TUHAF
“Yaptığım hatayı normalleştir, hata olmaktan çıksın. Kaderin hanesine yaz.”
“Yapamam. Öldürdün.”
“Sen ölüyü diriltensin.”
“Her durumda değil.”
“Neden, senin her şeye gücün yeter.”
“Ne sandın sen beni Tanrı mı?”
“Neden olmasın!”
Kelimelerin gücüne her zaman inandım. Elbet bir gün olacak. O gün gelecek ve ben yazdıklarımla çıkacağım insanların karşısına. Kupkuru bir bankacı değil, yazar! Hep bir ihtimal daha olmaz mı? Şarkıdaki gibi, olmaz mı? Ölür gider miyim? Geride bıraktığım koca bir hiçlikle. Demek bensiz de döndü dünya.
Zaman kendinden beklenileni yaptı, dengeledi acıyı, yokluğu, bekleyişi. Her kayıp olgunluk olarak döndü. Ben meyve değilim, olgunlaşmak istemiyorum diyemedi insan. Önce insan olduk, sonra kadın, erkek, ana, baba, oğul, kardeş. Efendi’ye sorarsan önce Âdem, sonra Havva, Kabil ile Habil…
Daktiloda yazıyor olsam kâğıdı havalı bir şekilde çıkartır, yırtar atardım. Bir tuşa basmak kolay, bas ve sil. Hiç olmamışçasına yokluğa karışsınlar. Unut tüm yazdıklarını. Senin payına düşen, yazdıklarını kimse okumadan silmek. Gerçekte kafanın içindekilerle yazdıkların örtüşmüyor. Senden çıkanlar, kelimeler, cümleler sana değmiyor bile. Nasıl başkalarını etkilesin? Onlar öykünmelerden ibaret. Neredeyse her okuduğun kitaptan etkilenip yazmaya çalışıyorsun. Kimsin sen? Zavallı bir taklitçi! Nesneler dünyasına ait herhangi bir şey.
İpek giysisi sol omzundan düşmüş, göğsünün üzerinden akıyor. Bir eliyle giysisinin eteklerini toplamış, uzun bir elbise bu, eski zamanların modeli, saçları gevşek topuzla toplanmış, omuzlarının mermer beyazlığı ortada. Boşta kalan eliyle bir kapıyı aralıyor kadın. Ona sadece kadın dememeli, Güzel Kadın olsun adı. Kapının aralandığı yerden görünen, güllerle donatılmış bahçe ve sütunlar. Ahşap kapıya ne demeli, ağır olduğu her halinden belli, öyle ağır ki Güzel Kadın zorlanıyor açmaya. Süslemeleri göz alıcı, ortasında dönem itibarıyla bir melek yüzü. Güzel Kadın endişeli görünüyor, birilerinden kaçarken saklanacak bir yer arıyor.
Ya sonra? Fincanda kahve soğudu. Kalırsın böyle. Hayalin seni bir yere götürmedi değil mi? Güzel kadınlara aldanma. Bırak oğlum bu işleri. Çık dışarı, gez, dolaş, sinemaya git, kızlarla takıl. Zihnini uyuşturan müzikler dinle, dans et. Eee, git başımdan, annem misin be! Hadi küfret, herkes gibi, basit küfürler et, rahatla.
Kadın kapıyı araladı. Kadim zamanlarda inşa edilmiş sütunlar arasında ilerledi. Güller toprak küplerde boy vermişti. Ayağının altındaki sert zeminli yol sıcaktı, sandaletlerinden ateş yükselecekti neredeyse. Böyle hayal etmemişti, cennet bahçesi denmişti, bir yanlışlık olmalıydı. Etrafına bakındı, belki başka bir kapıdan daha geçmesi gerekiyordu. Sütunların arasında dolaştı, onların gölgesinde nefeslendi. Ortalıkta başka bir kapı görünmüyordu. Kuşlar, kelebekler, rengârenk çiçekler, bolluk bereket hani? Bu kimin cenneti?
Var olan bir durumu yokmuş gibi varsaymasını istedi kocası. O da öyle yaptı. Bir süre. Sonra öleyim dedi, ölemedi. Ölmek kolay gözükmüştü gözüne, denedikçe zorlaştı. Zehir içti, içi almadı hemen kustu, kendini astı, ip koptu. O zamanlar “bir yar sevdim, el aldı” şarkısı henüz bilinmiyordu, bilinse yol boyu söylerdi.
Vaat edilen cenneti bulmaktan başka çaresi kalmamıştı. Günahkâr değildi; başlamadan bitmişti. O güzelim sevda elle tutulur olsa günahkâr olacaktı öyle mi? Ya hayaller, gündüz düşleri, mırıl mırıl söylenmeleri, iç çekişleri, ahlar… Hepsini kendine saklamıştı. Ona uzatılan eli görmezden gelmişti, tıpkı kocasının sorunlarını yok sayması gibi. Gitmek istediğini kaç defa söylemişti, sesini duyuramamıştı. Bir gün kutsal yerlerden birinde adak adarken kulağına çarpmıştı, cennet bahçesi diye bir yer, mutsuzları mutlu eder. Nasıl mı? O bahçeden koparıp evine getireceğin bir çiçek tüm sorunlarını yok edecek. Çiçeği yedi gün soldurmayacaksın ama. Suya da koymayacaksın, evinde, görünen bir yerde duracak. Solarsa mutluluğu unut.
Bulamadı. Belki böyle bir yer hiç olmadı, kandırıldı. Şimdi ne yapmalı, evinin taş duvarlarına mı dönmeli yoksa içindeki sevgiye doğru mu yol almalı? Ya da kaçmalı, uzaklara, yeni bir yaşama… Kafası karıştı Güzel Kadın’ın. Uzun zamandır kendi başına karar alamamasıdır buna sebep, sanki kafasının içi dolambaçlı yollarla doluydu ve o yolunu bulmakta zorlanıyordu. Labirentin ne olduğunu bilse labirent faresi olduğunu düşünecekti, peynirin kokusunu alıyor ama peynire bir türlü ulaşamıyordu.
Çaresizlikle bir sütunun gölgesine yığıldı. İçi geçti.
İşte beklenen rüya sahnesi! Oradan çiçekli böcekli bir rüya seç. Elbette rüya görecek, şu ilk sayfada yazdıklarım, onlar Tanrı ile konuşması olsun. Ama orada “Öldürdün” yazıyordu. Kocasını öldürmüş olsun. Nasıl? Bir cinnet anında, şimdi hatırlamıyor, kocasının yataktaki ölü bedenini unuttu, onu boğarak öldürdüğünü, uyuyor sanıyordu evden çıkarken. İlginç bir hâl alıyor yazdıkların. Yazdıklarım. Şimdi ne olacak, düşün, düşün, düşün…
Uyandığında hava kararmak üzereydi. Hafif bir esinti çıkmıştı, ürperdi. Huzursuzdu, buna rüyasının neden olduğunu biliyordu, ayrıntıları hatırlamaya çalıştıkça elinde kalan, koca bir boşluktu. Parlak asalı yaşlı bir adamla konuşuyordu, yaşlı adam kızıyor muydu yoksa öğüt mü veriyordu, neden tedirgin olmuştu? Hem neden evinde değil de bilmediği bir yerde uyumuştu, kocası mutlaka merak etmiştir, eve gidince bir dolu azar işitecekti. Bağırmalarını kanıksamıştı artık, vurmasa sorun değildi de eli ağırdı biraz. Birden ansıdı, kocası, kocası yoktu artık, onu öldürmüştü.
Yoruldum yazmaktan, yarına kalsın sonu. Bir son olacak mı, emin değilim, şimdi tek isteğim biraz uzanmak.
Gözümü açtım kapadım, karşımda. Henüz uykuya dalmadım bile, düş olamaz, kendimdeyim. Olacağı buydu, sıyırdın. Bana bakıyor.
“Hayır! Hayır! Senin gerçek olmana imkân yok!”
“Birleşik ruhlar cehenneminden kaçtım.”
“Buna inanamam, henüz içmedim bile!”
“Dokunmak ister misin?”
“Dokunmasam daha iyi.”
Ne kadar güzel, teni ışıldıyor. Ya o gözler… Toparlan!
“Gerçekliğini kabullendim diyelim. Anlat, neden buradasın?”
“Kimsenin karısı, annesi olmak istememiştim, sadece kendim olarak kalacaktım. Buna izin vermediler. Bu arada içerisi ne kadar dağınık. Toplamama izin ver.”
“Dur biraz, kendin ol! Çok güzelsin.”
“Bilmiyorum, bedenimin nasıl göründüğünden haberim yok.”
“Aynaya bakabilirsin. Şu işe bak, ayna diyorum, seninle nasıl olup da konuşabiliyorum asıl mesele bu!”
“Şaşırma, doğaüstü yaşantılar sık görülür bizim oralarda. Bu bir kâbus değil, korkmana gerek yok.”
“Bir kâbusta olamayacak kadar güzelsin.”
“Kocamı öldürdüm.”
“Biliyorum.”
“Bana yardım et.”
“Nasıl?”
“Beni eve götür, kocamı göm.”
“Evin nerede, nasıl gideceğiz oraya, ışınlanarak mı?”
“Yürüyerek. Surların içinde, bostanlara yakın…”
“Yeter artık saçmaladığım. Bak şimdi ben biraz uyuyacağım ve uyandığımda sen burada olmayacaksın.”
“Uyu sen, ben de çorba pişireyim. Toprağı kazmadan önce gücünü toplamalısın. Pek bir çelimsiz gözüktün gözüme.”
Sonrası bulanık. Zihnimi toparladığımda üzerine uzandığım kanepeyi hissettim. Üzerime örtülmüş pikeyi fark ettim. Burnumda tereyağında yakılmış nane kokusu. Gözlerimi açmaya korkuyorum.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.