CAMDAN HAYAT
Üç beş kişinin yerinden zor kaldırdığı, is tutmuş pekmez kazanlarının altına odunlar sürüldü, karşı tepedeki binanın kırık dökük kiremit çatısından mevsimin ilk dumanı kıvrıla kıvrıla, incecik yükseldi.
Bir süredir güneşin korsan koyun karşısındaki tepenin ardında kıpkırmızı batışından, geceleri uykumun arasında sırtımın hafif hafif üşümesinden belliydi. Köyüme sonbahar gelmişti. Buranın mevsimleri başka yerlerin takvimlerine pek riayet etmez, başına buyruk bir zamanda ansızın geliverir. Bütün yazı deliksiz çivit mavi geçiren gökyüzünde bir anda parça parça bulutlar gezinmeye başlar, hala sarı sıcak bir güneş gündüzleri yakarken, akşamın serinliği odun ateşi kokusuyla birlikte ortalığı sarar. Bir sabah, gürültücü telaşlı tatilciler buralara hiç uğramamış gibi aniden ortadan kayboluverir.
Aylardır yana kavrula hasretle beklediğim yağmur mevsimi apansız indirir değneğini köyümün üstüne.
Kıyıları durmadan döven deniz, aylar süren derin bir uykuya yatar. Akşamları tepeleri sarmaya başlayan sis, usul usul aşağı mahalleleri ele geçirip bağdan bahçeden önüne kattığı odun, toprak, tezek; bulduğu ne kadar koku varsa koparır sokaklara dağıtır.
Bundan sonra yakındır; güneşin eskittiği, yıldırdığı canı kaçmış, yaprakları sarkmış ağaçlar haftalarca yağan buz gibi yağmurlarla yıkanacak, bahçeler önce sarıya, sonra kızıla sonra da kahveye boyanıp dökülen yapraklar birer birer ıslak toprağa bulanacak. Yüklerinden kurtulan ağaçlar, tam da öldü sandığımız anda çıplak dallarından sular yürütüp kışın ayazından korumak için kabuklarının altına sakladığı ilk tomurcuklarını oluşturmaya başlayacak.
Yine böyle bir zamanda tanışmıştık en yakın arkadaşım Zorro’yla. Sessiz ve serin bir gecede yazın kavuran güneşinden canını kurtarıp çaktırmadan çiçeklenmeyi başaran yarpuz otlarının kokusu havaya karışırken çıkmıştı karşıma.
Hala tüm yürüyüşlerime ayaklarımın arasında dolanarak eşlik edip sokağın bitimindeki duvarın üzerinden uzaklaşmamı izliyor sürmeli gözlüm. Tekrar eve dönüşümde de her nerede saklanıyorsa fırlayıp sabaha kadar hiç sıkılmadan sokak kapısının önünde beni bekliyor. Ne vefa ama. İnsanlarda pek rastlanmayan türden.
Akşamları Zorro’yla uzak mahallelerin evleri arasında yürüyoruz. Koyu karanlıklar içinde parlayan ışıkların üstünü buğulu bir perde örtüyor yavaş yavaş. Soluk turuncu lambaların aydınlattığı tenha sokaklar köpeklerin tekinsiz havlamalarına yataklık ediyor artık. Bence Zorro da mutlu benim kadar bu ıssızlıktan. Artık canının istediği bahçede kimse kovalamadan rahatça takılabiliyor. Ta ki bahçelere kurutulmak için serilmiş tarhanaların arasına dalana kadar. O zaman köteği yiyip yine yanımda alıyor soluğu kadife kafalım.
Zorro, Rıza ve ablam burayı bana bu kadar çok sevdiren.
Ablam bin bir kararsızlıkla görünüyor bahçe kapısında yine. Başını sonunu takip edemediğim; acaba öbür ayakkabılarımı mı giysem, kedilere daha çok mu mama versem, ilaçlarımı yanıma mı alsam silsilesiyle yıllık belirsizlik limitimizi hızla dolduruyor. Gerçek bir abla gibi tavsiyeleri ve beni düşünmeleri bitmiyor. Eve geç kalsam balkonda bekliyor, yemek yemediysem elinde yemek tabağıyla kapımı çalıyor. Aklımdan bile geçmeyen inceliklerle tüm sevdiklerine sahip çıkıyor. En önemlisi de ne yaparsam yapayım yanlış anlamıyor ve beni olduğum gibi seviyor. Ben de seni her halinle seviyorum abla.
Rıza buraya taşındığımız günden beri arkadaşım. Bu yaz sonu kendinde biraz değişiklik yaptı, o yakıcı sıcaklarda haftalarca üst üste giymekten birbirine yapışmış gömleklerini çıkardı. Çok sevdiği çiçekli gömleğini çekmiş sırtına karşıdan geliyor. Dirseğine kadar gelen renk renk bileklikleri, illaki kulağının arkasına sıkıştırdığı çiçekler ve boncuk mavisi gözleriyle yüzü gülüyor yine. Beni ne zaman görse “Çay içelim” diyor. Gidip çay içiyoruz her defasında. Anlattıklarının çoğunu anlamıyorum ama fark etmez. Bu gülen gözleriyle çoğu kişinin zırvalarından daha iyi şeylerden bahsediyordur kesin.
Geçenlerde deli bir yağmur yağdı. Rıza’ya yanlışlıkla merhaba diyen hadi şurada oturalım davetinden kurtulamadığından yine bir çay bahçesinde yağmura esir düştük beraber. Üstü kapalı alanın teneke damını döven damlalara Rıza’nın sesi karıştı bir süre sonra. Tek kelimesi bile anlaşılmayan şarkıyı, duyanın kalbini yakan derin bir acıyla söyledi sonra gitti buğulu cama tek bildiği kelimeyi adını yazdı. Ardından dışarı çıktı, yerde birikmiş çamurlu suların içinde çocuk gibi sevinçle sağa sola koşturup hem kendini hem bizi sırılsıklam etti. Islak, soğuk ve cam gibi temiz bir geceydi. Rıza’nın önce kederi, sonra neşesi bize de işledi, bir anda herkes birbirini ıslatmaya başladı. Sanki çok yıllar önce tam hatırlamıyorum, belki de üniversitedeki ilk yılımdı bana yine böyle bir gece yaşamışım gibi geldi. Neşeli, taze, kafa kağıdımızın henüz bir sürü çizikle dolu olmadığı, eğlendiğimiz, hala her şeye umutlanabildiğimiz yıllar. İnsanın içinde hafifçe eski günlere ait unuttuğu bir şeyler kıpırdanıyor bazen. Zamanın bir yerinde kaybettiği, derin derin özlediği yine de adını bir türlü bulup koyamadığı bir duygu değip geçiyor içinden. Çoktan ışıltısı sönen gençlik günlerimizin saf neşesi, ya da hayatın giriş kapısının önündeyken kurulabilen büyük hayallerin heyecanı gibi.
Bazen hiç olmadık yerde eskilerden bir koku, birkaç nota, ya da suratıma çarpan keskin bir rüzgâr kapımı çalıyor. Soğuk bir günde geçtiğim sokaktan burnuma gelen o çok tanıdık kavrulmuş soğan kokusu gibi. Gidip kapıyı açıyorum, bir sene kaldığım yurdun koridorlarına düşüyorum tekrar tekrar. Mevsim yine böyle bir sonbahar, hava kapalı ve soğuk. İçimde ilk kez yalnız kalmanın ve farklı bir şehirde olmanın heyecanı. Her odadan ayrı bir ses geliyor, tuvaletin önünde sıra bekleyenler, yemekhaneden yukarı katlara yayılan yemek kokusu, merdivenlerde koşturanlar, sürekli çalan öğrenci telefonu. Gözlerimi acıtan yaşlarla odamızın kapısından içeri bakıyorum. Her şey yıllar önce bıraktığım gibi duruyor. Ne çok özlemişim. Sanki bir adım atsam geride kalan otuz beş yıl hiç yaşanmamış gibi odaya dalıp kızlara o gün okulda neler olduğunu anlatmaya başlayacağım. Leyla ve Berna masaya kapanmış proje çiziyor, Gülbin mutlaka bir şeyler atıştırıyor, Betül ve Nuriye’yle ranzanın üst katındaki malikanemde her akşam üstü olduğu gibi çene çalıyoruz. Betül illaki manyak bir olay anlatıyor, kızlarla deli deli gülmemizden ranza sallanıyor ve Nuriye’nin alt kattaki yatağıyla duvarın arasına sıkıştırdığı makyaj kutusu illaki yeri boyluyor, bir hışım söylene söylene yere dökülenleri topluyor.
Vakti geliyor, biraz sonra çıkıp her akşam yaptığımız gibi Edirne sokaklarını turlayacağız. Altımızda bol kot pantolonlar, aynı bollukta örgü kazaklar ve deri ceketlerimizi giyip çıkıyoruz.
Önce Selimiye’nin önünde topun yanındaki duvarda oturuyoruz. Bacaklarımızı aşağı sarkıtıp oradan buradan işe yaramaz şeyler konuşup laklak yapıyoruz; aşağı bahçeler her akşam saati okul çıkışı uğrayan öğrencilerle bayram yeri. Arada Sera’ya inip çay içiyoruz, postane önünde oturup Zogo’ya takılıyoruz. Her birimizin bizden haberi bile olmayan uzak mesafe bir sevdiği var mutlaka. Sürekli onu anlatıp gittiğimiz her yerde belki gelir diye yolunu gözlüyoruz. Beyhude ama hevesli işler işte.
Arada bellediğimiz birkaç otelin lobisine uğrayıp vicdanımız sızlamasın diye yanımızda getirdiğimiz ama hiçbir zaman kapağı açılmayan ders kitaplarını üst üste sıralıyoruz. Çıtır çıtır yanan şömine karşısında kadehlerimizi çarpıştırıyoruz. Tabii böyle akşamlarda diğer akıllı uslu kız kardeşlerimiz gibi yurdun saat dokuzda kapanan kapısından değil, bodrum kattaki penceresinden geç saatlerde gizlice giriş yapıyoruz. Sokaklardaki o az önceki korkusuzluğumuzdan eser kalmıyor, kimselere görünmeden sessizce odaya kendimizi atmak için ecel terleri döküyoruz. Yoksa sonu disipline verilmek ve yurttan atılmak olacak. Normalde korkulmayacak her şeyden korkan ben, sonu büyük belaya varacak bazı işlerden neden korkmuyorum acaba?
Böyle böyle sarı kırmızı yaprakları savrularak en çok da haşmetli Selimiye Camiinin tepedeki bahçesinden şehrin ışıklarını seyrederek güzelim bir sonbahar geçiyor. Soğuktan buz tutan camlarıyla yurt ve okul binası arasında zorlu, bembeyaz ama rüya gibi bir kış.
Havada uçuşan erik çiçekleriyle ilkbahar geldiğinde ben hariç arkadaşlarımın hemen hepsinin hayatına yeni aşklar giriyor. Artık kız kıza takıldığımız maceralı günlerin yerini ailemize yeni katılan üyelerle birlikte Söğütlükte yapılan daha ağırbaşlı piknikler alıyor. Sonunda ilkbahar da bitiyor.
Bazı zamanları sözle anlatmak mümkün değil, içinde hasret çekmekten insanın canını yakan bin tane hatıra var. Bizden sonra neler gördü neler işledi o yurdun duvarlarına kim bilir? Bizim gibi birbirini çok seven ve sonra birbirini şiddetle silen çocukları oldu mu tekrar acaba? Bence her duvarın mazisi, gördükleri ve içine hapsettikleriyle bir roman olmalı.
Ellerimizde bir sürü bavul ve eşyayla odaya ilk girdiğimiz gün Leyla ayrıldığı anne babasının arkasından hüngür hüngür ağlıyordu. Bizden ayrılırken de aynı şiddette ağladı. Her ayrılıkta biraz ölüme benzeyen bir duygu var sanki. Bir daha hiçbir zaman göremeyeceğin kişiler için hikâyenizin sonuna gelmiş ve bir anlamda ölmüş oluyorsun. Hayat bir varmışız bir yokmuşuz hikayelerinden ibaret. Önce şehirlerin sokaklarına hararetle, hevesle yayılan canlı rengarenk görüntülerimiz, zamanı dolunca istemeyerek de olsa yavaşça silikleşip başka hikayelere ya da hikayelerin son bulduğu yerlere uçup gidiyor. Şimdilerde bizim özlemle, biraz da kederle gençlik günlerimizin izlerini aradığımız o sokakları yeni başlayanların heyecanı sarmış. Sıra onlarda. Şevkle, heyecanla yazın güzel hikayenizi. Yazın ki yıllar sonra bu sokaklara dönüp geldiğinizde bastığınız her kaldırım taşı size buralara bıraktığınız o gençlik ruhunuzu fısıldasın.
Zaman…
Sonu olmayan bir film şeridi gibi iyi ve kötü anlar geçiyor gözlerimin önünden; Zorro’nun yumuşak başını dizlerime dayaması, Rıza’nın eğlendiren saf neşesi, ablamın hakiki bir ablayı mat edebilecek ablalığı, üniversitedeki ilk gençlik yıllarım, satırlarca anlatılamayacak iyi ve kötü dostlar, sırtımı huzurla dayadığım kardeşlerim ya da kardeşim bilip sırtımdan yaralayanlar, anlayış ve vicdanının kıtlığına ya da beni nasıl bu kadar sevdiğine hayret ettiğim insanlar, aldanmışlıklar, hayal kırıklıkları ya da büyük sevinçler ve umutlar, hayatın bir büyük hediyesi ailem, insanı oradan oraya savuran ve ne vakit bu yaşa kadar gelmişim dedirten yıllar.
İnsanın bazen esrarlı, bazen ışıltılı, bazen de isli ve yer yer kırık bir camın arkasından seyredermiş gibi zaman zaman kendisinin bile yaşadığından şüphe ettiği büyülü masallara benzeyen aklına çakılıp kalmış bazı anlar.
Kaybetmekten ödümün koptuğu sevdiklerim zarar görmesinler diye avuçlarımın içinde sakladığım, zaman zaman fazla sıkmaktan ellerimi kanatan, çoğu hatırasına ve dostuna vefayla bağlı olduğum, en çok da yağmur yağarken elimde bir kahveyle arkasından bakmayı çok sevdiğim ince, narin, kristalden bir camdan hayat.
Üniversitedeki ilk yılımızın son günü, her zaman gittiğimiz kafenin bahçesi. Kardeşliğimizin asla bitmeyeceğine olan inancımızla ne kadar da mutlu gülmüşüz o son fotoğrafta. Betül, Nuriye, Cemil, Tuncay, Özgür ve ben. Ertesi gün birbirimizden hiç kopmamak yeminleriyle gözlerimiz yaşlı sarılıp şehirlerimize dağılmışız.
Zaman Özgür ve Betül’ü Amerika’ya, Nuriye’yi Almanya’ ya, Cemil’i hep kaybeden olduğunu sandığı bir hayata, Tuncay’ı bir evlat kaybına ve birbirimizi asla bağışlamayacağımız küslüklerle çok uzaklara atmış.
Sene 1989. O yıl yurttaki odamızda hep aynı şarkı çaldı.
Geldiğimizde otlar yemyeşildi
Ve kuzeydeydi güneş
Kömür deposu boşaldı işte
Mamak’a sonbahar geldi
Bu bir ömür boyu kendimize bile geçememiş nazımızın sevdiklerimizin kapılarından da geri döndürülen bir unutuluş ve kabullenişin hikâyesi.
Ahhhh…
Bana unuttum demeyin.
Kalkın o toprağın altından.
Hepinizi çok özledim.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.
Satırları s onun anılarıydı belki ama satır aralarında kendi unuttuk unuttuğum anilarimi hatırlattı, içine aldı keyifle hissederek okudum
Harika tasvir…. Mükemmel….. Kendimi buldum….
Okadar keyifle okudum ki.. Kaleminize sağlik. Daha çok yazilarinizi okumak isterim..
Sonbahar, namı değer hazan mevsimi insanın içindeki özlem duygularını artırır derler. ‘Camdan Hayat’ da sanki bunun altını çizer gibi. Sanki başrolünde yazanın kendisi değil de bizzat biz varmış gibi hissettiren bir yazı. Eminim okuyan herkes yaşanmış olan masumiyet zamanlarına gidip gelmiştir…