CAN ÇELEBİ İLE SÖYLEŞİ
“Yaşam öylesine hızlı akıp gidiyor ki, zamanı tutmak, dondurmak, bir tek anı dahi yeniden yaşamak imkânsız. Sanırım anların sözcüklerle fotoğraflarını çekip arşivleme telaşında olan biriyim. Donuk fotoğrafların bende uyandırdığı fiziksel ve ruhsal yansımaları koruyup saklamaya çalışıyorum.”
Tiyatro oyunları, romanları ve çevirmenliğiyle tanıdığımız yazar Can Çelebi ile söyleşiyi Müge süzek gerçekleştirdi.
Özgeçmişinizdeki bilgilerden bağımsız olarak kendinizi nasıl tanımlarsınız? Can Çelebi kimdir?
Yaşam öylesine hızlı akıp gidiyor ki, zamanı tutmak, dondurmak, bir tek anı dahi yeniden yaşamak imkânsız. Sanırım anların sözcüklerle fotoğraflarını çekip arşivleme telaşında olan biriyim. Donuk fotoğrafların bende uyandırdığı fiziksel ve ruhsal yansımaları koruyup saklamaya çalışıyorum. Bakış açılarına ve algılara göre tuhaf bulunmam mümkün. Belki de beni farklı kılan, bu sıradanlık içinde kendime özgü bir yol arayışım olması. Herkes gibi yaşamın bana sunduklarıyla kendimi inşa etmeye çalışıyorum. Anca, bakış açılarına, algılara göre tuhaf bulunmam da mümkün. Belki de beni farklı kılan, bu sıradanlık içinde kendime özgü bir yol arayışım olması.
Yazar kimliğiniz ve çevirmenliğinizin yanında belgesel film çalışmalarınız da var. Bunlardan biraz bahseder misiniz?
Evet, kendimce düşük bütçeli bir iki belgesel denemem oldu. Ancak ne yazık ki kendime profesyonel bir belgesel yapımcısı diyemem. Merak ettiğim arka planda neler olup bittiğini araştırıp öğrenmek ve bulgularımı başkalarıyla paylaşmak istediğim bir iki toplumsal konuyu benim gibi meraklı arkadaşlarımla kaydetmeye çalıştım. Hepsi o kadar.
Size ilham veren, ailenizde örnek aldığınız ya da oyunlarınızı, kitaplarınızı yazarken sizi etkileyen kişiler, sanatçılar, yazarlar var mıdır?
Şanslı bir çocuktum. İyi eğitimli ebeveynlerim vardı. Sanırım anne ve babamın yaşama tarzlarının üzerimde etkileri büyük. Shakespeare’den başlayarak Melih Cevdet Anday’a, Edip Cansever’den, Herman Melville’e, Leyla Erbil’den, Ursula K. Le Guin’e, Pedro Almadovar’dan, Akı Kaurismäki’ye burada saymayla yetinemeyeceğim, özgün sanatlarını severek izleyip okuduğum pek çok yazar ve film yönetmenini örnek aldığım söylenebilir. Tabii en çok da başta Prof. Dr. Özdemir Nutku olmak üzere, eğitimimde emeği olan sevgili hocalarımın yönlendirmeleriyle yolumu bulmaya çalıştım diyebilirim. Bir de dünyanın pek çok büyük, küçük şehrinde, özellikle sokaklarda tanıştığım, farklı sosyoekonomik sınıflardan pek çok insan var.
Hollanda’da yaşadığınızı, yabancı dilden Türkçeye çevirdiğiniz oyunlarınız olduğunu biliyorum. Yurt dışında da sahnelenen oyunlarınız var mı?
Evet, ben yalnızca tiyatro oyunları çevirisi yapıyorum. Kendi oyunlarımdan Mina und Tina ve Terapi’yi sayabilirim. Terapi oyunu pandemi yüzünden sekteye uğrasa da ilk aklıma gelenler bunlar.
Oyun yazarlığı yanında kitaplarınız, romanlarınız var. Bodrum Güzeli, Bodrum Terzisi’nde altı kadının, Bir Yara Bir Dilsiz Oda’da Tenzile’nin, aslında hepsi yaralı kadınların hikâyesini okuyoruz. Gerçek hikâyelerden yola çıkarak mı yazıldı bunlar ya da yazarken sizi etkileyen faktörler neler oldu?
Bir Yara Bir Dilsiz Oda, göçmen kadın danışanlarımın bölük pörçük parçalarının, Tenzile karakteri çerçevesinde bir kolajı oldu. Bodrum Terzisi, annemin hasta yatağında bana anlattığı, daha önce aile içinde hiç konuşulmamış şaşırtıcı öyküsünden, zaman kavramı ve bazı olayların tamamen kurgudan oluştuğu bir çalışma. Bodrum Güzeli yine anne tarafımın olay örgüsü mekân ve karakterlerin kurgusal olarak ilerlediği bir devam kitabı oldu.
İclal Aydın Kitap Kulübü’nün ilk erkek yazarısınız. Nasıl başladı, buradaki çalışmalardan bahsedebilir misiniz?
Sanırım 2017 yılıydı. Herman Kocht’un aynı adlı Romanından, Kees Prins’in oyunlaştırdığı Akşam Yemeği adlı oyunun çevirmenliğini Hummelick Stuurman Tiyatro Bürosu adına yapmıştım, Semaver Kumpanya oyunu İstanbul uluslararası tiyatro festivalinde sahneliyordu. Oyunun prömiyeri için İstanbul’a geldiğimde, D.E.U. GSF Tiyatro Bölümü oyunculuk ana sanat dalın ( o oyunculuk ben dramatik yazarlık ana sanat dalındanız) sınıf arkadaşım Gamze Süner Atay’ı, kendisine ait An Drama Oyunculuk Atölyesi’nde ziyaret ettim. Bana, elimde onun için tek kişilik bir oyun olup olmadığını sordu. Ben de o sıralar monolog olarak Bir Yara Bir Dilsiz Oda’yı ( ki kitabın adını sonradan sevgili İclal Aydın koydu) çalışıyordum. Gamze’ye yolladım okudu, beğendi, ancak bu metnin bir roman olmasının, daha geniş kitlelere ulaşmasının daha doğru olacağına karar vermiş olacaklar ki, yazar menajerliği de yapan o zamanki adıyla ‘Noname’ Tülin Berk Razı aracılığıyla Alfa Yayınları’na ulaştırıldı. Yaklaşık bir buçuk yıl sonra beni, bir gece sevgili redaktörüm Tolga Meriç aradı. İclal Aydın da okumuş ve çok etkilenmişti. Artemis Yayınları İclal Aydın Kitap Kulübü’nün içinde hep kadın yazarlar vardı. İlk erkek yazar olarak yer almamı istediler. Ben de kabul ettim. İclal Aydın son derece titiz bir çalışmayla editörlüğünü yaptı. Kadınlar kadar, erkek okuyucular da kitabı çok sevdi. Doğru yerde, doğru bir karardı.
Kadın ve erkek açısından aldatmak ya da aldatılmak temelinde yatan sorunlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Aldatmanın çok boyutlu bir olgu olduğunu düşünüyorum, bu konuda her bireyin neden ve deneyimi farklılık gösteriyor. Bu davranışın altında yatan psiko-sosyal dinamikler incelenmeli.
Kişisel tatminsizlik, duygusal ihtiyaçların karşılanmaması, bağlanma problemleri, özgüven eksikliği, heyecan arayışı gibi psikolojik nedenler yanında toplumsal normlar, sosyal çevre, iletişim eksikliği gibi sosyal ve çevresel faktörlerin de etkisi olabiliyor. Evet, çok boyutlu bir konu olduğu kesin. Ek olarak, bireysel değerler ve ahlaki inançlar da aldatma davranışını etkileyen önemli faktörlerden. Kişinin sadakat anlayışı, geçmiş deneyimleri ve yetiştirilme tarzı da bu konuda belirleyici olabiliyor.
Ayrıca ilişkinin dinamiği de büyük bir etken. Örneğin, uzun süreli ilişkilerde monotonluk hissi veya partnerler arasındaki duygusal mesafe, bazen aldatmaya zemin hazırlayabilir. Güç dengesi ve kontrol meseleleri de göz ardı edilmemeli; bazı bireyler aldatmayı bir üstünlük veya kontrol aracı olarak kullanabiliyor.
Yaralı iki kadını anlatan, güldüren, düşündüren, hüzünlendiren Terapi adlı oyununuzu büyük bir keyifle izledim. İzlerken kadınların olduğu kadar erkek izleyicilerin de oyunun içine çekildiğini hissettim. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Biraz oyundan bahsedebilir misiniz?
Kadınların yaşadığı zorlukları, güçlü duruşlarını, duygusal yolculuklarını anlatan oyunlar, sahnede derin izler bırakabiliyor. Özellikle de güldürerek düşündüren, hem hüzünlendiren hem de umut veren bir anlatım tarzı yakalandığında, izleyiciyi kalpten yakalayan bir deneyim ortaya çıkabiliyor. Burada bir parantez açalım, tiyatro her ne kadar oyuncunun sanatı olsa da, kolektif bir çalışmanın sonucu olarak izleyiciye ulaşıyor. Oyunculardan, yazara, yönetmenden, ışıkçısına, sahne tasarımına kadar bir ekip işi. Büyük emeklerle gerçekleştiriliyor.
Böyle bir oyun, yalnızca kadın izleyicilere değil, erkek izleyicilere de dokunabiliyorsa, anlatımın evrenselliğini, ekibin başarısını gösterir. Sonuçta insan hikâyeleri hepimizi etkileyebilir, yeter ki samimi, güçlü ve içten bir şekilde anlatılsın.
Sahnede ele alınan temalar, izleyicilere empati kurma fırsatı sunuyorsa, toplumsal meselelere daha geniş bir perspektiften bakmalarını sağlıyorsa, bu sanatın en değerli yanlarından (amaç) biridir. Tiyatro, sadece bir anlatı değil, aynı zamanda bir farkındalık yolculuğudur. Ne mutlu ki oyun, kadın erkek demeden izleyen herkesin dünyasında iz bırakabilsin.
Oyunun kurgusunun yanında başarılı oyunculukları da (Gamze Süner Atay ve Begüm Kütük Yaşaroğlu) ilave etmek istiyorum. Bütün bunların yanında seyirciyi her bakımdan bu kadar etkilemesinin nedeni yüzleşmeye cesaret edilemeyen gerçeklerin de gösterilmesinden kaynaklanıyor olabilir mi?
Şunu atlamayalım tabii, oyun Hollandaca yazılmış bir metin. Ben sonradan Türkçe’ye çevirdim. Tiyatro, izleyiciyi yalnızca eğlendirmekle kalmaz, aynı zamanda derinlemesine düşündüren hatta bazen rahatsız eden gerçekleri de sahneye taşır. İnsanların yüzleşmekten kaçındığı toplumsal, psikolojik ya da bireysel meseleleri doğrudan ve canlı bir şekilde sunarak onları duygusal ve zihinsel olarak etkiler.
Sahnede gördüğümüz bir karakterin acısı, çelişkisi veya yanılgısı, kendi hayatımızdaki benzer durumları fark etmemize yol açabilir. Bu da tiyatronun güçlü bir etki bırakmasını sağlar.
Psikolojik şiddetin yanında iki kadının birbirine ayna olmasını görüyoruz. Kadınların yaraları onları her zaman birleştirir diyebilir miyiz?
Hemen ekleyeyim; yeter ki empati kurulabilsin, durup birbirlerini gerçekten dinleyebilsinler.
Kadınların yaşadığı sorunları bu kadar derinlemesine ve gerçekçi sunmanızda psiko-sosyal danışmanlığınızın da etkili olduğunu düşünüyorum. Siz de buna katılıyor musunuz?
Ayrıca çok detaylı gözlem yapabilmek ve bu yetiyi geliştirebilmenin bir yazarın en büyük araçlarından biri olduğuna inanıyorum.
Sonuç olarak “Kadınların yaraları onları her zaman birleştirir. Kadını asla küçümseme” diyebilir miyiz?
Yaralar, acılar, mücadeleler çoğu zaman kadınları birbirine daha da yakınlaştırıyor. Ortak deneyimler, dayanışmayı, birbirini anlama gücünü artırıyor. Kimi zaman toplum baskısı, kimi zaman kişisel ya da masa (toplu) travmalar kadınları ortak bir dayanışma noktasında buluşturuyor sanırım. Bu yüzden kadın dayanışması, sadece bir destek mekanizması değil, aynı zamanda iyileşmenin ve güçlenmenin de bir yolu.
Oyun ve kitap yazarlığı aynı kulvarda görünüyor olsa da içerik ve yazım sürecindeki farklılıklardan bahsedebilir misiniz? Hangisi sizi daha verimli ve üretken kılıyor?
Dramatik yazarlık, bir sahneleme mantığına dayalı, hikâyeyi görsel bir dünyada anlatmayı amaçlarken, yaratıcı yazarlık daha geniş bir alanda, daha fazla anlatım tekniğiyle hikâye oluşturmayı amaçlar. Aralarındaki en büyük fark, dramatik yazarlığın “eylem odaklı” olmasıyken, yaratıcı yazarlığın “anlatı odaklı” olmasıdır. Ben Fakültede Tiyatro – Dramatik Yazarlık eğitimi almış olmama rağmen hayatım boyunca yaratıcı yazarlık alnında çalışmayı da çok seven biri oldum. Anlatacağım hikâyeye göre her iki türü de kullanmaktan aynı ölçüde zevk alıyorum. Hikâye hangi türde anlatılmak istediğini bana bir şekilde baştan söylüyor zaten. Ancak ilginç bir şey daha var. Sanırım bunu da söylemeden geçemeyeceğim. Bodrum Terzisi’ni ilkin Tiyatro oyunu olarak yazdım. DT edebi heyetinden geçip repertuara da alındı. Sonradan hikâyenin roman olarak da kurgulanıp daha geniş bir çerçevede anlatılabileceğini keşfedip yeniden yazdım.
Son bir soru, Türk tiyatrosunu hangi noktalarda görüyorsunuz?
Gelenekselden moderne, yerelden evrensele kadar geniş bir yelpazesi olan Türk tiyatrosu, köklü bir geçmişe sahip uzun yıllar boyunca farklı evrelerden geçerek gelişmiş. Günümüzde, hem geleneksel unsurlarını hem de modern anlatım biçimlerini bir arada barındıran dinamik bir tiyatro anlayışına sahibiz. Her ne kadar Türkiye’de maddi ve manevi anlamda tiyatro yapmanın zorlukları olsa da, Türk tiyatrosu son derece başarılı bir seviyeye ulaşmış ve bilinçli bir izleyici kitlesine sahip. Günümüzde hem geleneksel formlar hem de yenilikçi, deneysel yaklaşımlar bir arada varlık gösteriyor. İzlediğim kadarıyla sahnelenen oyunlar, toplumsal mesajlar verirken aynı zamanda estetik anlamda da izleyiciyi tatmin ediyor. Tiyatromuz, bir özgürlük alanı olarak, toplumsal, kültürel, politik söylemler üretmeye devam etmekte. Ne diyeyim ‘Çok Yaşasın, Hep Yaşasın Tiyatro’.
Değerli yorumlarınız ve katkılarınız için teşekkür ederim.
Daha fazla Panzehir Söyleşiye buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.