????????????????????????????????????
Sude Yenin

İNKİSAR

Bugün hava ılımandı. Güneş kavurucu değildi ama güzel ısıtıyordu. Kışın rehavetine kapıldığım zamanları geride bıraktığıma seviniyordum. Mevsim geçişleri ve o boğuculuk ruhumu da daraltıyordu sanki. Durmaya, durulmaya olan ihtiyacımın arttığı vakitler çoğunlukla kışa denk geliyordu. Bir de iç sıkıntısı vardı ki, işte onu hiç sormayın. Ruhumu göçebe gibi hissettiren bu duyguyu hâlâ tam olarak tanımlayamıyorum. Kapımı ansızın çalan bir misafir misali; beklenmedik, öylece çıkagelen…

İzin almadan, kalbimde konaklayan his hep bir yerlerde karşıma çıkıyor. Bazen sohbet ettiğim birinin yüzünde, bazen ise çevremi incelediğim sırada başka bir canlının gözlerinde. Bağlanmayı sevmeyen bir insan olmama rağmen gönlümde suskun olan tarafımın ihaneti beni mahvediyor. ‘Halı altına süpürmek’ diye bir deyim vardır, bilmem bilir misiniz? İnsanlar sırf bu yüzden görmek istemedikleri şeyleri ertelerler, yok sayarlar. Lâl olan yüreğin de bunu yapması gerekmez mi? Sessizce kabuğuna çekilip susmaya devam etmeli öyle anlarda.
Şu anda bulunduğum yere de o hissiyat ile geldim. Konak’ta bir kafede saatlerdir oturuyorum; damla sakızlı Türk kahvemi içtim, yanında da iki tane küçük ekler yedim. Oturduğum masaya bembeyaz tüyleri olan bir kedi geldi, onu sevdim. Tüylerini okşarken buldum birden kendimi, biraz da onunla dertleştim. Öyle güzel, öyle sade bir görüntü oluştu ki kedi bile en sonunda uyuyuverdi yanı başımda. Dertleri derya deniz olan bir insana göre, bu anlattıklarım muhtemelen günlük sıkıntı sayılabilecek kadar küçük şeyler. Çünkü yaralı insanların içinde öyle bir ateş vardır ki, çırası büyürse eğer herkesi yakabilir.
Konservatuvar tiyatro bölümü öğrencisi, son sınıftayım. Girdiğim yetenek sınavında bile jest ve mimikleri kontrol altına alabilen, soğukkanlı yapıda olan bir insanım. Görünmez bir kalkanın içinde yaşıyorum yıllardır. Bundandır ki, maske yaratabilmek ve rol yapmak benim için oldukça kolay. Lâkin olmadığım biri gibi davranmak en zor olanı. Oluşturduğum bu kalkanda yıllardır yalnızım. Anlaşılmadığını hissettiği an, insanın yalnızlığı asıl o zaman başlıyor. Kendi hikâyenin başrolünü oynarken, farkında olmadan figüran rolüne düşürüyor birden hayat seni. Tam olarak ne iyisin, ne de kötü. Araf’ta bir yerlerde dolaşıyorsun, fakat nerede?
Yanımdan hiç ayırmadığım krafton defterimi çantamdan çıkardım. Günlük tutmayı seven bir insan hiç olmadım, olamadım. Tezat bir şekilde de yaşamımda bana iz bırakan şeyleri not etmeyi seviyorum. Bir kuş özgürlüğünü de heybesine sırtlamış uçarken semalara doğru, onun yerinde olsam ben ne hissederdim acaba, ilk nereye çırpardım kanatlarımı, diye soruyorum kendime. Daha güneye mi, yoksa kutuplara doğru mu olurdu ilk yolculuğum? Ya da bir yelkenli olup kıyıları mı gezerdim hep? Hayâl kurdum, düşündüm. Yüzümde buruk bir tebessüm ile izledim gökyüzünde süzülüşünü. Elimdeki mürekkep kalem lekeledi beyaz sayfaları, yazacak bir şey bulamadım. Yutkundum, boğazım düğüm düğüm oldu.
İnkisardı aslında bu duruma kullanacağım ilk kelime. Süslü cümleleri, beyhude yer kaplayacak sözleri sevmem. Altını çizecek cümleler gerek insana, kendini özdeşleştirecek kimlikler. Fazla bilinmeyen kelimeleri araştırırım, özümserim ben de bıraktığı duyguyu. Nihayet buldum yazacağım o vurucu kelimeleri: İnkisar-ı hayâl. Hayâl kırıklığı, düş aldanmacası. Bilinmezlik ile boğuştuğum uzun saatlerin ardından, hissettiklerimi anlatacak kelimeleri bulmuştum sonunda. Kedi bile bu aydınlanmayı yaşamıştı sanki, bir anda irkilerek uyandı. İnsan çevresini rahatlıkla kandırabilir, yalanlar söyleyebilir. Ben de çok kandım, bu yüzden de çok kanadım. Amma velâkin kendini kandıramaz. Kalp o an susmaz bir kere, tüm uzuvları harekete geçer insanın. Beyin düşünmeden duramaz, gönül o kabukta yaşayamaz; çatlar, en sonunda da kırılır. Oluk oluk fışkırır firar eden o duygular.
Defterimi kapattım, kedi çoktan kalkıp gitmişti yanımdan. Onun da gideceği başka maceraları vardı hayatında. Hesabı ödeyip çıktım derin düşüncelere daldığım bu kafeden. Yürüdüm, yürüdüm… Saat Kulesi’nin oraya vardığımda anladım kafamın ne kadar dağınık olduğunu. Kulenin basamaklarına oturmak geldi içimden, nedensiz. Pekâlâ, denizi de izleyerek kafamı dağıtabilirdim ama öyle yapmak istemedim. Kulaklığımı da nereye gitsem mutlaka yanımda götürürdüm. Şarkı dinlemek ruhumu besliyordu, beni büyütüyordu. Acı ile harmanlanan benliğimi doyuruyordu, iyi geliyordu kısaca. Ağlayarak değil de şarkıya sığınarak atlattım bunca zamandır geçen kara günlerimi. Gözyaşım aktığında da bunu bir yenilgi olarak görmedim hiçbir zaman. Tam tersi, kabulleniştir gözyaşı. İlk aldatıldığım zaman bile ağlamadım ben.
Bilirdim ki güven yapımı zor, yıkımıysa kolay bir duygu. Bilirdim ki “Yüreğinden bir parça, verir misin bana?’’ dediğim adamın, gün geldiği zaman yüreğinin parçası değil de kırabileceği eşyalardan bir farkım olmayacağıydı. Hissikablelvuku işte. Etrafta çiçekler açıp baharı ve umudu müjdelediği vakit benim çiçeklerim solmuştu. Telefonumun çalışıyla beraber zaman tanıdım bir süre kendime. Hiçbir şey olmamış gibi her şeyi sindirerek devam ediyordu herkes hayatına neticede. İyi değildi kimse ama çaktırmadan iyiymiş gibi yapıyorlardı. -Miş gibi yapıyorduk hepimiz, bir eke sığdırıyorduk kalp kırıklıklarımızı. Ne acı ama!
Ekranıma baktığımda, en yakın arkadaşım olan Defne’nin aradığını görmem beni şaşırtmadı. Onunla aramdaki bağ güçlüydü; kardeş kavramını bütünleştirdiğim, hayatımda olmayan duyguyu bana veren nadir insanlardan biriydi o da. Derin bir nefes alıp cevapladım aramasını.
“Efendim?’’
Sesimi ne kadar canlı tutmak istesem de öyle çıkmadı. Bezgin ve yorgun olan ruh hâlimin yansımasıydı.
“Kızım neredesin sen saatledir? Rahatsız etmek istemezdim ama Barlas Hoca son anda okul grubuna bir yazı yazmış. Ertelediği dersi bugün akşama koymuş, eğer gelmezsek hiç acımadan dersten bırakacağını söyledi.’’
Sevdiğim bölümümde bile bazen içimi sıkıntı kaplıyordu. Provalardan önce, oyun yazmaya çalışırken veyahut da vizelere hazırlanırken.
Şişirdiğim nefesimi bıraktım. Bugün bedenim özgürdü, ruhum tutsaktı sadece. Hissetmek istemediğim duyguların esiri olmuştu bugün, o kadar.
“Tamam, sen biraz idare et. Geleceğim birazdan.’’
“Neredesin ki sen?’’
Sesinin sorgular gibi çıkan tınısı sinirimi bozmak yerine iyi geliyordu bana. Hesap vermekten hoşlanmayan yanım, Defne’ye karşı yumuşaktı. Kaşlarını çattığını görmem için yanında olmama gerek yoktu, buradan bile hissettiriyordu kendini.
“Konak’tayım, işim vardı. Az sonra Karşıyaka’ya geçeceğim.’’
“Tamam, geldiğinde alacağım senin ifadeni. Dikkat et.’’
Ve hat kapandı. O göremese de kafamı salladım; onu onaylamak için değil de kendimi toparlamak için bedenime gönderdiğim bir uyarı gibiydi bu. Kalktım basamaklardan, Karşıyaka’ya geçmek için vapura doğru yürümeye başladım. Son zamanlarda en sık yaptığım şeylerden biriydi yürüyüş. Yeniden iyi olacaktım, yine görmezden gelecektim ve döngü tamamlanacaktı. Umudum yitikti belki ama ben yenik değildim. Henüz. Tıpkı savaşçılar gibi dayanacaktım hayata, boyun eğmeyecektim yaşadıklarıma. Mâziye set çekerek, yeni yollara adım atacaktım artık.

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir