MENEKŞENİN SOLDUĞU AKŞAM
“Bir pencere yalnızlığımın olduğunu düşünüyorum. Yanı başında oturduğum zaman, dışarıya açılan bir dünyam var. Camdan dışarıya her baktığımda kendimi ve ben de olmayan her şeyi görüyorum. İçimi yansıtmasa da benim dışımda gelişen her şeyi yüzüme vuruyor. Tül ve perde. Annemin bana layık gördüğü gelinlik modeli. Pencereyi her açtığımda tülün etekleri tutuşuyor. Perde dediğim kabarık bir tarlatan.”
Bu yekpare akış, durgun, derinden…
Her aynada yalnız kendi görünen
Bu yüz ve şifasız hüznü eşyanın
Kendi cevherinde mahpus bir ânın
Dağıttığı dünya hep yaprak yaprak,
Dalgın, unutulmuş sesleri uzak
Eşik, Ahmet Hamdi Tanpınar
Bir pencere yalnızlığımın olduğunu düşünüyorum. Yanı başında oturduğum zaman, dışarıya açılan bir dünyam var. Camdan dışarıya her baktığımda kendimi ve ben de olmayan her şeyi görüyorum. İçimi yansıtmasa da benim dışımda gelişen her şeyi yüzüme vuruyor. Tül ve perde. Annemin bana layık gördüğü gelinlik modeli. Pencereyi her açtığımda tülün etekleri tutuşuyor. Perde dediğim kabarık bir tarlatan.
Gün yüzü hiç görmediğimden, kalın ve siyah perdenin tavandan yere kadar uzanan boyunu kalorifer peteğinin hizasına kadar kestim. Tıpkı kara saçlarımı kestiğim gibi. Komşunun bahçesindeki “Erkek ağaçlarla konuşuyorum” diye annem eline makası alıp saçlarımı kesecekti. “Kel kör, kendi işini kendin gör” diyerek annemin saçlarımı kesmesine izin vermedim. Annemin en son saçlarımı ne zaman okşadığını hatırlamıyorum bile. Koyun kırpar gibi saçlarımı kestiğinde erkek çocuklarına benzeyecektim. Kırkılmış koyun olmayı kim ister? Haklı ya da haksız olduğumun hiçbir önemi yok. Her türlü cezalandırılacağım için doğru bildiğimden şaşmıyorum. Boyumdan büyük işlere karışmak ruhumda var. Kısa olan her şeyi uzun uzun anlatmayı seviyorum.
Herkesin penceresi iki kanat iken penceremin bir kanadı var. Tutunacak bir dalı olmayanlar gibi. Bu hayatta hiçbir şeye tutunamayanlardanım. Ne zaman camdan dışarıya bakacak olsam annemin “Biri görür laf eder” azarlamaları yüzünden hep pencerenin arkasında durdum. Her şeye uzaktan bakıp izleyerek yaşadım. Biri görür. Görürse görsün. Benim görmediğim beni görse ne olur, görmese ne olur? Bu el alem dedikleri kim? Kadın mı? Erkek mi? Kaç kişi? Kim oldukları hakkında hiçbir bilgim yok. Her kimse, herkesi olduğu kadar beni de tanıyor olmalı. Kim olduğu da umurumda değil.
Okulda teneffüse çıkan çocuklar gibi ara sıra odamdan mutfağa gidip tekrar odama geri dönüyorum. Möbius şeridine hapsolmuş karınca gibiyim. Sürekli antredeki halıya takılıyor ayaklarım. Bir adım atıyorum yine beni engelliyor. Üzerinde gezinirken halının püskülleri hiç bozulmayacak. Halı da, mısır gibi püsküllü bela. Hani saçlarımı kesmemiş olsaydım ne güzel tutkulu perçemlerim olacaktı. Salına salına gezecektim evin ortasında.
Annem evden bir gitse de halıyı rulo yapıp duvara yaslasam. Halı kadar değerim yok. Beni sarıp sarmalayacak, başımı omzuna koyabileceğim, sırtımı dayayabileceğim duvarım bile yok. Halı deyip geçmiyorum. Onun kadar renkli bir hayatımda yok. İnadına yeşil demem belki de bu yüzden.
Evimizin, Jeremy Bentham’ın hapishanesinden bir farkı yok. Annemden daha iyi bir gözetmen tanımıyorum. O varken, kimsenin evimizi ya da bizi gözetlemesine gerek yok. Hücre hapsi yaşadım bunca yıl. Hiçbir arkadaşımın evine gidemedim. Açık görüş günlerimde hiçbiri evimize gelemedi. Sonrası kapalı görüş işte. O günden sonra hiçbir konu hakkında görüşümü dile getiremedim. Gördüğüm göreceğim her şey bundan ibaretti. Her zaman gecenin dar vaktinde açtım penceremi. Tülün arkasında ayı gördüm. Sanki şartlı tahliye edilmiş bir mahkûmu gördüm. Birinin bana yazacağı yoktu. Kendi kendime adımı gökyüzüne yazdığımı gördüm. En iyi yazar olan yaratanın benim için yazmadığını yazdığımı gördüm.
Jane Elliott’un Blue Eyes, Brown Eyes testindeki öğrencileri gibi annemin mavi ve kahverengi gözlü çocukları vardı. Evin sokağa açılan erkek pencereleri yuvadan uçup gittiler. Kahverengi gözlü olarak kalabalığın içindeki yalnızlığımı gidermek için kendime papağan aldım. Yeşil mi yeşil. Benimle konuşsun diye. Adını Haktan koydum. Hiçbir şeye eyvallahım yok. Her şey haktan eyvallah. Kimi insan evinde evcil hayvan besler ya anneme sorsanız o da evde gelincik besliyormuş. Neymiş efendim gelin olamamışım. İzin verseydi öyle güzel gelin olurdum ki. Hani beni beslediği de yok yani. Babamın ölümünden sonra dul aylığı alıyor ya gözü yine de benim yetim aylığımda. Gelincikmiş… Eğer gelincik olmak gibi bir şansım olsaydı yağlı boya tablosunda gelincik olmak isterdim. Bugüne kadar istediğim ne oldu ki? Bundan sonra da olsun.
Kaç gecedir gözüme uyku girmiyor. Duvardaki saatin pilini değiştirmiyorum. Saat hep altıyı çeyrek geçiyor. Babamın gittiği zamanı, bir de zamanın hiç geçmediğini biliyorum. Gerisinin hiçbir önemi yok. O yüzden bende her şey yarım ya da çeyrek geçiyor. Hayatın içinden geçerek yarım kalmak gibi. Köstek sadece saatte olmaz. Annem her zaman, her konuda bana köstek oldu. Kurduğu her masaya ya yarım ekmek koydu ya da çeyrek ekmek. Hepsi de kuru benim gibi. Hiç bütün bir ekmek görmedim masada. Ekmeği alıp getirirken gördüm sadece. Bir gün kısık ses tonumla anneme sordum.
“Her defasında masaya ekmeği yarım olarak neden bırakıyorsun?”
Kaşlarını çatarak “O zaman sen de evlenseydin böyle yarım kalmasaydın” dedi. Yediğim her lokmanın boğazıma dizilmesi ve yavan gelmesi hep bu yüzden.
Herkes kapıyı vurup çıkar ya. Benim için kapının vurması sadece bir tık. Bilirim ki annem kapının arkasında. Bizim evde kapı sadece bir kere vurulur. Bir kere. O bir kerede bile kapı dile gelir, benden ses çıkmaz. Annemi her zaman asker gibi ayakta selamlarım. Gittiğinde öyle bir vurur ki kapıyı, yer yerinden oynar. Tül ve perde uçuşur. Aklım gider. Korkumla arkasından “Biraz yavaş kapıyı kapat. El alem duysa ne der” diyemem. Ondan kalma her şey işte. Yine geldi başıma bu el alem. Allah geleni, gideni, arkamdan söyleyeni bildiği gibi yapsın. Herkes annemin kapı arkasında beklediğini bilir. Bizim kapıyı çalmak da her babayiğidin harcı değildir. O yüzden birinin kalbime girmesine izin veremedim. Öyle bir durumda annemin beni ensemden tuttuğu gibi kapı önüne koyması an meselesidir. Babamın evden gidişi takdir-i ilahi. Benim evden gidişim ise annemin iki dudağının arasından çıkacak tek bir kelimeye bağlı. Bu yüzden Allah’a olan bağlılığımı bazen sorguluyorum.
Az önce, ara sıra odamdan çıkıp mutfağa giderim dedim ya. Bir su bile içecek olsam hangi bardaktan içeceğimi defalarca düşünürüm. Bardağın elli çeşidi, hiç gelmeyen misafire ayrılmış. Gelenin, gidenin olduğu da yok ya. Su içecek bardağı bulmak için kapı kapı dolaşır gibi mutfak dolaplarının bir kapağını açıp diğerini kapatıyorum. O bile bizim evde zaman kaybı. Zaman denilen şey boşa akıp gidiyor işte. Musluktan akıp giden su gibi, ben içmesem de olur. Bir bardağı bulmak bile bu kadar meseleyken benim birini bulmam söz konusu değil.
Annemin en iyi bildiği şey eline iki şiş alıp torunlarına yelek, hırka ve kazak örmek. Hele bir de ipi boynuna dolayışı var ki; sanırsınız saçlarımı birbirine doluyor. İpi boğazıma da dolayabilir. Bilemiyorum. O şişlerin birbirine sürtünürken çıkardığı sese tahammülüm olmadığını bildiği hâlde yıllardır inadına örmeye devam ediyor. Sanki beni şişliyormuş gibi hissediyorum. Susuyorum. Aslında göründüğü gibi değilim. O kadar çok adım atıyorum ki yol almak için. Herkes benim yerimde saydığımı düşünüyor. Oysa olduğum yerde herkese birer birer sayıyorum.
Annem için su satmıyoruz ile susatıyoruz arasında pek bir fark yoktur. Benim için aralarında doldurulmaz kocaman bir boşluk vardır. O boşluk tek bir boşluktan ibaret olmasa gerek. Tıpkı annem ile aramızdaki koca boşluk gibi. Uzun zamandır mutfakta pencerenin önündeki menekşelerin kurumasını istiyorum. Bazı zamanlar solsun diye annemden gizli gizli çiçekleri suluyorum. O kadar suluyorum ki susuz kalmasınlar istiyorum. Belki de bir daha açmasınlar istiyorum. Yeşili çok sevmeme rağmen kurusun istiyorum. Yarım ekmek gibi. Benim gibi kurusun.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.