lunapark
Filiz Sever

ÇOCUKLUĞUN TRAJEDİSİ “LUNAPARK KAPANDI”

Hayatlar, hayaller, şehirler, göçler… Kaybedilenler, kaybedenler, umutlar, beklentiler… Hayatla mücadelede, yaşayarak öğrenilecek her şey var bu romanın içinde.

2024 yılında kaybettiğimiz 1957 doğumlu yazarımız Mario Levi’nin kaleme aldığı, 2005 yılında yayımlanan bu eserini yeni okudum. İkili ilişkilerin ve ‘İnci’ karakteri ile aslında kapalı bir kutu gibi kabuğu içinde bir sırrı ile yaşama savaşı veren bir kadını anlatıyor.

Tam 646 sayfalık bu kalın kitabı okumadan evvel, “Lunapark Kapandı” adıyla bir hüznü çağrıştırdığını hemen anladım. Bu hüznü açıklamadan önce, Mario Levi’nin kitaplarında, yazılarında ve sohbetlerinde şehirleri özellikle İstanbul’u anlatımını hep çok sevdim. Hatta, İstanbul anlatımıyla Orhan Pamuk’a da benzetirim yazarımızı…

Şehirlerden İstanbul
Bu romanda da dikkatimi ilk çeken şehirler ve onların bize kattığı duygular çok önemli ve anlamlı kılıyor Mario Levi’yi ve romanını…
İstanbul’un son Rum pastanelerinden alınmış sakızlı çörek ve baton sale ile çocukluğuna gittiğini söylediği ‘ben’ karakteriyle birlikte, oyuncak trenini hatırladığında da şehrin öldüğü yerler olan dedesinin Bomonti’deki o bahçeli evi anımsıyordu.
“Kimi kıyılar, farklı zamanlarda farklı insanları buluşturuyordu. Yaşadığımız şehirleri daha derin, daha yankılı, daha çok sesli kılan buluşmalardı bunlar…”
İşte bu sözleriyle ‘Ben’ karakteri ile ilerleyen bu romanda Kireçburnu’ndaki Ali Baba’ya gittiklerinden bahseden İnci’nin hikayesinde hemen geçmişe odaklanarak oradaki yaşanmışlığını anlatmıyor ama, kendisini geçmişte gittiği o yerde hissediyor ve bize de bariz hissettiriyor Ali Baba’yı…
Bahsettiğim gibi roman ‘Ben’ karakteri ile ilerliyor. Ve o ‘Ben’in çocukluğu, hatta gençliğinde yaşayamadığı ilişkiler nedeniyle sonradan gelişen ilişkileri analiz ediyor.
Roman kahramanımız üniversitedeyken tanıştığı Selin ile evli ve bir de Ada isminde kızları var. Bir zaman iyi giden evlilikleri, karısının deyişiyle sonradan dostluğa dönüşüyor. Karakterimiz bundan son derece rahatsız ve mutsuz. ‘Ben’ adlı karakterimiz bir reklam ajansında reklam yazarı olarak çalışıyor. Ve oyuncak firmasında çalışan İnci adlı kadınla bu firmanın reklam işi için tanışıyor. Ana karakter İnci’ye ilk görüşte âşık oluyor. Ve ilişkileri böyle başlıyor. İnci bekar ama sorunlu ilişkiler yaşadığı gibi, çocukluğunda da travmatik bir durumu var.
Ayrıca, ‘Ben’ gece yarısı yaptığı ‘Ay Çocukları’ adlı radyo programında, gene geçmiş ile ilgili özlemi dile getiriyor ve bu program ile ilişkilerine de bir duyuru yaparak yön veriyor.
‘Ada’ ve Adalar

Katman katman sakladığı duygularıyla, bu katmanın en altında da sakladığı hazin sırrıyla, tıpkı ismiyle müsemma olan kabuğunun içindeki İnci’yle örtüşen kadının hüzünlü hikayesini işliyor aslında.
İnci’nin hikayesindeki ‘Ada’ bağlantıları da enteresan… Ve ‘Ben’ karakterinde de bu bağlantıların oluşu, ilişkiyi hem anlamlı kılıyor hem de pek çok ortak konuyu ele alıyor.
Bu ortaklığın ilki ve en önemlisine gelince; Ana karakter ‘Ben’in Selin ile evliliğinden olan küçük kızının adı Ada…
Adam ve İnci’nin çocukluklarını yaşayamamaları, Ada’nın bu romandaki rolüyle, onları çocukluklarına götürmesi hiç gözden kaçmıyor. Hatta İnci, adamın karısından çok Ada’yı kıskanıyor. Neden mi? Kim bilir belki bulamadığı baba şefkatini bu adamda yaşadığından, kızıyla olan ilişkisinde Ada’yı kendisine rakip görüyor.
Hatta, romanın ismi bile Ada’nın annesine söylediği sevimli bir yalan olan ‘Lunapark’a gittik’ lafından türüyor. Babasının onu sık sık sevgilisi İnci’nin evine götürdüğü o hafta sonlarında, İnci’nin çalıştığı oyuncak firmasından getirdiği oyuncaklarla oynamaları, babası ile birlikte bu sırrı paylaşmaları ve bu ortak sırra bir lunapark yakıştırması da iki yetişkin insanın pek yaşayamadıkları çocukluklarına götürüyor aslında.
Bir de İnci’nin çok sevdiği anneannesinin Giritli oluşu ve bu adadan sevdiği adamla kaçış hikayelerinde geçen adanın da Gökçeada olması… İnci, bu adaya anneannesinin deyişiyle Gökçeada değil de İmroz diyor.
Tutkulu bir aşk hikayesini anlatan İnci ile bu iki ada üzerine ne çok ortak yanlarının olduğunu fark eden adam, yaşadıkları bu aşklarında adaların da hayatlarına ne çok anlam kattıklarına şaşırıyorlar.
Ve son olarak, İnci’nin radikal bir kararla, çok uzaklarda yer alan bir ada ülkesi olan Avustralya’ya gitmesi de tekrar kavuşamayacakları için daha derin ve hazin bir anlam yüklüyor onlara.
Göç ve Ölüm
İlişkinin bitiminde İnci’nin çok uzak bir ada ülkesine göç etmesi hem ayrılık hem de göç acısını çok iyi veriyor. Hele ki bu göçün sonunda bir de intihar ile sonlanan İnci’nin ölümü acıyı doruk noktasına çıkarıyor.
Ve ölüm sonrasında, İnci’nin sakladığı sırrı, annesinin ‘Ben’e getirdiği mektubunda İnci’nin itirafı da çok acı oluyor. Evet, 13 yaşındayken baba diye bildiği ama aslında üvey babası olduğu adamın tecavüzü ile dünyası yıkılan ve bu acıyla yaşayan bir kadının dramını veren bu romanda en acıklı sahne bu olsa gerek…
Bakınız ‘ben’ karakteri, göç ve ölümü bir cümleyle nasıl açıklıyor:
“Yaşadığımız, kendimizin bildiğimiz bu toprakların tarihi biraz da bu göçlerle yazılmamış mıydı?.. Bu göçler bizim iç göçlerimiz de değil miydi aynı zamanda? Göçler… O göçler biraz da ölmekti, haklısın.”
Ada, Göç, İstanbul… Aslında ne kadar anlamlı ve önemlidir insan hayatında. Özellikle, hepimizin bir bağlantısı vardır bu üçlüyle…. Hele ki İstanbul doğumlu insanların şehirlerine olan tutkuları bir başkadır. Keza, hepimiz bir yerlerden bir yerlere göç etmiyor muyuz hayat boyunca… Ve hemen hemen herkesin bir adayla bağlantısı veya yaşanmış bir anısı yok mudur bu hayatta… Benim için üçü de ayrı ayrı bir tutkudur içimde ve çok özel, anlam dolu tutkulardır bunlar…

Diğer kitap yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazımızı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir