ADI OLMAYAN HİKÂYEDEN GÖRÜLEN KAPILAR
Geniş kanatları boşlukta simsiyah açılan
Ve arkasında güneş doğmayan büyük kapıdan
Geçince başlayacak bitmeyen sükûnlu gece.
Hulki Aktunç için toplu taşımada okunamayacak yazarlardan biri desek, haddimizi aşan bir gayretle, yargıya kolay yoldan ulaşma çabası taşıdığımız söylenebilir. Yunus Emre’nin meşhur sözüne sığınalım, çaba (kader) gayrete âşıktır.
Aktunç’un Ten ve Gölge isimli kitabının açılış öyküsü, inceleme konumuzu oluşturan “Adını Yok Eden Hikâye” okuru imgelerin yoğun olduğu, dolaylı okumaların alabildiğine derinleştirilebildiği bir eve davet eder. “Seni seçmişim artık. Hikâyeni de seçmiş oldum böylece,” diye başlar öykü.
Yazarın okura hitap ettiğini düşünerek, bir söyleşisinde sarf ettiği şu sözler aklımıza gelir. “Ben okurumu başta seçtiğimi hissetmiştim, bir yazar olarak. Daha sonra okurun da beni seçtiğini hissettim. Bu okur son derece sorgulayıcı bir okurdur, benim okurum. Yanlış bir şey yaparsam hemen uyarır.”
Öykünün ilk sayfasında “Ah şu biçim denemeleri ve bunların niteliğini açıklamaya çabalayan yazarlar! Lanet olsun size. Yazın yazdığınızı da bir köşede durun, biz yorumlayalım ve yorumsayalım, derdi biri,” diyerek anlam verme çabamıza yol açtığını umuyoruz.
İlgili öykünün içinde bulunduğu Ten ve Gölge kitabının 1985 yılında İletişim Yayınları’ndan çıkan baskısının kapağında, Egon Schiele’in bir resmi bulunuyor. Gönül isterdi ki, Yapı Kredi Yayınları Ten ve Gölge kitabının ruhuna oldukça uygun olduğunu düşündüğümüz ilgili eseri baskılarında kullanmaya devam etsin. Resimlerinde kadın cinsel organını sansürsüz resmettiği için pornografik bulunan ekspresyonist ressam, tüm portrelerinde kendi ellerini resmetmiş. Egon Schiele’in resim dünyasında kullandığı net ve kesin çizgilerin, handiyse çirkin denebilecek portre resimlerinin Aktunç’un kasvetli öykü dünyasıyla uyumluluk sergilediğini söylemek mümkün.
On bir bölümden oluşan öyküde anlatıcı, taşradan büyük kente göç etmiş, öykü yazmaya çalışan ancak öykünün ne adını ne konusunu seçebilmiş kahramanla aynı kişidir. Bölümler belirli bir sırayla, doğrusal bir zaman akışıyla yazılmamıştır.
Kahraman anlatıcı çocukluğuna, genç yaşta geldiği büyük şehirdeki ilk zamanlarına, mazide kalmış aşkına özlem duyar. Bu özlemi de yalnızlığını arttırır. Yazar, satır aralarında değindiği aidiyetsizlik fikrini, bu öyküyü “vatansız hikâye” şeklinde tanımlayarak açığa çıkarır.*
Aktunç’un eserlerinde sıklıkla laytmotiflere başvurduğunu biliyoruz. İlgili öyküde de aynı kavramlar etrafında dolaşan sarmal bir yapı söz konusudur. Anlatıcı sık sık gitmek ve dönmek gibi karşıt olarak algıladığımız eylemler arasında gel git yaşar. “Birileriyle senden söz ettik. Gittiği hiçbir yere dönmez dediler.” “Sokağın köşesinde durdum, gidemiyorum. Beklemeden edemiyorum da.” “Döndüm işte. Kendimi dönerek mi kayırıyorum?” Örnekleri çoğaltmak mümkün.
Alter egosu, yansısı ya da gölgesindeki görüntüsüyle konuşma biçimde özetleyebileceğimiz iç monologların hâkim olduğu öykü, tek bir ayrıntı dışında mekânsız olarak kurgulanmıştır, edebiyat ya da sanat çevresine mensup kişilerin oturduğu bir masa. İçkilerin içildiği, sırların ortaya döküldüğü, bolca ahkâm kesilen, anlatıcının genelde konuşulanları aktardığı bir masa. Aktunç da bu ve benzer masalarda bulunmuş ve kahraman gibi kendisini masaya yabancı hissetmiş midir, bilinmez.
Bahsettiğimiz laytmotiflerden bizce en önemlisi ve bu yazının omurgasını oluşturan kavramlar, kapı, gölge ve kuş. Öykünün ilk bölümünde üzerinde kuş gölgesi/işlemesi olan bir kapıdan bahsedilir. Kuş imgesini önce, “Kanatlar arafta çırpınıyor şimdi,” “Gölgen, kapıdaki kuş,” cümlelerinde görürüz. Söz konusu kuşun Simurg söyleninde bahsedilen şifacı, ölümsüz Anka kuşunu çağrıştırdığını düşünmek de mümkün.**
Öykünün ortasından itibaren ve son cümlede de karabatak gibi daha karamsar bir kuş imgesi bizi karşılar. “…karabatak sökün etti. Artık kimseleri karşılayamayacağımız bu yıl.”
Geceleri gölgesini yitiren bir anlatıcı söz konusudur. “Geceleri kendimi ne güzel yitirirdim. Biri bulsun, bulsun birisi beni, azaldığım yok olduğum o yerde.” Güneşin gitmesiyle gölgesini, ikinci benliğini yitiren anlatıcı kendisini adeta bedeninden uzaklaşmış bir hayali beden gibi incelemeye, iç monologlara devam edecektir. Yani gölgenin varlığını öykünün ilerleyen sayfalarında görecek ya da hissedeceğiz.
Bizi başka alanlardan kavramsal çapraz okumalara sevk eden en önemli imge kuşkusuz, kapı. İlk bölümün sonundaki şu cümle, “Hem gidilecek, def olunacak bir kapı, hem özlenecek ve dönülecek bir kapı.” Evet defalarca karşılaşacağız kapıyla.
Kapı, yaralı bir evi dışarıdan koruyan kabuk mudur, yoksa içindeki irini yineleyerek bizi içeri hapseden gardiyanın ta kendisi mi? “Kabuğun ne olursa olsun kendini kayırıyorsun.” “Ben karabatakları izlemiş ve eve dönmüştüm.” Ev. Güven. Dış dünya. Tekinsizlik. Dönmemek ya da üzerimize kapanan kapılar nedeniyle dönememek.
Şöyle demek mümkün görünür. Kapı bizim için yeni olasılıklara, yaşamlara açılan bir imkân da olabilir, bizi içeriye hapseden bir kapan da.
Kapı, bâtıni ve zahiri arasında bir engel midir yoksa bu dünyadan öte dünyaya geçişi simgeleyen bir araç mı? Kutsal kitaplar, spiritüel ve teolojik metinler defalarca onun etrafında dönmüştür. Biz de dönüp duruyoruz kavramların arasında, gölgeleriyle.
Sözcüklerini tesadüfen seçmediğinden eminiz Aktunç’un. Kendisini “sözcüklerin altına bakan yazar” olarak tanımladığından, onun öyküde kullandığı yalvaç sözcüğü bizi ister istemez teolojik metinleri irdelemeye iter. “Hep öyle: Hem düşük birisin, hem de esirgenmiş bir yalvaç.” “… bunların hepsi vardır ama ağlamak gözyaşısı yoktur dedi yüce yalvaçlar gibi sakalını titreten biri.” TDK yalvaç sözcüğünün karşılığı olarak peygamber açıklamasını verir, yol gösteren mesaj ileten.
Kapılar ve yalvaçlar.
“Hatta bizzat kendisini kapı olarak görmüş. Kapı benim. Bir kimse benim aracılığımla içeri girerse kurtulur. (Yuhanna 10:9)”
Aktunç’un okurunu zorladığından, ondan baş döndürücü bir gayret istediğinden, herhalde yazarken kendisi bu çabanın katbekat fazlasını sarf etmiştir, şüphemiz kalmadıysa bir de tasavvuf düşüncesine bakalım.
Tasavvufta hakikate ulaşmak için geçilmesi gereken dört kapı vardır.*** Dört kapı kırk makam olgusu, kâmil insan olma sürecinde geçilecek aşamaları, ilkeleri ve manevi yolculuğu tanımlar.
Aktunç’un aralık bıraktığı kapılardan başımızı sokup, gölgeleri görmek, kavramların üzerine düşünmek okura verdiği büyük bir haz bizce. “Kara bir kapı, sürekli çırpınan kanatlar, sürekli asılı duran o sevgili cehennem.” Ve insanoğlunun anlam yükleme ihtiyacını doyuran, merak duygusuyla cilveleşen sonsuz güzelliklere açılan sözcükler. Ya da adı ve konusu bile olmayan, yalnızca size dil şenliği yaşatan bir öykü. Büyük edebi yapıtların çekici yanı. Düşünme, yorumlama, arama ve anlamı tam olarak hiçbir zaman yakalayamama.
Aktunç’un metinlerine duyduğumuz şükran baki kalsın. İncelememizi kendisinin son yazısındaki şu sözleriyle bitirelim. O kadar çok şeyi unutuluşun külleri arasına gömüyoruz ki, bu tür “vefa” örnekleriyle karşılaşınca insan şaşırmadan edemiyor.
* Sevgül TÜRKMENOĞLU, Hulki Aktunç’un Öykülerine Tematik Bir Yaklaşım başlıklı makalesi.
** Alper Beşe, Hayalî Hulki Bey isimli yazısı.
***https://aregem.ktb.gov.tr/TR-12601/haci-bektas-tasavvufunda-dort-kapi-kirk-makam.html
Dosyanın diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.