Hülya Soyşekerci
Hülya Soyşekerci

BİR ÇAĞ YANGINI’NIN ALEVLERİ YÜKSELİRKEN

 

Şiir, öykü, roman, deneme gibi edebi türlere ve resim sanatına yoğun emek veren Hulki Aktunç, özgün çalışmalarıyla ilgi uyandıran çok yönlü bir sanatçıydı. 29 Haziran 2011’de, sanatının en olgun döneminde yitirdiğimiz yazar, dil çalışmalarıyla da ilgi uyandırmış; Türkçenin Büyük Argo Sözlüğünü hazırlayarak oldukça farklı bir çalışmaya imza atmıştı.

 

İlk yazısı 1968’de Yeni Ufuklar,  ilk öyküsü 1969’da Soyut dergilerinde yayımlanan Hulki Aktunç şiirde de söz sahibiydi. İçindeki yazma tutkusunu şöyle ifade etmişti: “Bir kalem dikin mezarıma / Yan yana gelmemiş / Sözcükler var daha” Gelenekten geleceğe açılan dil ve imge dünyasıyla edebiyatımızın önemli şairleri arasında yer almış; Cemal Süreya onu “Türkçenin seramik ustası” olarak nitelendirmişti.
Hulki Aktunç, Rıza Kıraç’ın hazırladığı Yoldaşım 40 Yıl adlı nehir söyleşi kitabında yer alan “Türk edebiyatında nasıl bir boşluk gördünüz ki, öykü, roman, şiir yazmaya başladınız?” sorusuna şu yanıtı verir: “Öyküde, şiirde, roman ve resimde de geleneksel değerlerden bugüne avangardize ederek, öncü uçlar kazandırarak birçok şey getirilebileceğini kanıtlamaya çalıştım. Bu yüzden varım.”  Bu bağlamda, Hulki Aktunç’un edebiyatı, avangart (öncü) edebiyat içinde değerlendirilebilir.
İlk kitabı Gidenler Dönmeyenler ile TDK 1977 Öykü Ödülü’nü alan yazarın, öykülerinde içeriğin gerektirdiği yeni bir söylemle yazmaya özen gösterdiği, kolaycı ve düz anlamlı metinler yerine çağın karmaşık ve dağınık algı dünyasına uygun, parçalı, eksiltili, çok anlamlı, katmanlı öykü metinleri kaleme aldığı görülüyor.  Az sayıda sözcükle yoğunluk ve derinliğin uç noktalarında gezinen yazar, öncü edebiyatın minimalist tarzına kendi yarattığı birçok öğeyi ekliyor.
Yazdığı iki romanı da benzer bir yaklaşımla oluşturuyor Hulki Aktunç. Bir Çağ Yangını (1981) ve Son İki Eylül (1987) romanlarını bir çeşit mozaik tekniğiyle, belli parçalardan oluşan anlatılar biçiminde kaleme aldığını, ama kimi parçaları özellikle eksik bıraktığını belirterek; okurdan, yaratıcı bir anlamlandırma çabasıyla mozaiğin bütünsel algısına ulaşmasını beklediğini ifade ediyor. Kafka, Joyce, Faulkner, Woolf gibi yazarları ilk gençliğinden beri ilgiyle okuduğunu dile getiren Hulki Aktunç’un, öykü ve romanlarında kurmacayı kronolojik zamana göre oluşturmadığı, bilinçaltının zaman ötesi/parçalanmış zaman algılamalarını esas alan ve bilinç akımı tekniğine yakın duran bir tarzı öncelediği net olarak görülüyor. Bu bakımdan Hulki Aktunç edebiyatının, biçim ve biçemde yenilik arayışları içinde olan modernist edebiyata eklemlendiğini;  yeniliğin, çağdaşlığın ve modernizmin özgün/deneysel çizgilerini taşıdığını belirtebiliriz.
Hulki Aktunç,  yaşadıklarından yakaladığı bir imge ya da izlenimin ardına düşer ve yaşananı dil estetiği içinde dönüştürüp ona sanatsal anlamlar yükleyerek yazar. Büyüdüğü ev, babasına adadığı Bir Çağ Yangını romanının mekânını kurar, ama yazar bu romanını otobiyografik bir roman olarak nitelendirmez: “Yaşadığım ev açısından yüzde yüz otobiyografik bir mekân ama benim yaşadıklarım açısından kesinlikle otobiyografik bir roman değildir. Mekân olarak o ev vardır sadece. Kişileştirilmiş ev. Belki de ben, o…” der.
 12 Eylül askeri darbesinin bireylerdeki izleri ve etkilerini konu alan ilk roman olan Bir Çağ Yangını, modernist edebiyatımızın kilometre taşlarından biri olduğu kadar 1981’de romanımızın ulaştığı önemli aşamayı temsil eder nitelikte, yoğun bir yapıttır.  Aynı yıl Abdi İpekçi Roman Ödülü’nü kazanan Bir Çağ Yangını için ödül jürisinde yer alan Tomris Uyar,  izlenimlerini şu sözlerle dile getirir:  “Yarışmaya katılan romanlar arasında en özenli, en titiz çalışma hiç kuşkusuz bu romandı. Evrensel bir öyküden yola çıkarken, güncel olaylara başarılı eski göndermeler yapıyordu. Dil, eskinin ve günün yaşayan şiirsel diliydi. Roman, kusursuz yapıtlara özgün etsiz- cansız duruluğu da yedeğinde getiriyordu ister istemez. Yine aynı nedenle, özentili bölümler de vardı yer yer. Şu kadarını söylemeliyim: Jüri üyelerinin kişisel yargılarına gereksinim duymadan da yarışmayı kazanacak düzeydeydi Bir Çağ Yangını”. 1
Bir Çağ Yangını’nda yazar, dil ve edebiyat geleneğimizden yararlanmış, eski, unutulmuş ya da az bilinen sözcüklere de yer vermiştir. Yazarın dildeki ustalığı ve çarpıcı üslubunun her satırda hissedildiği Bir Çağ Yangını’nda sözcüklerle kurulan olağandışı atmosfer etkileyicidir. Gerçeklerle düşler; yaşayanlarla ölüler bir aradadır.  İçinde birkaç kuşağın yaşayıp geçtiği, anılarını ve izlerini bıraktığı o eski, sessiz ev, roman olaylarına tanık olan bir mekândır. Sanki canlıdır bu ahşap ev; kapı, eşik,  sarnıç, mutfak, odalar, sofalar, merdivenler, kör pencere romanda önemli işlevler üstlenen, adeta kişilik kazanan yerlerdir. Roman, anlamsal açıdan oldukça kapalı yazılmıştır, simgelerle doludur. Bilindiği üzere, dünyanın her yerinde, bütün baskı ve sansür dönemlerinde yazarlar, metinlerinde anlam kapalılığına, simge ve alegorilere sıklıkla başvururlar. 12 Eylül’ün hemen sonrasında sıcağı sıcağına yazılan ve yayımlanan bu romanın anlamsal kapalılığı ve örtüklüğü, yoğun baskıların yaşandığı, düşünce ve yayımlama özgürlüğünün askıya alındığı o karanlık dönem dikkate alındığında yazarın seçtiği farklı bir ifade biçimi olarak yorumlanabilir. Kısacası,  kitabının içerdiği anlamları, Hulki Aktunç’un simgeler üzerinden ifade etmesi, dönemin koşulları açısından oldukça normal ve yerinde bir tutumdur.
Daha ilk sayfalardan itibaren düşle gerçeğin karmaşası, roman kişilerinin toplumdan soyutlanmış yaşamı, evin canlı bir mekân olarak kişilerin yaşamına eşlik etmesi, insanı yarı fantastik bir ortama sürükler. Aniden bir gizemin içine gireriz; romanın kendi gerçekliğine bir girdap gibi kapılıp gittiğimizi ve o büyülü gerçekliğin içinde gözlerimizi yeniden açtığımızı fark ederiz. Söz ettiğim gibi, bu roman, kendini kolayca ele vermez; bir okur olarak yazarın bilinçle oluşturduğu mozaiği tamamlamaya çalışır, resmin bütününü görmek için heyecan duyarız. Eksik bırakılan, dağıtılan, gizlenen metin içi unsurlar, zihnimizin sayfalarında bir araya gelmeye başladığında heyecanımız doruğa çıkar; anlamlar kurarken yazarın kurduğu anlamları da aşıyor olmanın heyecanıdır bu.  Kendi yaratıcı serüvenine okuru çağıran ve böylece metnin içinde oluşan yoğun anlamlar senfonisini okurla birlikte oluşturup yaratan böylesi bir yazarla yan yana yürümek harika bir duygudur.
Bir düş mü yoksa gerçek bir kişi mi olduğu anlaşılmayan ve sık sık ahşap evin kapısını çalan Nuh’un yanı sıra, evde yaşayan iki kardeş; Nisa ve Ömer; suskun, kaçınık birer kenar insanı durumundadırlar. Ev, eserde her şeyin merkezidir; başlı başına bir evren vardır orada. Ev rahim gibidir; iki kardeş bu rahme sığınıp toplumdan izole bir hayat sürdürürler. Dışarıda tehlikelerle dolu, ölümün kol gezdiği bir hayat vardır. (12 Eylül öncesi) Toplumsal çevrenin sadece sezdirimler aracılığıyla verilmiş olmasına rağmen, Ömer’in evden uzakta yaşayan babası Nurullah Bey ve Ömer’i ziyarete gelen arkadaşı, dış hayatın içinde yer alırlar.
Evin içinde bambaşka bir hayat hüküm sürer; burada, Nisa ve Ömer’in yıllar önce ölmüş anneleri Jülide Hanım’ın soluğu duyulur; anıları etrafta dolaşır. Gizemli sarnıç, geçmişteki tüm sesleri biriktirmiş olduğu için Jülide Hanım’ın sesi yankılanır orada. Bu eski sularda insan yüzlerinin yansımaları gelip gider; birer düş gibi yanıp söner görüntüler.  Kör pencere, uzun zaman önce örülmüş tuğlaları arasında yüzlerce anı ve hayali gizler. Bu tekinsiz ortamda, anılar evin eşiğinden başlayıp merdivenlerden odalara yayılır, duvarlardan taşlığa düşerler.  Yağmur suyu gibi anılar da birikir sürekli. “Saçaklar yağmuru alıyor, borularla iki kat aşağıya, sarnıca iletiyor. Yağmur kesildikten sonra borular su-sesli kalıyordu. Bu ev her şeyi biriktiriyordu. Hiçbir şey yitirmemekte diretiyordu hâlâ.” (s. 23)
Dışarıda incir ağacı vardır; adeta çok eski çağlardan, mitoslardan haber verircesine, evle ve çevreyle konuşan bir incir ağacı. O da bir roman kişisi gibidir: “İncir duyuluyor. Bahçede büyük, üzerinde çocuklar koşmaca oynayacak kadar dal budak salmış incir, rüzgârla savruluyor. Bir uğultu dili var incirin. Her şeyleri anlatır. Hatırlayan bir sestir onunki. O ses! Evi kucağına alıyor. Sarılıyor eve. Hiçbir şey söylemese ben hiç susmam, der.” (s. 14) İncir, mitosları çağrıştıran, kalıtsal bir varlıktır romanın içinde. İncirin de dili vardır sarnıcın da. Büyülü gerçekçilik, satırların arasından okurun ruhuna yavaş yavaş sızar.
Romanın anlatıcısı, göze görünmez bir varlıktır; bir eşik cinidir;  dışarı ile içerinin buluşma noktası olan kapı eşiğinde yaşar. Ayrıca düşle gerçek arasındaki o soyut eşikte durup anlatır, evin geçmiş zamanlarını, şimdisini ve geleceğini. Onun bakış açısından görürüz evin içinde olmuş, olan ve olacak ne varsa:  “Ben eşik sakini, eğri büğrü, duygulu, bir genç kıza zarar vermeyecek eski moda yaratık, ben hep ona anlatmayı düşündüm. Nasılını bilemedim. Çünkü susmaya, sır vermemeye de koşulmuştum. (…) Bir zamirdim ben. Kendimi sevmem. Belki de bu yüzden: Kendimden söz etmeyeyim daha iyi, yoksa soyu iyice tükenmiş zavallı birkaç büyü de bozulur gider, diye düşünürdüm.” (s. 26) der bu sıra dışı, düşsel varlık.
“Eşik cini” konusunda, Hulki Aktunç’un dostlarından, yazar İbrahim Yıldırım şunları dile getirir: “Eşik Cini öykü dergisinin adını, onun Bir Çağ Yangını romanının giriş cümlelerinden esinlenerek önermiştim -ki şöyledir: ‘Bunları kimseye anlatmamalıydın. Ey Eşik Cini! Senin ve birçoğumuzun sonu geldi. Ve Elbet gelecekti. Ama bundan daha görkemli bir başlangıç olabilir mi? Bak duyanlar uykusuz- duraksız kalıyor. Yine de kendi şenliklerine gidiyorlar.’” Hulki Aktunç’un göze görünmez kahramanı,  bir edebiyat dergisine ad olmuştur böylece. 2
Dışarıdaki ortamın ürkünçlüğü, gidenlerin geri dönüp dönemeyeceği endişesi roman kişilerinin ruhuna çöreklenmiştir. Ömer’in aklından geçenler şöyle ifade edilir: “Beni belki de bugün öldürürler. Şimdi sokağa çıkacağım. Dönecek miyim? Nisa ne düşünecek? İşte kaçmalarından biri, diyecek belki de. Belki de öyle, kaçmalarımdan biri.” (s. 56)
Dışarıdaki ortam ne denli korkulu, ürpertici ve tekinsizse, ev içindeki ortam da öyledir. Ömer’in bir arkadaşı eve uğrar; Nisa yalnızca oda kapısından çay servisi yapar onlara. Sezdiğimiz kadarıyla, eve gelen bu genç toplumsal olaylara katılan gençlerdendir. Nisa, romanda ona sadece ev içi göreviyle kısa bir süre için yaklaşabilen, içine kapanık bir kızdır. Nisa ve Ömer’in babası Nurullah Bey’in, iktidara yakın çevrelerle ilişkisi olan, nüfuzlu bir kişi olduğu sezdirilir. Her iki kardeş de babalarından hoşlanmaz, ölmüş annelerinin sarnıçtaki hayaline, sesine, onun sevgisine tutunarak yaşamaya ve hayatın acılarına katlanmaya çalışırlar.
 
Romanda, dönemin kimi özellikleri, aralara serpiştirilmiş cümle ve konuşmalarda yer alır, bunlar okurun keşfini bekler. Mesela, Ömer’in babası ile Ömer’in arkadaşı arasında geçen konuşma:
“- İyi işler. Hızlı enflasyon dönemlerinde, bilirsiniz parasal ilerlemeler var görünür, ama işlerin ilerleyip ilerlemediği konusunda bir şey demek güç. Kuşkuluyum.
 – Yeni ekonomik önlemler üzerine ne düşünüyorsunuz?
 –Olumludur.
– Biraz açar mısınız? Bizler iş dünyasının uzağındayız, sözleriniz beni aydınlatacak.”   (s. 98-99)
Burada, siyasal tarihimizde 24 Ocak Kararları olarak bilinen ve 12 Eylül darbesine zemin hazırlayan ekonomik kararlara gönderme vardır.
Bir Çağ Yangınında darbenin (çağ yangınının) gelişi şöyle sezdirilir: “Umduğumuz, beklediğimiz şey değil miydi bu? Gündelik bir olay gibi gelişti. Dumanlar nice zamandır gözlerimizin önünde esmiyor muydu, ince ince tütmüyor muydu, ölüm buhurdanları kol gezmiyor muydu? (…)Burnumuz bu sinsi kokuları duyuyordu. Onu dinlemedik. Tenimiz onlara değiyor, ağır ağır terlemeye duruyor, yer yer kızarmaya başlıyordu. Tenimizi hiç dinlemedik. (…) Yangın bir kez başladı mı kimse uzak kalamaz! Ya ateşi, ya alevi ya dumanı gelir sana. Ulaşır. Haberi de yakıcıdır onun.” (s. 112)
Göz göre göre gelen 12 Eylül darbesi, o eski, ahşap evi yakan korkunç bir yangının gelişi şeklinde simgesel olarak anlatılmış; darbe çok büyük bir yangın olarak nitelendirilmiştir; her şeyi yakıp yok eden, eriten, küle dönüştüren toplumsal bir yangın…
Nuh’un çıkardığı yangın, cehennem ateşinin yeryüzüne düşmesidir; romandaki Nuh karakteri, tufan ve sel yerine onun karşıtını, ateşi getirir. Nuh, çağı sırtında miras gibi taşıyan bir karakterdir. Ahşap evin yanması; koku, renk, ses, duman, erime… en ince ayrıntılarla anlatılırken o müthiş yangını ruhumuzun derinliğinde hissederiz; evet, bir çağ yangınıdır bu, cehennem ateşi yeryüzüne salınmıştır artık.
Anlarız ki “Yangın kavmindeniz, ne giysek alev” dizesindeki kehanetin gölgesi çökmüştür, için için yanan harflerin üzerine…
 

 

 

1. Milliyet Sanat dergisi, sayı 31, 1 Eylül 1981, aktaran: Handan İnci, Kitapla Direniş, YKY, s.155.

2. İbrahim Yıldırım, Hulki Aktunç, Edebiyat Kardeşim, https://t24.com.tr/k24/yazi/hulki-aktunc-edebiyat-kardesim,1288

 

 

 Kaynakça

 

AKTUNÇ, Hulki, Bir Çağ Yangını, YKY, Mart 2008.

İNCİ, Handan, Kitapla Direniş, YKY, Mart 2011, Milliyet Sanat dergisi, sayı 31, 1 Eylül 1981.

KIRAÇ, Rıza, Yoldaşım 40 Yıl, Edebiyatta 40. Yılında Hulki Aktunç, Say Kitap, 2008.

YILDIRIM, İbrahim, Hulki Aktunç, Edebiyat Kardeşim, https://t24.com.tr/k24/yazi/hulki-aktunc-edebiyat-kardesim,1288

 

 

Dosyanın diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir