YABANCILAŞMA, ŞEHİR, KİMLİK VE KADINLIK DENEYİMİ
Kent mekânı ile birey arasındaki ilişki, toplumsal cinsiyet bağlamında farklı bir okuma gerektirir. Kadın, şehirde sadece fiziksel bir mekânda var olmaz; aynı zamanda toplumsal normlar, tarihsel bağlamlar ve gündelik pratikler üzerinden şehri deneyimler. Şehir, onun için bir yapı topluluğundan öte, sosyal ilişkilerin, gözetim mekanizmalarının ve kültürel kodların bir yansımasıdır. Kadının mekâna bakışı, çoğunlukla gözlemleyici, eleştirel ve deneyimsel bir karakter taşır; sokakların işlevi, kamusal alanların erişilebilirliği, güvenlik ve görünürlük gibi unsurlar onun şehir algısını şekillendirir. Dolayısıyla kadın ile şehir arasındaki etkileşime yalnızca bireysel bir deneyimle değil, aynı zamanda toplumsal yapı ve kültürel temsillerin bir kesiti olarak da bakılmalıdır.
Sabahattin Ali’nin 1940 yılında yayımlanan İçimizdeki Şeytan adlı romanı, bireyin içsel çatışmalarını, ahlaki çıkmazlarını ve toplumsal yapılarla kurduğu sorunlu ilişkileri merkezine alırken; romanın kadın karakteri Macide ile modern kent olan İstanbul arasındaki ilişki de dikkate değer bir sorgulama alanı sunar. Bu bağlamda İstanbul, yalnızca bir mekân değil; Macide’nin içsel dönüşümünün, yalnızlaşmasının ve toplumsal cinsiyet rollerine karşı geliştirdiği farkındalığın da sahnesidir.
Macide İçimizdeki Şeytan’da Ömer’in tam karşısında konumlanır.
Ömer’in kararsızlıkları, konformist eğilimleri ve içsel çatışmaları karşısında Macide, daha başından itibaren hayatın yükünü sırtlamış, alternatifleri kısıtlı bir kadındır. Babasının vefatıyla yalnızlaşmış, akrabaları tarafından da yüzüstü bırakılmıştır. Elinde sadece bir bavul, küçük bir miktar para ve kendi iradesi vardır. İstanbul’a adım attığında, onu bekleyen hiçbir güvence yoktur. Bu yönüyle Macide, kentin içinde tutunmaya çalışan kimsesiz bireyin tipik temsilcisidir.
Onun tek tutunma noktası aşk olur. Ömer’e duyduğu sevgi, aslında sadece bir bireye değil, aynı zamanda yaşama tutunma arzusuna da işaret eder. Ömer onun için hem bir sevgi nesnesi hem de hayata bağlanma vesilesidir. Ancak burada ironik bir durum vardır: Macide’nin en büyük dayanağı olan Ömer, kendi içsel zaaflarıyla onu en çok yıpratan kişi haline gelir. Böylece Macide’nin aşkı, aynı zamanda onun kırılganlığının da kaynağı olur.
İstanbul bağlamında düşünüldüğünde, Macide’nin konumu daha da belirginleşir. Şehir, erkekler için (özellikle Ömer gibi figürler için) farklı roller, tartışma alanları ve entelektüel maskeler sunarken; Macide için güvenliksiz ve yabancı bir mekândır. O, kentin sosyo-kültürel yapısına bir “misafir” gibi girer ve sürekli dışarıda bırakılma tehdidiyle karşı karşıya kalır. Bu yüzden Macide’nin İstanbul serüveni, sadece bireysel bir aşk hikâyesi değil; aynı zamanda kimsesiz bir genç kadının büyük şehirde var olma mücadelesidir.
Romanda İstanbul aydın çevreleri, kahvelerde ya da ev toplantılarında tartışmalar yapan, fakat gerçek hayata dokunmayan insanlarla betimlenir.
Bu, yazarın dönemin aydınlarına getirdiği en keskin eleştiridir. İstanbul, bu yönüyle entelektüel maskelerin takıldığı, derinlikten uzak sohbetlerin döndüğü bir şehir olarak yansır. Macide için ise şehir hem bir umut ve özgürlük alanı hem de hayal kırıklıkları, yüzeysellik ve toplumsal yozlaşmanın mekânı olarak çift yönlü bir işlev görür.
Macide’nin İstanbul’a bakışı, Ömer’i tanıdıktan sonra dramatik bir dönüşüm geçirir. Başlangıçta, Macide için İstanbul, taşranın sıkıcılığından ve geleneksel kısıtlamalarından kurtulma fırsatı sunan, parlak ve umut dolu bir şehir aynı zamanda da entelektüel sohbetlerin, sanatın ve özgürlüğün merkezi gibi görünür. Romanın başında, bu yeni çevredeki insanlar ve yaşam biçimi, Macide’nin heyecanını artırır. O, İstanbul’u, eğitimini tamamlayabileceği, kendi potansiyelini keşfedebileceği ve bireyselliğini bulabileceği bir yer olarak hayal eder.
Roman ilerledikçe İstanbul Macide’nin gözünde yavaş yavaş değişmeye başlar. Bu anlamda özellikle şu cümleler önemli:
“Bu kalabalık içinde kendini daha da yalnız hissediyordu.” “İstanbul’un insanları yüzlerinde maskelerle dolaşıyor gibiydi.”“İstanbul’da saadet aramanın beyhude olduğunu artık biliyordu.”
Macide’nin gözünde İstanbul, insanlarla dolu ama içtenliğin olmadığı, kişiyi gittikçe yalnızlaştıran bir yer haline gelir. İnsan ilişkilerinde samimiyet bulamayan Macide, şehrin yüzeyselliğine daha çok yabancılaşır. İstanbul artık özgürlük değil, bir tür hapishane gibi görünür. Ömer’in zaaflarıyla sürüklendiği yoksulluk, ilişkilerdeki güvensizlik ve çevresinin yozlaşmışlığı, kenti bir çıkışsızlık mekânına dönüştürür. Macide, şehrin kendisini boğduğunu hisseder. Buna rağmen şehir, Macide’nin olgunlaşmasına da katkı sağlar. Burada yaşadığı hayal kırıklıkları, onun hem Ömer’e hem de hayata daha gerçekçi bakmasını sağlar. Başlangıçta bir hayalin peşinden gelen Macide, sonlara doğru gerçeklerle yüzleşen, kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir kadına dönüşür. Romanın finaline doğru ise Macide artık duygusal olarak daha dirençli, hayal kırıklıklarını sindirmiş ve hayatı gerçekçi bir şekilde görmeye başlamış bir kadındır. Ömer’e ve şehre karşı bilinçli bir duruş kazanır.
Macide için İstanbul artık bir umut veya kurtuluş şehri değil; bir sınav ve gerçeklerle yüzleşme mekânıdır. Yalnızlık ve hayal kırıklığı, onun içsel olgunluğunun zeminini oluşturur. Karakterin olgunlaşması ve insanlarla ilgili yaşadığı deneyimler, şehir algısını dönüştürür. İstanbul’un cazibesi kaybolur, yerini eleştirel bir farkındalık ve kendi ayakları üzerinde durma bilinci alır. Macide’nin yaşının büyümesi ve deneyim kazanması ile İstanbul’un romandaki görünümü paralel bir değişim geçirir. Başta hayal dolu, umutlu ve çekici bir şehir olan İstanbul, Macide’nin olgunlaşmasıyla birlikte gerçekçi, yüzeysel ve bazen sert bir mekâna dönüşür. Bu değişim, hem karakterin bireysel gelişimini hem de şehrin toplumsal ve kültürel eleştirisini birbirine bağlar.
Cumhuriyetin ilk yıllarında kadının şehirle kurduğu ilişki, toplumsal normlar ve ailevi sorumlulukların gölgesinde, hem özgürlük hem de sınanma alanı olarak şekillenir. Şehir, başlangıçta kadın için umut ve olanaklar sunan bir mekân olarak belirse de erkek egemen toplum yapısı, kültürel yüzeysellik ve entelektüel çevrelerin ikiyüzlülüğü aracılığıyla yabancılaştırıcı ve yalnızlaştırıcı bir karakter kazanır. Bu ikilik, kadının bireysel farkındalığını ve kimlik arayışını besler; şehir, Sartrevari bir varoluş sahnesi gibi, kadının hem toplumsal sınırlamalara karşı özgürlüğünü sorguladığı hem de içsel olgunlaşmasını deneyimlediği bir ayna işlevi görür. Sonuç olarak şehir, kadının umut, hayal kırıklığı ve yalnızlık deneyimlerini yansıtan; aynı zamanda kendi varlığını ve iç dünyasını keşfetmesini sağlayan, toplumsal ve varoluşsal bir mekân olarak öne çıkar.
Sabahattin Ali dönemin toplumsal ve kültürel dokusunu romanlarında öylesine ustalıkla işler ki, karakterlerin iç dünyalarıyla çevreleri adeta iç içe geçer. Taşra ile şehir arasındaki gerilim, bireysel yalnızlıklar ve toplumsal yüzeysellik, Ali’nin dili ve gözlem gücü sayesinde okuyucuda canlı bir şekilde canlanır. Onun eserlerinde insanlar ve mekânlar, sadece anlatının sahnesi değil; aynı zamanda dönemin ruhunu ve bireylerin varoluşsal sancılarını yansıtan birer ayna işlevi görür.
Handan Gökçek
Diğer Panzehir Dosya yazılarını okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

