Ayşegül Bayar

cocuk-ve-ofke-kontrolu

RÜYA VE GÖZLERİN SONU

İlk Rüya

Dün gece tuhaf bir rüya gördüm. Çocuğum. Bizim gecekondunun sobalı zamanları. Babam paldır küldür odama dalıp beni soymaya başlıyor, bir yandan da banyoya sürüklüyor. Yıkanmam lazımmış. Küvetin içindeki plastik tabureye oturuyorum. İçerisi sıcak. Babam elektrik sobasını getirip ısıtmış banyoyu. Rüya bu ya, duşumuz yokmuş. Babamın elinde bakır bir tas, beni kovadaki buz gibi suyla yıkıyor. “Suyu biraz ısıtsaydın ya baba.” diyecek oluyorum, enseme bir şaplak indiriyor. Sinirli.

Çok sinirli hem de. Beni yıkayışı, sırtımı ovalayışı hınç dolu. Tası beynime geçirecek, oracıkta öldürecek sanki beni. Gerçekte böyle biri değildi oysa. Hatta fazla sakindi, sinir bozucu bir şekilde sakin. Ama rüyada derilerim parçalanıyor onun yüzünden. Bir ara, elindeki lifte göz kapaklarımı görüyorum. Korkunç! Tam da “Göz kapaksız nasıl yaşayacağım?” diye düşünürken babamdan ne kadar nefret ettiğimi hatırlıyorum. “Sahi,” diyorum. “Onu sevmiyorum ki. Ama neden?” Nedenini bulamıyorum. Babam sürekli söylenmeseydi bulurdum belki. Rüyada da olsa bulurdum. Ama susmuyordu. Yok, yıkanmam lazımmış, yok yıkanmayan oğlanlar büyüyünce çok ölürmüş. Yalan! Hiç ölmedim ben, ölsem hatırlardım. Hem saçma bir rüya bu, yazarken gülüyorum. Görürken neden korktum peki? Gözüme sabun kaçtığı için mi? Yoksa bakır tas mı korkuttu beni? Öyle ya fazla bakırdı, fazla geçmiş yüklü. Hayır, hiçbiri değil. Elektrik sobasından ateş fışkırdığını görünce korktum. Ne olur ölmeyeyim, diye dua ederken de gözüme sabun kaçtı. Duayı unutup başladım çırpınmaya. Gözüm nasıl yanıyor. “Kör oldum,” diye ağlıyorum avaz avaz. “Kesin kör oldum, bu göz iyileşmez artık.” Can havliyle kafamı kovadaki suyun içine sokarken uyanmışım. Sahiden ağlıyorum. Babama duyduğum sebepsiz nefret, tekrar uykuya dalışıma dek geçmiyor.
İkinci rüya
Bir garip rüya daha. Yine çocuğum. Annemle Kapalı Çarşı’ya gitmişiz. Kuyumcuların olduğu caddede, sapsarı bir bulutun içinden geçer gibi yürüyoruz. Vitrinlerde beşibiryerdeler, burma bilezikler… Sadece altın değil, şal da satılıyormuş bu kuyumcularda. Her dükkânın önünde bir tezgâh; rengârenk, pullu, püsküllü şallar, parlak şallar. Bazıları askılarla tavana asılmış. Birden, çoğalıp her yeri kaplıyorlar. Gözümün görebildiği her yer şal. Kumaştan, rengârenk bir koridorda kayboluyorum. Sesler yine o tanıdık kapalı çarşı sesleri. Çay kaşıkları şıngırdıyor; bilmediğim diller, garip aksanlar birbirine giriyor… Küf kokusunu gerçekten mi duyuyorum yoksa hayal mi ediyorum, bilmiyorum. Anneme sesleniyorum, yok! Duymuyor. Duymaz ki, o hengâmede kim bilir nereye sürüklenmiş. Korkuyorum çok. Çok korkuyorum, öyle böyle değil. Gözlük satan ufacık bir dükkâna sığınıyorum. Kasanın ardında yaşlı bir adam, “Şallardan mı korktun?” diye takılıyor bana. Elinde kapkara bir gözlük. “Al, tak bunu! Hiçbirini görmezsin. Görsen de korkma, korksan da unut!” Bir gözlüğe bir adama bakıyorum şaşkın şaşkın. “Yok,” diyorum “Ondan değil, kalabalıkta annemi kaybettim.” Gözlükçü halime acıyıp yerinden kalkıyor, kapıdan başını uzatıyor ve olanca gücüyle annemin adını sesleniyor. Kendi adımı duymuşçasına, sıçrayarak uyanıyorum.
Üçüncü rüya
Bu rüyalar hayra alamet değil, canım sıkılmaya başladı. Ece’ye anlatsam mı acaba? Hayır! Ne diyeceğim ki? Erkek arkadaşın saçma sapan rüyalarından korkuyor. Olmaz! Anlatılmayacak. Ece’yi başka kadınlarla aldattığımda ne yapıyorsam yine onu yapacağım. Bu rüya meselesi de sırlar çekmecesine kaldırılacak. Özellikle dün geceki… Bu kez bir hamamdaydım. Tarihi bir hamammış; dehliz gibi bir yere inerek girmişim içeriye. Çocuk değilim, bu yaşımdayım. Saçmalığa bak, çok kirlenenleri de kabul etmiyorlarmış. Uğraşamazlarmış. Az kalsın beni de almıyorlardı. Neymiş, gözlerimden paslı sular akıp duruyormuş, farkında değil miymişim, neden kimse uyarmamış beni? Kapıdaki adama rüşvet vererek, güç bela giriyorum içeri. Buhardan göz gözü görmüyor. Öyle ki, başımı eğdiğimde kendi bedenimi dahi zor seçiyorum. İçeride ölüm sessizliği. Su şıpırtısı bile yok. Annemle hamamda buluşacakmışız, saatime bakıp duruyorum. Bir yandan da beni hâlâ kadınlar hamamına getirdiği için sitem ediyorum ona. Saatimin camı buharlanıyor. Ben siliyorum o yine buharlanıyor. Saat dört. Annem gecikiyor, merak etmeye başlıyorum. “Aksak Emine senin derini yüzecek, niyet etmiş. Bir tanecik oğlumu o mendebur karının eline bırakmam ben.” Annem bu cümleyi sahiden kurmuş muydu, hatırlamaya çalışıyorum. Buhar beni gümüş rengi, kadife bir kumaş gibi sarıyor. Nefes alamadığımı hissediyorum. Belki sahiden nefesim daralmıştır o sırada. Sigarayı çoğalttım bu aralar. Neyse… Ayağımda hantal takunyalar, birkaç adım atıp el yordamıyla göbek taşını buluyorum. O sırada hatırlıyorum, o gün Ece’ye de aynı saatte randevu vermiştim. Bu sefer kesin ayrılacak benden, diye korkuyorum. Aksak Emine’nin sesi geliyor bir yerlerden. Ağız dolusu küfürler… Gözleri de büyümüştür kesin. Büyümüş, simsiyah olmuştur. Görebilsem… Küfürlere takunyaların aksak ritmi karışırken göbek taşına uzanıyorum. Ece beni affetsin. Ece beni affet! Anne beni affet! Sayıklamalar… Göbek taşında birinin yattığını fark edince elimi uzatıp yokluyorum onu. Pürüzsüz bir cilt. Bir kadın! Heyecanlanıyorum. Elim bu zarif bedenin üzerinde bir alçalıyor, bir yükseliyor. Kadının engebelerindeki dayanılmaz cazibeye kapılıyorum ama kıpırdamadan, ölüymüşçesine yatışı korkutuyor beni. Bir peştamal bulup onu örtmem gerektiğini hissediyorum ama aynı zamanda uyandırmak, kızdırmak, yaşadığını hem ona hem kendime ispatlamak istiyorum. Sol memesini avuçladığımda ufak bir et beni geliyor elime. “Ece!” diye hamamı inletiyorum. “Sensin! Şükür, seni aldatmadım bu sefer.” Ece’nin bir yontu gibi kıpırtısız oluşu beni ağlatıyor. Saçlarını okşamaya başlıyorum ama parmaklarımın arasından akan saçlar ona ait değil, hemen anlıyorum bunu. Kıvırcık, kalın telli saçlar bunlar. Ve kelebek toka… “Anne!” diye bağırarak uyanıyorum.
Dördüncü rüya
Bu sefer de Rahmi abiyi gördüm. Cici baba mı derler? Cici babalığı batsın onun. Kendi babasından sebepsizce nefret eden oğlanların başına bir de cici baba salan tanrı, nasıl bir tanrıdır? O kadar dua ettim, babam ölsün, dedim. Öldü ama bu sefer de Rahmi çıktı başıma. Rüyamda bile nefret doluydum ona karşı. Seni mutlaka öldüreceğim, diye bağırıyordum. Bizim evin arkasındaki arsada tek kale maç yapıyormuşuz. Rahmi abinin çocukları da orada, ellerinde birer gazoz, bizi izliyorlar. İşe bak. Rahmi abide bir umursamazlık, “Neden öldürecekmişsin bakayım?” diye soruyor yarı alaycı bir yüz ifadesiyle.  “Çünkü annemi tokasından öptün,” diyorum. “Gördüm sizi. Rahmetli babam bile yapmadı bunu. O bile bu kadar ileri gitmedi.” Rahmi abinin kaşları havaya kalkıyor, başlıyor gülmeye. Katıla katıla gülüyor. Gülmekten düzgün cümle kuramıyor: “Altıma… Dur lan, altıma işeyeceğim… Sen… ” Birden ciddileşiyor, arka cebinden bir çakı çıkartıp ayağının dibindeki topu patlatıyor. “Senin gözünü de böyle oymam gerekirdi. Hamamda anneni dikizliyordun her defasında, biliyorum.” Devamı yok. Oradan sonrasını hatırlamıyorum. Karmakarışık. Uyandığımda kalbim deli gibi çarpıyordu. Ben annemi gerçekten dikizliyor muydum hamamda? Bunu yıllar sonra bir rüyada, Rahmi abiden mi öğrenecektim? Yoksa sırlar çekmecesine mi attım bunu da. Buldum, sakladım, sakladığımı bile unuttum… Bilmiyorum. İçim bulanıyor.
Son rüya
Birilerinden af dilemem gerekiyor mu, bilmiyorum. Tek bildiğim, rüyaları çözdüğüm. Bu da, bir daha rüya görmeyeceğim demektir. O halde, masamda bekleyen bıçağı ve yazacağım son rüyayı anneme ithaf ediyorum. Rahmi abi, ben, babam ve Ece. Dördümüz bizim gecekondunun bahçesindeyiz rüyada. Çardakta oturuyoruz. Ben on beş-on altı yaşlarındayım. O ara, “Ben yaparım,” diyor Rahmi abi. Ne konuşulduğunu takip edememişim, soruyorum: “Neyi?” Annem elinde çay tepsisiyle çardağa gelince benim soru kaynıyor. Annem şaşkın, “Ölmemiş miydin sen?” diyor babamı görünce. “Ölmedi, öldürdüm.” diye bağırıyorum. “Rahmi abiyi de öldüreceğim, tam olacak. O tokayı kimseye öptürmem ben bir daha!” Babamda çıt yok. Annem gülüyor. “Salak oğlan,” diyor. “Sen kim, adam öldürmek kim.” Üşümüşüm, sümüklerim akmış. O halimle kafa tutuyorum herkese. Ayağa fırlayıp Ece’nin elinden tutuyorum. “Ece kalk, gidelim!” Rüyada ona duyduğum aşk, gerçeğiyle kıyaslanamayacak ölçüde yoğun. Hep böyle olmaz mı zaten. O an bir bakıyorum, annemin tokasıyla şalı Ece’de. Bir güzel sahiplenmiş ikisini de. Baktığımı görünce, yakışmış mı, der gibi, şımarıkça sağa sola sallanıyor bir de. Çileden çıkıyorum, şalı elime doladığım gibi Ece’nin boynundan çekiyorum.  “Annemin hamam şalı bu. Nereden buldun?” Ece korkudan siniyor, konuşamıyor. O sinirle Rahmi abiye dönüp masaya yumruğumu indiriyorum. “Senin uğursuzluğun bunlar.” Annemin kahkahaları çardağı yıkacak neredeyse. Ece anneme, annem Ece’ye dönüşüyor. Kafam karışıyor, “Ben Ece’ye nasıl dokunurum artık,” diyorum. Gözlerim kararıyor. Annem gittikçe güzelleşiyor. Ece’den bile, kendinden bile daha güzel artık. Rüzgâr şiddetleniyor. Toz duman… O sırada babamla Rahmi Abi’yi birlikte eve girerken görüyorum. Hazır ikisi de içerdeyken, evi yakmayı kuruyorum kafamda. Sonra utanıyorum bu düşünceden. Çok ama çok utanıyorum. Yüzümü annemin şalıyla kapamaya çalışırken Rahmi abi elinde bıçakla, evin kapısında beliriyor. “Ben yaparım.” dediği şeyin ne olduğunu o an anlıyorum. “Hayır, sen değil.” diyorum ona sakince. Masanın üzerindeki meyve bıçağını kaptığım gibi önce sağ, sonra sol gözümü oyuyorum.

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir