ANAFOR
Deniz kenarında kordon boyunca yürüyorum. Üstümde ağır bir tembellik var. Kaç zamandır canım hiçbir şey yapmak istemiyor. Heyecandan öyle yoksunum ki! Şimdi karşıdan bir araba hızlıca üzerime doğru gelecek olsa öyle sanıyorum ki kımıldamadan bana çarpmasını bekleyeceğim. ‘Kaybedecek bir şeyim yok’ duygusuna mı kapıldım dersin
Yürüyorum. İçimde öfkeye yakın ama daha çok kırgınlık taşıyan bir duygu kabarmaya başlıyor; kendime engel olamıyorum. Anımsadıklarım kafamın içinde hareket ettikçe kendimi ya gülerken yakalıyorum ya da kaşlarım çatıkken. Çoğu kez bu iki yüz hareketi birbirini izliyor. Ancak hangisi önce oluyor hangisi sonra onu kestiremiyorum.
Yürüyorum.
Yürümek yoruyor.
“Ne yormuyor ki insanı?”
Ayaklarım hareket etmemekte kararlı ama ben oturmak istemiyorum. Yürümek, durmadan yürümek ve silmek istiyorum her şeyi. İzlediğim filmlerin etkisi mi dersin sen; arkada bırakmak falan… Hayır, yürüdükçe her şeyi daha net gördüğüm, etraflıca düşündüğüm için yapıyorum bunu. Üstelik hava da çok güzel burada.
Geçen gün okuduğum ve senin çok seveceğini düşündüğüm şu parçayı aynen yazıyorum buraya (sanıyorum ki durumumu biraz daha iyi anlatmış olacağım bu sayede): “Masmavi denizin üstünde kırılan güneş ışıkları, insanı her şeyin güzel olacağına inandıracak cinsten; hafifçe esen serinletici rüzgâr da öyle. Tek tük geçip giden insanlar –her zamankinin aksine- rahatsız etmiyor beni. Peki, tüm koşullar hazırken niçin mutlu olamıyor insan? Bildiği ve inandığı halde niçin böyle?” Güzel değil mi? Eminim beğenmişsindir. Ama ben hâlâ sevmiyorum bu cümleleri. Kendimi o kitapta anlatılan karakter gibi sıkıcı bulduğumdan ya da bu bayağı cümleleri sürekli işitmekten (okumaktan) sıkıldığım için herhalde. Sanırım güzel havaların her şeyi unutturacağı yalanını da yemiyorum artık.
Oturuyorum, ne yapabilirim bedenime karşı gücüm yetmiyor. Burası sokağın bittiği ve denizin başladığı yer. İki yanımda da tarihi cumba evler var. İkisi de boş; camların pisliğinden anlıyorum bunu. Çıkarıp bir sigara yakıyorum. Derin bir yarık açılıyor ucunda. Başım dönüyor, yine, hâlâ. Evet, sigaraya başladım. Neden başladım bilmiyorum. Herhalde ‘kötü bir adam’ olmak için. Biliyorum, aptalca bir hareket bu; aptalca bir düşünce. Ama küçük de olsa, basit de olsa intikamımı almam gerek.
Kimden diye soracaksın (yazacaksın) bana; kimden?
Bu noktada bazı ayrıntıları vermem gerek sanırım. Ama ben bunları konuşmak (yazmak) istemiyorum. Kızma ama anlatsam bile anlamayacaksın. Tut ki anladın bu sefer de küçük hesaplar peşinde koştuğum için düşüncelerimi saçma bulacaksın.
Sana her şeyi ayrıntılı bir şekilde yazmak isterdim yine de. Güçlü olmaya nasıl ihtiyaç duyduğumu; ‘kendimi koyuvermemem gerek’ diyerek paralandığımı; beni tanıdığını sanan insanları şaşırtıp “Hiçbir şey bilmiyorsunuz daha!” demek için sabırsızlandığımı; sırf sigara içmediğim ve paranoyakça düşüncelerimi açmadığım için (o sigara içiyor ve paranoyakça düşüncelerini tüm çıplaklığıyla anlatıyordu çünkü) ‘sen iyi bir çocuksun’ cümlesinin içimde yer eden tonlarca ağırlığından kurtulmak isterken debelendiğimi; bu yüzden daha cesur olmam gerek, diye düşünerekten ‘sigaraya alışır mıyım acaba?’ diye sormadan içtiğimi (ki alıştım) bunun yanında daha da cüretkâr olup her şeyi açıkça söylemeye çalıştığımı ve kırmaktan ve kırılmaktan ve aptal görünmekten korkmadan hareket etmeye çalıştığımı nasıl anlatabilirim?
Sanıyorum ki ‘o’ zamirine takılıp kaldın. İnatla kim, kim diye söyleniyorsun. Darılma ama sinirli yüzünü hayal edip bundan zevk alıyorum.
Her neyse… Burada beraber oturmuştuk. Sigarasını kendi sarıyordu. Bana da sarmasını istemiştim. Bir yandan ağzında tuttuğu filtreye bakarken öte yandan zamansızca gideceği için sitem ediyordum. Kalmayacaktı, biliyordum. Dumanı içime yine çok çektiğim için başım dönmüştü. Ayağa kalktığımda düşmeyeyim diye beni tutmasını tembihlemiştim. Gülmüştü. Biz kalkana kadar geçer, demişti. Ben de gülmüştüm; geçeceğini zaten biliyordum. Bana büyümemiş bir çocuk gibi bakmak hoşuna gidiyordu şüphesiz. Ona o an çocuk olanın kendisi olduğunu söylemek istedim; ama söyleyemedim. Kendini ‘görmüş geçirmiş, yalnız bir kadın’ olarak addediyordu istemeden. Büyümüş ve değişmişti elbet, fakat ben? Somut değişiklikler göstermediğim için ‘aynı’ sanılabilir miydim? Hiç kuşku yok ki başka insanlardık. Değişmeyecek tek şey, her şeyi mahvedecek kelimelerin pervasızca ortaya saçılması olurdu herhalde.
Sence tüm bunları ona söylememekle aptallık mı ettim?
Onunla oturduğumuzda izmariti ne yapacağımı bilmeyerek denize fırlatmıştım. (O kızana kadar bunu yaptığımın farkında bile değildim ya!) Doğayı kirlettiğim için kızmıştı bana. Benim ise umurumda değildi bu; aksine sinirine dokunmak bana keyif vermişti. Şimdi sigaram yine bitiyor. İzmariti denize atıyorum. Biliyorum, ben böyle biri değilim. Ama bu küçük intikam oyunlarından vazgeçemiyorum. Kendimi başka nasıl avutabilirim ki! Hem bu kötü, bedbaht günlerimde benim de düşüncesizce hareket etmeye hakkım yok mu? Varsın, kendimi birazcık dahi olsa iyi hissedeceksem bu yerküre daha da kirlensin; olmaz mı?
Buraya kadar yazdıklarımı tekrar okudum. Çok uzun zaman önce yaşanmış şeyler üzerine bir sürü boş lakırdı. Doğrusu, onun sesini bile hatırlamıyorum (lütfen bunu romantik bir cümle olarak algılama). Yüzünü ancak büyük uğraşlar sonucu anımsayabiliyorum. Bu siluetin sürekli tebessüm ediyor oluşu tesadüf mü? Sence de hayallerimi gerçekmiş gibi algılamam kurguluyor oluşumun (ki bilirsin insan geçmişini kurgular) açık işareti değil mi?
Burada hiçbir şey yok. Acınası durumdayım. Hayatımdan şu son bir yılı çıkarsam herhalde kayda değer tek bir şey kaybetmemiş olacağım. İşte bu ‘yokluk’ beni geçmişteki bazı olayları anımsamaya itiyor ve ben durmamacasına yeni çıkarımlarda bulunup yorumlar yapıyorum. Derinlere indiğimi düşündüğüm noktalarda konunun hep ‘ben’ olduğum düşüncesi içimde yer ediyor. Ancak asıl acınası olan daha da derinlere indiğim zamanlarda kendini gösteriyor. Çünkü orada fark ediyorum ki konu hiçbir zaman ‘ben’ olmamışım. Belki tüm bu yoklamaların tek amacı da budur… Her hareketin, her işaretin, her sözün altından girip üstünden çıkışımın sebebi: Meselenin ‘ben’ olduğum düşüncesini gerçek kılmak. Beni yargılama. Kişi yalnızsa kendinden başka kimle uğraşabilir ki?
Tüm bunlar gülünç değil mi? Kendi oluşunun ne önemi var hâlbuki! Bir tohum ekmeden ya da sel olup ekinleri bozmadan, yani iyi ya da kötü tek bir iz bırakmadan yitmenin ne zararı var. Nehir boyunca kâğıttan birkaç gemi taşımak da ‘hiç’ sayılamaz ya! Gerçek illa taştan ve çelikten mi olmak zorunda?
Biliyorum, böyle aklıma estiği gibi yazmamam konusunda beni çok uyardın, ama yine de başka türlü yazamıyorum. Zaten daha da devam edemeyeceğim. Bütün ayrıntıları, ‘onu’ falan yüz yüze konuşmak daha aydınlatıcı olacaktır. Evet, dönmeyi düşünüyorum. Hayır, yakın zamanda değil. Biraz daha toplayıp kendimi öyle geleceğim.
Bir de, tekrar ediyorum, yazdıklarımı okuduktan sonra sakın berbat bir halde olduğumu düşünüp canını sıkma. İnan ki bu düşünceler ve anı-düş karışımı yoklayışlar can sıkıntısından oluyor sadece. Burada neredeyse hiç konuşmadığımı düşünürsek ‘durumumu’ ‘normal’ karşılayabiliriz sanıyorum.
Her neyse ben her şeyin değişeceğini ve iyi olacağımı biliyorum; sen de bil.
Sevgiyle kal, öpüyorum.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.