İnsanlık kendi içine kapanmış durumda, tek varlık olarak hissettiği yalnızca kendisi. Acıma, öfke, bütün bunlar hızını kesmiş, güçlü olan, yalnızca temel olan duygu can korkusu, en soylu duygunun, yaşama aşkının karanlık gölgesi” olduğunu söylüyor.
O dönemde Avrupa’yı kasıp kavuran, günde kırk bin kişinin yaşamına mal olan grip salgınının dehşetini şu sözlerle tarihe not düşüyor:
“Tıpkı savaştaki gibi bana bir şey olmaz duygusuna kapılıyor insan ama her köşe başında hastalığın hayaletini pusuya yatmış olarak düşünmek ne kadar rahatsız edici.”
Savaşın dehşeti ve arzuladığı kadar üretememek Zweig’’ı derin bir melankoliye ve karamsarlığa sürüklemeye başlıyor.
Bazı günler “Hayat nasıl da bolluk ve çeşitlilik sunuyor. Burada şunu hissediyorum: ellerimizi yukarı kaldırıp her gün önümüze çıkan şeylerin bir bölümünü yakalamamız yeterli. İnsan en derindekini istemedikçe, yüzeydekilerle yetindikçe bir şeyler bulup ortaya çıkarmak gerçekten gereksiz oluyor” diye yazıyor.
Bir başka gün “Dış yüzeyleriyle yaşayan, içleriyse bomboş olan insanlar görmek ne acı. Üstelik bu insanlar zamanımızın sözü geçen kişileri” ya da “Alt tabakanın bu kadar ahmak olduğunu bilmezdim, nerede olurlarsa olsunlar, söylenenleri hiç düşünmeden papağan gibi yineliyorlar. Bence seçkinlerden başka kimse kalmadı artık. İnsanlara karşı düşündüğüm tiksintiyi tanımlamak olanaksız, herkesten kaçıyorum” diye yazıp sadece kitaplar ve sessizliğe sığınıyor.
Günlüklerine dönem dönem ara verip tekrar başlıyor.
İlk dünya savaşından sonra artık dünya çapında tanınan bir yazar olarak çıktığı New York, Brezilya ve Arjantin seyahatlerini, verdiği konferansları ve nasıl ağırlandığını anlattığı döneme şöyle bir not düşüyor:
“Öncelikle şunun farkına vardım ki halk önüne çıkmanın her çeşidine duyduğum korku gitgide artmakta, bu korkuyu yenemeyeceğim, bundan sonra halkın önüne çıkmayacağım, çıkmak da istemiyorum, büyük başarı kazanma yolundaki yarıştan da çekilmem gerek, ben artık sonucu önemli olmayan kişisel işler yapmalıyım, biyografik çalışmaları bir yana bırakmalıyım, dikkatimi toplamaya çalışmalıyım, benim için en uygun çalışma bir roman yazmak, oysa şiir ya da drama yazmayı daha çok istiyorum.”
Yükselen nasyonal sosyalizmin etkisiyle yeni bir dünya savaşının yaklaşmaya başladığını hisseden Zweig, bu sefer yıkımın çok daha büyük olacağından endişeleniyor.
Yahudi kimliği de artık sorun olmaya başlıyor. 1933 yılında Gestapo’nun eserlerini yakmasıyla Londra’ya yerleşiyor ama İngiliz vatandaşlığı almak için uğraşırken günlüğüne “Buradaki durumum iğrenç; soyutlandım, düşüncelerimi ifade edecek olanağım ve fırsatım yok” diye yazıyor.
Günlükler, İngiltere’den Brezilya’ya gitmek için uğraşılarını anlatmasıyla bitiyor. Ama biz biliyoruz ki “Hayatıma yeni bir şey katılmadıkça kurur giderim ben” diyen Stefan Zweig, ikinci dünya savaşı birinci yılını doldurmadan önce bir daha dönmemek üzere Brezilya’ya gidiyor ve orada karısı Lotte’yle birlikte intihar ediyor.
İntihar mektubuna “Artık güneşin doğmasını bekleyecek gücüm kalmadı ama siz doğacak güneşi mutlaka bekleyiniz” diye yazıyor.
Romain Rolland, Rainer Maria Rilke, Herman Hesse, James Joyce, Sigmund Freud gibi dönemin şair, yazar ve entelektüelleriyle dostluklar kuran bu üretken yazarın iç dünyasına sızarak hem o müthiş eserlerin ortaya çıkış hikâyelerine hem de iki dünya savaşı yıllarının siyasetine, günlük hayatına ama en çok da dehşetine tanıklık etmek için Günlükler’i okumak, doğacak güneşi beklemeye devam ederken bize yoldaş olacaktır.

Diğer kitap analiz yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir