KAPAK (35)
Sülbiye Yıldırım

ZWEIG’IN SATRANÇ USTALARI

“Dr. B, Mirko Czentovic ve Robert Fischer”

Stefan Zweig, Goethe’nin klasik öykü kuramının etkisinde yapıtlarını oluşturan yazarlardan. Öykülerinin konularını hayatın içinden seçer ama onları güçlü kılan ve sürükleyiciliğini sağlayan çatışmayı, çatışmanın yarattığı gerilimi öykü sonuna dek hep diri tutar. Hem üslubu hem de psikolojik anlamda yarattığı güçlü karakterleri, hayatın doğal akışındaki olaylardan seçtiği konularının ilginç hale gelmesini sağlayan öğelerdir. Hümanizm felsefesinin etkilerini yansıtan öykülerinde ana izlek insan sevgisidir.

 

Gorki, Zweig’ın öykülerinin Rusça basımına yazdığı önsözde şöyle der:

“Sanıyorum ondan önce başka hiç kimse, böylesine etkili, böylesine şaşırtıcı bir yumuşaklıkla, insana sevgiyi anlatmadı.”
Stefan Zweig’ın güçlü karakterler yaratabilmesinin nedeni psikolojiye duyduğu ilgidir.
Psikolojik derinliği yaratmadaki başarısı biyografik yapıtlarını da güçlü kılar. Çalışmalarını yakından izlediği Freud’a, bazı öykülerini gönderdiğini, onun görüşleri doğrultusunda düzeltmeler yaptığını, mektuplaşmalarından okumaktayız.
“Yapıtlarınız içinde severek okuduğum Jeremias ve Karışık Duygular’da üstün değerlere sahip insanın iç dünyasının derinliğini nasıl zevkle okuduğumu, bazı antik heykellerin gövdelerini saran şeffaf elbiseler gibi düşünceye şekil veren ustalıklı dilinize nasıl hayran olduğumu size söylemek benim için bir gereksinim.”**
Bu sözleriyle Freud, bir mektubunda Zweig’a övgüler yağdırmıştır. Karakter yaratmadaki başarısı büyük bir okur kitlesini kazanmasının, hatta çağının en çok okunan Alman yazarı olmasının nedenlerinden biri olarak kabul edilir.

 

Satranç, Zweig’ın İkinci Dünya Savaşının ve faşizmin yol açtığı insanlık dramından yola çıkarak yazdığı bir öyküdür.
Öykünün odağında Nazilerin entelektüel Yahudilere uyguladığı tecrit işkencesi yer alır. Ana karakterlerimizden biri olan Dr. B. Yahudi bir avukattır. Aileden gelen bir gelenekle, imparator ailesinin mallarının korunması ve sağlam yatırımlarda değerlendirilmesi işlerine bakmaktadır. Nazilerin Avusturya’yı işgal etmeleriyle tutuklanır ve bir otel odasında tecride mahkûm edilir. Sıcak ve konforlu olan bu odada sadece yatak ve lavabo vardır. Gri bir duvardan başka bir yerin görülmediği demir parmaklıklı penceresi ve ne zaman açılacağı belli olmayan kapısıyla bu odada, dünyayla bütün bağları kesik tutulmaktadır.
Bu çırılçıplak odada hiçliğe mahkûm edilmiş bir adamın ve işkenceye dönüşen bir bekleme sürecinin anlatıldığı öyküde Zweig, Dr. B.’nin tesadüfen eline geçirdiği satranç kitabıyla hayata tutunmasını ve işkenceye direnişini anlatıyor.
Öykü, savaş zamanında New York’tan Buenos Aires’e gitmekte olan bir yolcu gemisindeki satranç mücadelesiyle başlar. Faşizmin insan üzerindeki yıkıcı etkilerinin ve savaş ekonomisinin yarattığı yeni sosyal sınıfların temsilcileri olan yolcular ve onların davranışları öykünün örgüsünü oluşturmaktadır. Bu örgü içerisinde, Dr. B.’nin, Gestapo’nun uyguladığı işkenceye göğüs germek için kendi benliğine karşı kıyasıya rekabete girdiği satranç oyunu ana izlektir.
Öykünün omurgasını ise Dr. B.’nin seyahat sırasında Mirko Czentovic ile gemide oynadığı satranç oyunu oluşturur.
Öykünün iki ana karakterinden biri olan Mirko Czentovic küçük yaşta annesini ve babasını kaybeden, öğrenme güçlüğü çeken, dikkatsiz, ağırcanlı, yaşıtlarıyla ilişki kurmaktan kaçınan, asosyal, az konuşan, kendisinden istenenin ötesinde hiçbir şey yapmayan, etrafında olan bitene ilgisiz, yaşıtlarından oldukça farklı biridir. Zaman içinde satranca ilgisi ortaya çıkınca, kendisine sahip çıkan papaz tarafından iyice eğitilip on sekiz yaşında Macaristan satranç şampiyonu, yirmi yaşında da dünya satranç şampiyonu olur. Tıpkı Dr. B. gibi Zweig’ın öyküde özel olarak tanımını yaptığı, özel satranç dehalarından biridir.

 

Zweig için satranç çok özel bir oyundu.
“Satranç bir bilimdi, bir sanattı, (…) kendini sürekli geliştiriyordu ama durağandı, (…) eserleri bulunmayan bir sanattı, (…) kanıtlanmış olduğu üzere, varlığı ve oluşu açısından bütün kitaplardan ve eserlerden daha kalıcıydı, bütün zamanlara, bütün halklara ait bulunan, can sıkıntısını öldürmek, duyuları bilemek, ruhu gergin tutmak için dünyaya hangi tanrının getirdiği kimsece bilinmeyen tek oyundu. (…) her beceriksiz, onunla şansını deneyebilirdi, ama öte yandan aynı oyun, o değiştirilmesi olanaksız sınırlılıktaki kare içerisinde, ustalardan oluşan özel bir tür üretebiliyordu.” (Sf:12-13)*
Elbette bu kadar derin anlam yüklenen oyunun oyuncuları da çok özeldi.
“Hepsi de yalnızca satranç için öngörülmüş bir yetenekle donatılmıştı, kişiliklerinde vizyonun, sabrın ve tekniğin tıpkı matematikçide, yazar ve şairde, müzisyende olduğu gibi, sadece farklı kesitlerde ve bağlantılar içerisinde olmak üzere, kesin bir biçimde belirlenmiş bir oran çerçevesinde etkinlik sergilediği, özel türden dâhilerdi.” (Sf: 13)*
Stefan Zweig okurun dikkatini satranç oyunu ve oyuncusu üzerinde yoğunlaştırdıktan sonra asıl anlatmak istediklerini gerilim yüklü bir kurguyla okura sunar.
Öyküde Dr. B.’nin tek kişilik otel odasında tutulduğu sürece uygulanan psikolojik işkenceye direnmek için kişilik bölünmesi yoluyla kendisine karşı oynadığı hayali satranç oyununu soluk soluğa okuruz. Aynı heyecanlı ve sarsıcı okumayı, her iki ana karakterin gemide karşılıklı oynadıkları satranç oyununda da yaşarız.
Konusunun ilginçliği ve karakterlerinin dikkat çekici psikolojik yapıları bakımından çok yönlü okumayı sağlayan, kurgusuyla son noktasına dek okuru soluk soluğa bırakan öykünün odağında ise yazar; bir insanın çok zorda kaldığı, her şeyin bittiğini düşündüğü bir durumda, olumsuzluklara direnmeyi sağlayacak bir varoluş nedeni yaratmasının, hayata tutunmayı da sağladığı ana temasını işlemektedir.
Varoluşçu psikolojinin izlerini taşıyan öyküde satranç oyunu; Dr. B.’nin işkenceye dayanabilmek, geçirdiği zor sürece anlam katabilmek amacıyla tutunduğu bir nedendir.
Mirko içinse kendini ifade etme biçimi olarak kurguya dâhil edilmiştir. Belki de bu yüzden Zweig, satrancın ve oyuncusunun niteliklerini öykü içinde anlatırken daha çok insansal özelliklerine vurgu yapmış, oyuncuları “Özel Türden Dâhiler” olarak nitelemiştir.
Zweig’ın söylemiyle, “özel türden dâhiler” üreten satranç oyunu, belki o yıllarda yazarın sözünü ettiği “…bir sanatçı ya da bir mimar gibi kalıcı ve somut bir eser bırakamıyor.”du ama yaptıkları hamleleri oyun taktiği olarak satranç tarihine yazdıran ve bu hamlelere adını veren dâhi oyuncular hep var oldu.
Satranç oyuncuları şampiyon olduğu sürece var olan, şampiyonluğu yitirdiği andan itibaren de yıldızı sönen bir figür olarak kalmazlar.
Onlar gerçek hayattaki kişiliklerinin bütün verilerini kazanmaya kanalize ederek, bütün benliğiyle karşı tarafı yenilgiye uğratmak için çalışan büyük bir zihinsel faaliyetin ve çabanın ürünüdürler. Bu entelektüel çaba aslında karşı tarafın alanını zapt ederek şahını esir almak için kıyasıya girişilen bir savaştır ve sonucunda elde edilen ‘zafer’ ise soyut ama güçlü bir kavramdır. Bu öyle bir güçtür ki oyuncuya maddi kazancın veremediği hazzı verir.
Kazanmanın verdiği bu güçlü haz duygusu, ne ilginçtir ki geçtiğimiz dönemlerde güçlü devletlerin de sahiplendiği “olağanüstü bir haz”a dönüşmüştü. Öyle ki satranç maçları sonuçları, Amerika ve Sovyeler Birliği arasında ideolojik gücün göstergesi olarak kabul edilme gibi tuhaf bir durumun simgesi haline gelmişti.

 

1.Dünya Savaşı’nın ardından birçok ülkede halk demokrasileri kurularak sosyalist düzene geçilmesi ve sosyalist hareketlerin birçok ülkede yayılması, özellikle ABD tarafından tepkiyle karşılanmıştı.
1946’da eski İngiliz Başbakanı ve Batı’nın önde gelen siyasetçilerinden W. Churchill’in, Başkan H. Truman’la birlikte Sovyetler Birliği’ne karşı bir siyasal savaş ilan eden ve “Demir Perde” ifadesine yer veren ünlü konuşmasından sonra dünya, iki kutuplu olarak tanımlanmaya başlandığı bir süreç yaşadı.
ABD önderliğindeki Batı Bloku ile Sovyetler Birliği’nin önderliğindeki Doğu Bloku ülkeleri arasında, 1947’den 1991’e kadar devam eden bu iki kutuplu dünyada uluslararası siyasi ve askeri gerginlik “Soğuk Savaş” olarak belleklere kazındı.
Dillendirilmeyen ama gerginliğin ve tedirginliğin şiddetli yaşandığı bu dönemi daha çok “Süper Güç” de denilen Amerika ve düşmanı Sovyetler Birliği’nin, her fırsatı kendilerinden yana güç gösterisine çevirdikleri yıllar olarak hatırlamaktayız. Öyle ki o yıllarda iki ülkenin oyuncularının kıyasıya yaptığı satranç maçları, döneme damgasını vuran, akıllarından silinmeyen seyirlik bir olgu olarak, sözü edilen güç gösterisinin bir parçası olmuştu. Zweig’ın deyimiyle “özel türden dâhiler..”i gerektiren bu oyun, her iki ülkenin aklını temsil eder konuma yükseltilmişti. Bu kışkırtıcı yaklaşımda, iki ülke vatandaşları arasındaki satranç maçları, iki ülkenin de aklı arasındaki gerçek savaş gibi algılanıp oyuncuları da göğüs göğse çarpışan savaşçılar olarak kabul edilmişlerdi.
Aslında yaşanan çekişme sosyalizmle kapitalizm arasındaydı.
Bu çekişmeyle geçen uzun yıllarda her iki ülke de satrancın ulusal bir oyun olmasını sağlamak için çok büyük paralar harcamıştı. İlgiyi daha da çoğaltmak için ortaya konulan ödüller artırılmış, satranç oyuncuları çok özel insan muamelesi görmüştü. Bu yüzden iki süper güç arasındaki her satranç maçı, devletlerin varlıklarını ortaya koyduğu ölüm-kalım mücadelesi haline gelmişti.
Böylesine kıyasıya yarış, iki güç arasında bilimkurgu öykülerine taş çıkaran olaylara sahne olmuş, birbirlerinin satranççılarının metabolizmasını bozdukları gerekçesiyle, oturulan sandalye ve masaların kimyasal testlerden geçirilmesi olayları yaşanmıştı. O yıllarda televizyon kanallarından naklen yayınlanan satranç maçları dünyada büyük bir seyirci kitlesi oluşturmuştu. Seyirci kitlesinin büyük çoğunluğu da satranç oyunundan çok, izleyicileri, iki kutuptan hangisinin kazanacağına odaklanmış kitleler haline getirmişti.
Soğuk Savaş döneminin satranç şampiyonu tartışmasız, Sovyetler Birliği olmuştur.
Bu şöhreti sadece bir kez Robert Fischer kırmış, 1972 yılında Boris Spassky ile yaptığı maçı kazanarak Amerika’yı şampiyon yapmıştır. Bu şampiyonluğu benim için ilginç kılansa, Robert Fischer’in siyasal kimliğinin yanında, Zweig’ın satranç öyküsünün iki karakterinin karışımı olarak karşıma çıkmasıdır. Fischer tıpkı bizim Mirko gibi, içe kapanık, iletişim bozukluğu olan Asperger Sendromu yaşayan biridir. Okulla arası hiçbir zaman iyi olmamış, on altı yaşında okulu terk etmiş ve tıpkı Dr. B. gibi satrancı kendini koruma yollarından biri olarak kullanmıştı. Zweig’ın tezini doğrular nitelikte, özel türden dâhilere örnek bir oyuncudur.

 

Sovyetler’in oyuncusunu yenerek 1972 yılında şampiyon olan Robert Fischer’in hakkında, büyük bir deha olmasının yanında garip biri olduğu söylentileri hiç eksik olmamıştı o yıllarda.
On üç yaşında ABD gençler şampiyonu, on dört yaşında ABD şampiyonu ve on beş yaşında da satranç tarihinin en genç uluslararası büyük ustası (GM) olmuştu. O da Zweig’ın Mirko’su gibi sorunlu bir çocukluk geçirmiş, satranç oynamaktan başka hiçbir şey yapmamış biridir. Kadınları sevmeyen, küçümseyen, onları yeteneksiz olarak gören, hatta kadınların düşünme yeteneklerinin dahi yeterli olmadığına inanan biridir.
Sovyetlere ve sosyalizme karşı kazandığı büyük zaferle Amerika’nın yetiştirdiği bu ilk şampiyon, dünya şampiyonu olduktan sonra da başka hiçbir şampiyonaya katılmamıştır. Anti-emperyalist ve Anti-semitik olan Fischer’in fikirlerini açıklaması, ülkesinde vatan haini ilân edilmesine, Amerikan vatandaşlığından çıkarılmasına sebep olmuştur. Tıpkı Dr. B. gibi ülkeden ülkeye yurtsuz bir yaşam sürmüş, Amerika’nın yakalama kararından kurtulmaya çalışmıştır. En sonunda da kendisine kucak açan İzlanda’da ölmüştür.
Satranç öyküsü, Zweig’ın 1942 yılında intiharından önce, Brezilya’da yazdığı son öyküdür.
Aradan geçen onca yıldan sonra Robert Fischer’in öyküsüyle Satranç öyküsünün gelip aynı düzlemde çakışması, öykümüzdeki satranç şampiyonu Mirko Czentovic’in farklı kişiliğiyle Robert Fischer’in farklı kişiliğinin satrançta buluşması benden başka kimseye ilginç gelmeyebilir ama ben Zweig’ın Satranç’ını okurken zihnimin bir köşesinde hep o yıllara gittim. Czentovic ile Dr. B.’nin karşılaşmasını ve oyunlarını, soğuk savaş döneminin bir ölüm kalım savaşı gibi algılanan satranç turnuvaları gibi okudum.
Öyküde olayın geçtiği yer olan gemi dünyayı temsil ederken, satranç tahtası ve satranç oyunu, o yıllarda savaşın kaosunu ve dayanılmaz yıkımını yaşayan bütün bir Avrupa’dır.

 

Tıpkı soğuk savaş döneminin Sovyetleri ve Amerika’sı gibi. Hem öyküdeki hem de yakın geçmişimizdeki satranç maçları, iki taraftan hangisi kazanırsa kazansın, aslında kazananı olmayan bir maçtır ya da savaştır. Oyunun sonu hem öyküde hem de gerçek dünyada yıkımın kendisidir. Tıpkı, savaşın insana ve insanlığa yaptığı kötülüğün yok edici olduğu gibi. Yaraları sarmaya çalışmak, onu derinleştirmekten başka bir işe yaramamıştır. Üstelik Soğuk Savaş yıllarında sessiz bir savaşın savaş meydanıdır satranç oyunu ve bu meydan yıllar içinde çok kez büyümüş, tüm dünyayı kapsamıştır. Üstelik bu sessiz ve soğuk savaş iki dünya savaşının yaptığı yıkımdan ve kötülükten daha az zarar vermemiştir insanlığa.
1991 yılında Berlin Duvarı yıkıldı ve Sovyetler Birliği dağıldı ve Sovyetlerde uygulanan sosyalizm yenilgiye uğradı.
Dünyanın iki kutupluluğu da bitti. Artık satranç göz önünde sergilenen güç gösterisinin sembolü olmaktan çıktı. Dünyada emperyalist tek güç olarak kalan Amerika’nın gücünü kanıtlaması için aklın temsiline ihtiyacı kalmadı. Satranç şampiyonlarını artık sadece satranç oyunuyla ilgisi olan meraklıları tanıyor. Zweig’ın dâhi olarak kabul ettiği ve dünyanın tanıdığı dâhiler artık unutulmaya terk edildi. Satranç tahtasının sınırlılığının yerini başka dar alanlar, satranç oyununun yerini çirkin oyunlar aldı. Şimdi bütün dünya satranç tahtası, bütün insanlık satranç taşları ama ne yazık ki artık oyunun kuralları yok. Tek kişilik ahlaksız bir güç gösterisi yangın yerine çevirdi bütün bir dünyayı. Sönmeyecekmiş gibi yanıp duruyor.

*Alıntılar; Satranç, Stefan Zweig

Almanca aslından çeviren: Ahmet Cemal

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, III. Basım Eylül 2013, İstanbul

**Dostlarla Mektuplaşmalar, Stefan Zweig, Yordam Kitap, Mayıs 2009, I. Basım

 

Yazarımızın diğer yazılarına  buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir