????????????????????????????????????
Filiz Ünalan

YILDIZLI BİR GECE

Kadının üzerinde ten rengi, penye bir kombinezon vardı.

Kombinezon Fransızca kökenli bir kelimedir.

Omuzlardan kalçanın altına kadar uzanan, ince askılı, elbisenin içine giyildiği için elbiseden kısa olan, elbisenin düzgün durmasını ve kombinezondan önce giyilen iç çamaşırlarının izlerinin elbisede belli olmamasını, elbise ince bir kumaştan ise giyenin vücut hatlarının görünmemesini sağlayan kadın iç çamaşırıdır.

Etek, bel ya da göğüs bölgesine dantel eklenen çeşitleri de vardır. Dantel ve ipek ikilisi, görsel bir şölen sunulmasını sağlasa da dantel elbise altından kendini gösterme çabasında olacağından birinci paragrafta tanımlanan “kombinezonun kendinden önce giyilenin kendinden sonra giyilende belli olmaması” işlevinin bertaraf edileceği şüphesizdir. Dantel, boncuk, taş gibi eklemeler olmadan, ince ve kaygan bir kumaştan mesela ipekten dikilmiş bir kombinezon ilk paragrafta tanımlanan işlevlere pek uygundur.
Kombinezonun ipek olmamasını ve ten rengi olmasını dikkate alarak kadının üst sınıftan olmadığını iddia ediyoruz. İpek pahalıdır, tercihin ipek olmamasının fiyat avantajı sağladığı kesindir. Kadının renk tercihi ise miktar sorunun çözümü ile ilişkilidir. Örneğin ten rengi bir çorap giyen bir kadın -kendi ten rengine uyumu oranında- çorapsız gibi algılanır. Bu algı yönetimi sayesinde bir adet ten rengi çorap, çeşitli renklerdeki pek çok giysi ile görünüşte bir rahatsızlık oluşturmadan kullanılabilir. Her giysiye uygun renk çorap bulundurma külfetinden kurtulunmuş olunur. Her kılık kıyafet değiştirme sürecinde, uyuma kafa yorma zaman kaybının engellenmesi ise ek faydasıdır. Üstelik ten rengi, hatları daha düzgün daha pürüzsüz gösterir. Tüm bunlar kadının alışveriş esnasında nitelik, nicelik, ihtiyaç, maliyet gibi unsurları göz önünde bulundurduğunu gösteriyor ki bu da paragraf başındaki tezimizin ispatıdır.
Kadının üzerinde belden lastikli astar yerine kombinezon olması ya da işi bitince üzerinden çıkarıp katlayarak dolabına yerleştirmek yerine gecenin yarısında ortalıkta kombinezon ile dolaşması ise bize onun alt sınıftan da olmadığını gösteriyor. Belli ki kadın kombinezonun işlevini bilen ve bu işleve günlük yaşantısında ihtiyaç duyan, yenisini yerine koyabileceği için eskimesinden veya istenmeyen bir leke bulaşmasından çekinmeyen, estetik algıları gelişmiş, eğitimli bir birey. Bu tanımlama ise bize onun orta sınıftan olduğunu düşündürüyor. Bu düşüncemiz ispat için kadını biraz daha gözlemlememiz gerekiyor.
Yataktan kalkmak ile yatağa uzanmak arası bir pozisyonda, yatağın tam karşısındaki duvara asılı televizyonda izlediği filmin reklam arasına girmesini bekliyordu. Birden elektrikler kesildi. Gözlerini karanlığa alıştırmak için bir süre etrafa bakındı ama olmadı. Aklına telefonunun fenerini açmak geldi. Şifonyere uzandı. El yordamı ile aranırken bir şeyi yere düşürdü. Düşenin telefon olmaması ümidi ile yataktan kalktı. Ayakları çıplaktı. Soğuk olduğu için değil de yanlışlıkla bir şeyin üzerine basmamak için parmak uçlarında yürüyerek odanın Fransız penceresinin perdesini açtı. Dışarının da içeriden bir farkı yoktu. Önünde, yerden ağaçların boy hizasına kadar uzanan zifiri karanlık bir hat ve bu hattın hemen üzerinden başlayan, altındakinden bir ton açık hattın üzerinde ışıldayan yıldızlardan oluşan ilahi bir tablo duruyordu. Alt hattaki zifiri karanlık, ürkütücü bir güzellikti. Ama yıldızların serpildiği hat muhteşemdi. Fransız pencereye yapıştı. Kafasını pencereden de destek alarak kaldırabildiği kadar kaldırdı. İki hattan oluşan tablonun sadece üst tarafını seyreylemek istiyordu. Boynunun ağrıması uzun sürmedi.
Aklına konakladığı bungalovun bahçesinde hamak olduğu geldi. Hamağa uzanabilir, boynu ağrımadan yıldızları seyredebilirdi.
Bungalov Fransızca kökenli bir kelimedir. Deniz kenarlarında veya kırlarda, genellikle tahtadan inşa edilen tek katlı, kısa süreli konaklama ihtiyaçlarını karşılayabilecek büyüklükte evdir. Türk Dil Kurumu kelimenin ilk anlamını “Hindistan’da tek katlı, genellikle tahtadan yapılmış, veranda ile çevrili ev” olarak verir.
Kadının konakladığı bungalov, kıyıdan bisiklet sürüşü ile yarım saat süren mesafede olan yaklaşık bir buçuk dönümlük bir portakal bahçesinin içine kondurulmuş ahşap iki bungalovdan biriydi. Tek katlıydı, önünde verandası vardı. Tam da burada yine Yunancadan Fransızcaya devşirilmiş, eski zamanlardan günümüze kadar tüm özelliklerini kaybetmeden koruyan anlamındaki “otantik” kelimesini kullanmaya niyet ediyor hemen vazgeçiyoruz.
Kadının konakladığı bungalovun bir yatak odası, yatak odasının hemen arkasında içinde tuvalet, lavabo, duş kabini olan küçük bir oda, yanında ise hem mutfak hem de oturma odası işlevini gören yatak odasından biraz daha büyük bir oda daha vardı.
Gözlem altına aldığımız yapının, bağ evi-balıkçı evi gibi alt sınıf ihtiyaçlarına yönelik derme çatma yapıları çağrıştıran kelime anlamına uyuyor gibi yapması dikkatimizden kaçmıyor. Yatak odasında bulunan klimayı bu tezatlığa şahit olarak gösterebilir ve kadının alt sınıftan olup olmadığı sorgulamasını artık bırakabiliriz.
Tam o sırada elektrikler geldi. İnsan yapımı bu ışıltı ile arası pekiyi olmayan tablo bir anda kayboldu.
Kadının önce canı sıkıldı. Ama bungalovun konumunu düşününce tekrar keyiflendi. İçerideki tüm ışıkları kapatması aynı ambiyansı yakalaması için yeterliydi. Hatta ortamı daha da seçkin hale getirebilirdi.
Yan odaya geçti. Kısa süreli konaklama ihtiyaçlarına yetecek büyüklükte olan buzdolabının kapısını açtı. Gündüz aldığı şarap şişesi ile göz göze geldiler, gülüştüler. Şarabı tezgâhın üstüne koyup mutfak tezgâhının altındaki çekmeceleri karıştırmaya başladı.
Tirbuşon nasıl olmazdı? Keşke bira alsaydı!
Tirbuşon Fransızca kökenli bir kelimedir. Tıpa çeken anlamına gelir. Tirbuşonun sivri ucu şişenin ağzındaki mantarın-tıpanın tam ortasına saplanır. Burgu önce çevrilerek sonra çekilerek mantar-tıpa çıkarılır. Ancak yıllanmış şarapların mantarları da yıllandığı için sivri ucu saplarken veya burguyu çevirirken parçalanabilir. Bu nedenle yıllanmış şarapları açan tirbuşonlar sivri uçlu burgu ve burgunun elle kolay çevrilmesini sağlayan bir saptan ibaret değildir. Bunların bazılarında mantarla şişe kapağı arasına girebilecek narinlikte, burgunun mantara saplanırken dağıtmasını engelleyecek mukavemette olan kanatları vardır. Bazılarında mantarı burgu ile birlikte şişeden çekerken, mantarla şişe arasına sokulan kademeli çentikleri vardır. Kısacası şarabın mantarını çıkarmakta kullanılan tirbuşonun şeklinden ve kullanım yönteminden şarabın kalitesini ve dahi fiyatını öngörmek mümkündür.
Şarap insanlık tarihinin en eski içkisidir. Tarihinin büyük bir kısmında yıllandırılmadığı, ihtiyaca binaen üretilip tüketildiği aşikârdır. Şarap şişelerde saklanmaya, yıllandırılmaya, kadehe tadım için dökülmeye, bir yudum almadan önce koklanmaya, ağız içinde gezdirilip tat aralıkları hakkında konuşulmaya başlandığında sınıf atlamıştır.
Kadının içki olarak şarabı seçmesi bizi yanıltmasın. Konakladığı yerde tirbuşon olmaması da. Ama bira almadığı için kendisine kızması yani duygu durumu onu ele veriyor; üst sınıftan değil, alt sınıftan da değil.
Mekân-olay üst sınıf için uygun değil. Alt sınıftan ise kendini suçlamaz, mekân-olay onun için kaderdir ve o kaderini yaşar. Bu tip hezeyanlar orta sınıfa hastır. Estetik ve bilginin zorlu yolculuğuna çıkan orta sınıftır. Düşünür, sorgular, okur, yazar, çizer, inceler, hesaplar, araştırır, yönetir. 
Gözlemimiz sürecinde anlamlarına odaklandığımız kelimelerin Fransızca kökenli olması da dikkatimizi çekiyor. Hatta kombinezonlu kadının bungalovda tirbuşon bulamamasının onu depresyona sokmasından çekindik ve çukur, çöküntü, ruhsal veya ekonomik çöküntü anlamına gelen depresyon kelimesinin de Fransızca kökenli olduğunu fark ettik.
Fransız Devriminin uzunca bir süre, bir yandan meta biriktiren bir yandan da üst sınıfın etrafında dolanan, estetik yeteneklerini ve bilgi birikimini onların takdirine sunarak onların arasına dâhil edilmeye çalışan orta sınıfın, kendi çıkarlarına uyacak şekilde içini doldurduğu yeni kelimelerle alt sınıfı peşine takarak üst sınıfı devirmesiyle gerçekleştiğini hatırlıyoruz. Modern orta sınıfın, öncülü gibi meta biriktirme koşullarının olmadığını düşündüğümüzden, kadının hezeyanlarını anlıyor, alt sınıf ile ilişki durumunu da merak ediyoruz.
Çekmeceleri öyle sert kapattı ki çekmecelerin canı yandı.
Tezgâhın üzerinde olduğunu fark ettiği bıçağı aldı. Sivri ucunu mantara saplayabildiği kadar sapladı. Hafif sağa sola çevirmeyi denedi. Mantar çatladı. Çekip çıkarmaya çalışırken mantarın yarısından fazlası parçalandı. Mantarı artık dışarı çıkarmak mümkün değildi.  Bıçakla içeri itmeye karar verdi. Mantar parça parça şarabın içine düştü. Sinirle bıçağı tezgâhın üzerine fırlattı. Bıçak sesini çıkarmadı ama onun da canı yandı.
Öyle ya da böyle şarap açma işi halledilmişti. Mutfak dolabında bardakların olduğu kapağı açtı. Çay bardağı, su bardağı, kahve fincanı, bira bardağı… Yüzünde alaycı gülümsemenin işareti olan, dudağın bir kenarından yanağa doğru uzanan, ince bir çizgi belirdi. Çünkü şarap bardağı yoktu.
Su bardaklarından birini aldı. Şarabı içine döktü. Şarabın yüzeyine çıkan mantar parçalarını eliyle topladı. Hazırdı. Hazır olma düşüncesi o ana kadar gerçekleşen olumsuzlukların üzerini örttü.
Telefonun fenerini açtı. Lambaları kapattı. Verandaya çıktı. Gökyüzüne serpilmiş elmasları izlerken şarabından bir yudum almak için bardağı dudaklarına yavaşça yanaştırdı. Şarabın olduğu kabın kadeh değil de bardak olduğunu umursamayan serçe parmağı diğerlerinden ayrılıp havalandı. Eli burnuna yeterince yaklaşınca burun deliklerinden içeri sızan -o ana kadar hiç fark etmediği- keçi kokusu yüzünü buruşturdu.
Bisiklet ile konakladığı yere dönerken yolda yanında üç keçi ile yürüyen yaşlı bir köylü kadını görmüş, bisikletten inip kadınla sohbet ederken de keçileri sevmişti. Keçiler çok bakımlı ve eğitimli köpekler gibiydiler. Yaşlı kadın “Gel” deyince geliyorlar, “Dur” deyince duruyorlardı.
Kadın “Ahhh! Ne güzel, doğa, keçiler… Hele işleri bir ayarlayayım ben de yapacağım” dedi. Yaşlı kadın belki günün yorgunluğundan belki de senenin bir haftasını geçirmek için buraya gelen bu kadın gibilerle aynı şeyleri konuşmaktan sıkıldığından “Sen keçi otlatmak kolay mı sanırsın? Yanlış vakitte, yanlış otlağa çıkarırsan öldürürsün hayvanları!” dedi.
Kadın, aklı sıra bilgelik taslayan alt sınıf koca karısına cevap vermeyi gerekli görmedi. Sohbet bittiği için keçiler ve kadınlar yollarına devam etti.
Güzelleme ile başlayıp küçümseme ile biten olay örgüsü biraz önceki merakımızı giderdi.
Ağzına yayılan şarabın kekremsi tadı, elindeki kokuyu unutturdu. Telefonun feneri ile önünü aydınlatarak hamağa doğru yürümeye başladı.  Fener yıldızları kıskandığı için mi yoksa zifiri karanlıktan korktuğu için mi bilinmez, otomatik olarak kendini en üst aydınlatma seviyesine çıkardı. Hamağın yanına ulaşınca feneri kapattı. Şaraptan bir yudum daha aldı. Kafasını yatırabildiği kadar arkaya yatırıp yıldızları seyre daldı.  Boyun o pozisyona uygun olmadığı için beyin hamağa uzanma talimatı verdi.
Hamağa uzanmanın basit bir iş olduğu zannedilebilir. Hem öyledir hem de öyle değildir. Tam ortasından yavaşça oturup dengeyi de gözeterek önce gövdenin üst tarafını sonra da alt tarafını yerleştirmek gerekir ki hamak uzananı yere atmasın.
Şarabın değil de manzaranın etkisi ile kadın hamağa kendini attı.
Elbette hamak kendisine yapılan bu saygısızlığı kabul etmedi. Sert bir salınış işe kadını üzerinden attı.
Kadın hamak ile temas ettiği anda olacakları anlamıştı. Elinde tuttuğu cam bardakla göz göze gelince “Acaba kırılır mı?” diye sordu. Bardak dudak büktü. Yer çimendi, normal şartlar altında kırılmazdı. Ama küçücük de olsa bir taş onu çatlatabilir veya kadın üzerine düşerse kırılabilirdi. Kısacası söz verebilecek durumda değildi.
Kadın yere düşerken bardağı kendinden uzağa doğru fırlatmaya karar verdi. Öyle de yaptı. Rahatladı. Artık sadece çimenlerin üzerine düşüverecek, sonra kalkacak bu sefer usulüne uygun olarak hamağa uzanacaktı.
Hamağın, kadının yumuşak düşüş planladığı tarafında, yerde sağlam ve dengeli durmasını sağlayan demir ayağı var ve vektörel hesaplarımıza göre kadının sağ dizi o demir ayak ile aynı doğrultuda. Maalesef yapabileceğimiz bir şey yok.
Kadının önce elleri sonrada kafası toprağa değdi. Düşerken kombinezonu beline kadar toplandığı için açıkta kalan baldırlarını yıldız ışığı okşuyordu. Sol diz sorunsuz iniş yaptı. Ama sağ diz sert, çok sert bir şeye çarptı.
Çarpma, diz ile beyin arasındaki sinir yolu üzerinde telaşlı bir hareketi tetiklendi. Minik bir ışık çakması ile başlayan akış beyinde havai fişekler patlatıp “Acı!” talimatını aldıktan sonra dize tekrar döndü.
Hamağın altında iki büklüm yatan, acısının artması korkusu ile feryat bile edemeyen, ten rengi penye kombinezonlu, tirbuşon olmayan bungalovda konaklarken hamağa uzanıp yıldızları seyretmek isteyen kadının yanağından süzülen bir damla gözyaşında, gökte kayan bir yıldız -kim bilir niye- kendini gördü.

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir