GÜRCAN BANGER’LE SÖYLEŞİ
Leyla Geridönmez; Hayat Esnaf Lokantası, En Uzak Şehir, Günbatımı Kahvehanesi adlı öykü kitaplarıyla tanıdığımız yazar Gürcan Banger’le Panzehir Dergi için keyifli bir söyleşi gerçekleştirdi.
ÜRETKEN BİR YAZARIN İZİNDE…
Elbette tüm röportajların başlangıcında olduğu gibi ben de size aynı soruyu yönelteceğim. Gürcan Banger kimdir? Bu sorum yaşınız ve doğduğunuz yer gibi kimlik bilgilerinizi öğrenmekten çok kendinizi nasıl tanımladığınız ve bu dünyada bulunuş sebebinizi (isim koyduysanız tabii ki) nasıl açıkladığınız ile ilgilidir.
Geriye dönüp baktığımda hayatımı betimleyen şeylerden birinin öğrenci kimliği altında okul olgusunu sevmeyişim olduğunu kavrıyorum. Diğer yandan kendi başıma zaman sınırı olmadan yoğun çalışmayı, alan sınırlaması olmadan merak etmeyi, araştırmayı ve yazmayı daima sevdim. Otorite ile sorunumu ortaya koyan, başımdan geçmiş yeterli sayıda örnek olay hatırlıyorum. İyi okullarda eğitim gördüm ama öğrenme konusunda başarılı olmamda eğitmen olarak nitelikli insanlarla karşılaşmamın önemi daha büyüktür. Üniversite derslerimde onların bu niteliklerini örnek almaya çalıştım. Bu süreç herkesin tanıdığı şekliyle beni “Hoca” unvanı ile etiketledi. Kendimi genelde mühendis gibi hissetmedim ama araştırma ve yazma uğraşılarımda mühendislik eğitimi almış olmanın imkânlarından fazlasıyla yararlandım. Kamuya açık bir etkinlikte “Sen kimsin?” sorusunu bir an bile düşünmeden “yazar” olarak cevaplıyorum. Yazarlık benim karakterimdir.
Mühendislikle başlayan iş yaşamınıza kürsülerde verilen derslerle devam etmiş ve bunlarla beraber üretimin olmazsa olmazlarını hayatınıza ekleyerek çoğalmışsınız. Yazdığınız kitaplar ilk başta teknik alanlarla ilgili iken daha sonra kişisel gelişim, şiir ardından hikâye-öykü gibi dallar ile devam etmenizin bizi gıpta ve şaşkınlık arasında bir yerde bıraktığını söylemeliyim. Kendi yazma alanımla (öykü) ilgili olduğundan dolayı özellikle okuyup üzerinde durduğum son üç eseriniz Hayat Esnaf Lokantası Aralık 2022’de, En Uzak Şehir Aralık 2023’te ve Günbatımı Kahvehanesi Ekim 2024’te basıldı. Bu üretkenliğinizi neye borçlusunuz?
İtiraf etmeliyim ki, boş zaman geçirdiğimde kendimi ‘suç işlemiş’ gibi hissediyorum. Yazmak, enerjimi sağlıklı bir şekilde tüketmek için değerli bir kanal fonksiyonunu yerine getiriyor. Bu anlamda sıklıkla yazmanın benim için ‘düdüklü tencerenin emniyet supabı’ olduğunu söylerim. Üretkenlik konusunda soru veya tespitlerle sıklıkla karşılaşmama rağmen kendimi bu türden bir sıfatla nitelemiyorum. Merak etmek, araştırmak, konularda üzerinde sistemli düşünmek, yazmak ve edindiklerimi farklı ortamlarda sunum halinde paylaşmak benim hayatımın normali. Hep böyle oldu. Konu seçerken yeni ve farklı olanı bulmaya çalışıyorum. Önceki yıllarda bunu bilim ve teknoloji alanında yaparken şimdilerde edebiyat ve kurmaca konusunda yeniliği ve farklılığı yakalamaya çalışıyorum. Bu da yazdıklarıma yansıyor. Hiç kuşkusuz küresel alana erişmekte yabancı dil bilmenin vazgeçilmez katkısının altını çizmeliyim. Edebiyatı üretmek sadece duygularla yapılabilen bir şey değil; bu tür uğraşı, sanat (yetenek) ve zanaat (teknoloji) gibi iki ayrılmaz unsura sahip olmalıdır. İşin zanaat kısmı ise öğrenilmesi, geliştirilmesi ve yenileştirilmesi gereken yapı, anlatım tarzı, form ve dil gibi unsurlardan oluşuyor.
Evet, gelelim Günbatımı Kahvehanesi ile ilgili sorularımıza. Eserinizi okuduğumda şöyle bir ayrımın olduğunu gördüm; ilk dört öykünüz hem isim olarak bir, iki, üç, dört diye belirtilmiş hem de kendi içinde birbirine sıkıca bağlanmış. Yine Odada Dört Kişi ve Yılın En Büyük Ödülü ikili bir öykü olarak ele alınmış. Bu birbirinin devamı niteliğinde olan öykülere son örnek ise isim bağı ile Bir Aşk Hikâyesi ve Bir Başka Aşk Hikâyesi diyebiliriz. Bu öyküler okuyucunun nezdinde paralel ilerleyen öyküler. Bunların yazım sürecinde nasıl bir yol izliyorsunuz? Bunlar ayrı zamanlarda birbirini doğuran fikirlerden mi çıkıyor yoksa eşzamanlı olarak mı yazılıyor?
Günbatımı Kahvehan
esi’ndeki ilk dört öyküyü oluşturan topluluk için ilk düşüncem, bir öykü ile başlamak ve sonra da bu öyküde yer alan karakterlerin bilinmeyen yaşamlarına farklı öykülerde sürdürmek yönünde idi. Bir “nehir öykü” denemesi yapmak istedim. Bunu yaparken de monoton bir akış yerine sürprizleri, beklenmedik gelişmeleri olan öyküler tasarladım. Olay örgüsü olarak benzerlik taşımasa da, ilk öykü fikrini ilham veren roman, Pascal Mercier’in Lizbon’a Gece Treni oldu. Gene olay örgüsü benzerliği olmamakla birlikte; öykülerden birinin ana fikri, “Dino Buzatti”nin Tatar Çölü romanından geldi. Oradaki “gelmeyecek olanı beklemek” duygusundan çıkarak yazdım. “Nehir öykü” formunda olmakla birlikte her öykünün tek başına da okunabildiği ikili öykü örneklerini Hayat Esnaf Lokantası ve En Uzak Şehir’de de yazmıştım. Günbatımı Kahvehanesi’nde, Odada Dört Kişi ve Yılın En Büyük Ödülü, ayrı ayrı veya birbirine bağlı olarak okunabilecek bir ikili öykü formu. Nehir türünde öykülerimin farklılığı, ilk öykünün devamında kurmacanın tamamen farklı bir içerik ve anlatım tarzı ile devam etmesidir. Her üç kitabımdaki öykülerimde beklenmedik tuzaklar, şaşırtıcı sonlar, tuhaf durum ve olaylar, tekinsiz atmosfer, güvenilmez çoklu anlatıcılar, farklı anlatım teknikleri ve tür denemeleri dikkat çekicidir. Düzenli olarak günlük gazete köşemde ve dergilerde yazıyorum. Sıklıkla izleyici karşısında sunum yapmak gerekiyor. Yazmak için esin gelmesini beklemem. Aklıma gelenleri, akıl defterime not alıyorum. Kurmaca yazma kararı aldığımda bilgisayarın başına oturuyorum. Planlı ve hedefli çalışırım; bu da beni verimli kılıyor. Kurmaca fikri bulmak için (Yaratıcı Problem Çözme Teknikleri kitabımda anlattığım) yaratıcı düşünme tekniklerinden yararlanıyorum.
Tekinsizlik denildiği zaman günümüz yazarlarından ilk aklıma gelen isimlerden biri oluyorsunuz. Hayat Esnaf Lokantası kitabınızda Affan karakteri ile yakaladığınız “biri bizi izliyor mu acaba” diye dönüp dönüp arkamıza baktığımız, o kayıp giden, kum gibi dağılan kurgunuz Günbatımı Kahvehanesi kitabınıza da sızmış. Bazen kahvehanedeki insanın, bazen sisler arasında saklanmış tamirci dükkânının, bazen büyük biraderin varlığı çatırdayarak yıkılabiliyor gözlerimizin önünde. Elbette tekin olmayan bir dünyada yaşadığımız gerçeği yadsınamaz. Özellikle kurgu ve mekân kurarken okuyucunun zihnini zorlamanızın altında yatan sebebi öğrenebilir miyiz?
Ne yazık ki konfor bölgemizden çıkmadan öğrendiğimiz veya öğretilen ezberlerle yaşamayı tercih ediyoruz. Bu da bize göre kolay hatta tembel cevaplar üretmemize neden oluyor. Değerli olanın sorular olduğunu düşünüyorum. Doğru sorular olmazsa doğru cevaplar da olamaz. Kendini ifade etmek gibi soru sormak da insana özgü bir fonksiyondur. Bu nedenle yazdığım kurmaca ile yaşamın her alanında sorulara yola açabilecek kuşkular, tekinsizlikler, belirsizlikler oluşturmaya çalışıyorum. Basit olarak söylersem matematikte 2+2 = 4 etse de hayatın içinde böyle olmadığı sayısız durumlar var. Bildiklerimizi veya anlayamadıklarımızı sorgulamazsak hayatı geliştirip ilerletemeyiz. Hayat, optimize etmeye çalıştığımız bir amaç fonksiyonu ile bu amaca ulaşmamızı sınırlayan kısıtlardan oluşuyor. Amacımızı gerçekleştirmeye çalışırken aynı zamanda kısıtlar bölgemizi de genişletmeye çalışmak zorundayız. Ezberlerimiz konusunda soru sorma becerisine ve cesaretine sahip olmak kısıtlar bölgemizi genişletecek olan yetidir. Günbatımı Kahvehanesi kitabımda en önemsediğim öykülerden biri Geçmiş Zaman Tamircisi isimli olanıdır. Burada hem bütünsel hem de kişisel kıyamet konusu, bir kurmaca çerçevesinde tartışmaya açılıyor. Hatta öyküde kıyameti bir heykelle kutsamış bir toplumdan söz etmeye çalışıyorum. İnsanlığı yok edecek kıyameti bazen bilimsel olarak kimi zaman da kurmaca yoluyla anlatabiliyoruz.
Sorularıma mekânla ilgili bir tane daha ekleyeceğim. İlk öykünüze isim de olan yerimiz bir kahvehaneydi, uzun uzun tasvir ederek bizi adeta oraya yerleştirdiniz. Son öykünüz olan Hasan ve Nurgül’de ise mahallede patlama sesi ile bizi sarstınız. Bu patlama yüzünden dernektekiler gözaltına alınınca ortaya çıktı ki aslında suçlu yoktu. Kahvehanede bir tüp patlamış ve ilk öyküden beri içine hapsolduğumuz mekân yok olmuştu. Diğer öykülere de yayılan genel kanı ben inşa ettim ve ben yıktım duruşuydu. Hatta ikinci öykünüzdeki çatışmada karakterin ağzından açıkça “Senin dışındakiler gerçek dünyada gerçekten varlar ama bu anlatıdaki hikâyelerini ben yazdım” diye belirtmişsiniz. Buradan yola çıkarak sizce yazar her şeyi yani kurguyu, mekânı, zamanı ve karakterleri sıkı sıkıya elinde tutmak zorunda mıdır? Bu hâkimiyet hata yapmamıza yol açmaz mı?
Öykülerimin genelinde bir başkarakter yok. Çoklu anlatıcı tercihime uygun olarak olayları veya konuları birden fazla kişi yaşıyor ve anlatıyor. Ayrıca kurmaca terminolojisinde “tanrısal anlatıcı” olarak ifade edilen anlatıcı türünü -özel durumlar dışında- tercih etmemeye çalışıyorum. Üçüncü tekil kişi kullandığım zamanlarda da bu anlatıcının aşırı yetenekli olmasını istemiyorum. Gerçek hayatın anlatım tarzının “ben anlatıcı” olduğu kanaatindeyim. Dolayısıyla öykülerde olan bitenin, sadece yazarın -hatta anlatıcının- sorumluluğunda ve hükümranlığında olmamasını öngörüyorum. Günbatımı Kahvehanesi’nin ikinci öyküsü olan İki: İsmail Usta, Sen Kimsin?’de yazar, anlatıcı ve karakterler arasında tartışmalı, çekişmeli durum iyice ortaya çıkar. Hasan ve Nurgül öyküsünde kahvehanede tüpün patlaması, öykünün akışında bir kırılma (değişim) noktası yaratır. Bu olay, yüzünden dernektekilerin gözaltına alınması ise “gücün” topluma ve bireye karşı bakışını ifade eder. Bu yazarın veya anlatıcının tercih ettiği bir yaklaşım değil. Sorunuza gelince, yazar her şeyi yani kurguyu, mekânı, zamanı ve karakterleri sıkı sıkıya elinde tutmak zorunda değildir. Olmamalıdır. Ben anlatıcı seçimimin, çoklu anlatıcı tercihimin, anlatıcıların güvenilmez oluşunun nedeni tam da budur.
Günbatımı Kahvehanesi’nin temel özelliği, yer ve karakterlerin uzun uzun anlatımı değil. Kitapta anlatılandan daha çok zihninizi takip ettim okurken, zekice sıçrayışlar yapıp okuyucuyu kâh öykünün içine aldınız kâh öykünün dışına attınız. İşte tüm bunlar bize yazarken bir plan ve yöntem güttüğünüzü gösteriyor. Öykücülerin tercih ettiği genelde ayrı ayrı öyküler yazıp bitirmek iken siz kitabın geneli için mi krokinizi çizdiniz?
Günbatımı Kahvehanesi’ni ilk dört öykü hariç, bir bütünsel plan içinde yazmadım. Belli kararlara zihnimin akışı eşlik etti. Diğer yandan ucu açık sonları, tekinsiz durumları, karakter yapılarını bilinçli bir yaklaşımla oluşturuyorum. Öykünün ilk zihinsel tasarımı oluştuğunda karakterleri analiz edip roman mantığı ile not alıyorum. Mekânı taslak olarak kâğıda çiziyorum. Olay örgüsü ile ilgili şemalar çizdiğim, notlar aldığım da oluyor. Oluşturduğum mekânın içinde zihinsel (sanal) olarak gezmek, anlatıcı ve karakterlerle zihnimde yüzleşmek yapmayı sevdiklerim arasında. Yazmayı bir proje sorumluluğu ve yükümlülüğü çerçevesinde yapmakla birlikte yazarken eğleniyorum. Yazmanın bir satranç veya tavla oyununda kendime meydan okumak gibi gelmesini eğlenceli buluyorum.
Geçmiş Zaman Tamircisi öykünüz de diğerleri gibi dâhiyane bir eser. İsrafil Heykelini merkeze alarak bize salık verdiğiniz yol elbette bir kıyamet sahnesine gidiyor ancak bunu dini betimlemeler yoluyla yapmamış, okuyucuya geçmiş zamanı onarma ile ilgili bir dükkân inşa etmişsiniz. Duvardaki manifestoda bunun yolu da az çok belirtilmiş. Ben bu tamirci dükkânını içimizdeki vicdanın ta kendisi olarak algıladım. Sizce böyle bir tamir dükkânı olmalı mıdır? Yoksa hikâye ya bunlar deyip geçelim mi?
Daha önce belirttiği gibi, Geçmiş Zaman Tamircisi bir kıyamet öyküsüdür. Öncelikle İsrafil’in heykelini yaparak kıyameti kutsayan bir toplumdan söz eder. O toplum dünyayı, yaşamı tüketip yok etmeyi kendine bir düstur olarak belirleme yanlışına düşmüştür. Toplumu oluşturan her birey bu ‘günahın’ bir parçası haline gelmiştir. Ayrıca saat tamirhanesine girdiklerinde toplam kıyamete entegre olan kendi kişisel kıyametleri ile yüzleşirler. Geçmişte yaptıkları seçimler, hatalar, yanlışlar yüksek ateş ve yüksek tansiyon gibi bu kişilerin hayatlarının içini boşaltmıştır. Onlar ise ya bunu görmemişler ya da görmek istememişler. Kendi geçmişleri ile hesaplaşma, onları bir yok oluşa, çürümeye sürükler.
Son olarak şunu sormak istiyorum. Birçok türde yazmış bir yazar olarak edebiyat alanındaki okuyucunuzdan beklentiniz nedir?
İfade etmek, insani özelliklerimizin en değerli olanlarındandır. Kurmaca yazarı olarak dünyayla, yaşamla, insanlarla, zamanla, mekânla, olaylarla, eşyayla ya da hayallerle olan etkileşimimizi kendi dil ve tarzımızla ifade ediyoruz. Yazmak kendi içinde yazarın zihinsel çoğalma ihtiyacı anlamına gelir. Bu da daha fazla okunma demektir. Nasıl ki yazdığımızdan kimsenin haberdar olması istenen bir durum değilse yazarın da okunduğunu bilmemesi benzer şekilde ciddi bir eksiklik anlamına gelir. Yazar, okur ile birlikte gelişir. Dolayısıyla okurun okuduğu hakkında -içi boş beğeni ifadesi ile yetinmeksizin- görüş veya eleştiri olarak geri bildirimi, sanatı ve edebiyatı doğru kavramış yazarın beklediği, özlediği bir durumdur. Bir yazar olarak kitaplarım vesilesi ile oluşan mesajlarımın okurlara ulaşıp ulaşmadığını, onlar tarafından nasıl algılanıp yorumlandığını, bir değişime yol açıp açmadığını bilmek bana iyi gelecektir.
Tüm sorularımı derin bilgi ve tecrübelerinizi cömertçe sunarak cevapladığınız için çok teşekkür ederim.
Daha fazla Panzehir Söyleşiye buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.