????????????????????????????????????
Dilek Karal

ORKİDELER

 

Hayatıma düşen kara bir gölgeydi annem. Esmerce bir kadındı. Kara gözlü, karakaşlı, kalın saçlarını ensesinde toplayan. Gençliğinde esmer güzeliymiş besbelli. Ama sert mizacını gören kuzenleri ona Karakız demeye başlamışlar. Ben ona çekmemişim. İnce uzun, daha beyaz tenli babama benzemişim.

 

Yüzümüze bakan için akılda kalıcı ya da öne çıkan bir özelliğimiz yoktu babamla. Fazla konuşmadığımızdan, görünür görünmez, görenlerin de sonradan unutuverdiği insanlardandık. Annem gibi tartışmayı, kavga etmeyi de sevmeyiz.
“Pısırık, hımbıl” derdi annem kolumdan çekiştirirken. O öyle dedikçe, çocukken ne zaman onun yanı sıra yürüsem, ayaklarım daha çok birbirine dolanır, durup durup dizlerimin üzerine yere kapaklanırdım. Annem, Allah’ın hiç ama hiç hoşlanmadığı kara bir şakası gibi yanında dolaşan, kendi fıtratının tam tersi yaratılmış bu çocuğu gördükçe “Ah ne günah işledim, seni doğuracağıma taş doğuraydım” diye veryansın ederdi. Alınmazdım. Yani alınmamayı öğrenmiştim bir şekilde. Aklım perdenin kenarındaki kuşlara takılırdı. Ya da karşı pencerede gezinip duran, mahallenin kara kedisine bakardım. Annem bu hülyalı halime daha da çıldırır, hakaretlerini ara vermeden sürdürürdü.
Bir gün biteceğini bilirdim. Kuşlar bile ya kaçar gider ya da sahipleri veya kendileri ölür de kurtulurlardı. Ben de zamanımın gelmesini sabırla bekliyordum. O zaman bizim evde de kuşlar ötecek, saksılarda çiçekler boy atacaktı.
Babam yatalaktı. Çocuktum yatağa düştüğünde. Uzun boyu yıllar yılı yattığı yerde kısalmıştı. Küçücük, bir avuç baba kalmıştı geriye benim için. Annem sesi soluğu kesilmiş bu adama kin duyardı. Ona bakma zorunluluğunun kendine kalmış olması, içindeki kini bilerdi de bilerdi.
İki abim vardı. Nadir görürdük. Annemle anlaşamadıkları için gelinler ve torunlar da bizim evin yolunu unutalı çok olmuştu. Abimlerin geldikçe gösterdikleri fotoğraflardan takip ederdim yeğenlerin büyümelerini. Sokakta görsem tanımazdım belki. Bir isimleri kalmıştı bize. Bir de ara sıra yeğenlerin çizdiği, abimlerin sırf ben istiyorum diye getirdikleri resimler. Resimlerdeki çocuklar gitgide çizgi çocuklardan, detaylı renkleri, güzel hareketleriyle hayatı öğrenen daha güzel çocuklara dönüşüyordu. Böylece ben de yeğenlerimin neye benzediklerini, çocuk halleriyle nelere kafa yorduklarını görüyordum. Onları merak eden, seven bir halaları olduğunu bilsinler diye çikolatalar bisküviler gönderiyordum abimlerle onlara.
“Bari dışarıda görsem” dedim bir kez cesaretimi toplayıp Serhat abime.
“Nevin duyar, sorun olur.”
“Abi ben ne yaptım ki?”
“’Anası sayıp sayıştırırken hiç ses çıkarmadı dedi Nevin.”
Haklı. Annemin yanında ömür boyu çıkmayan sesimi sırf onlar kavga etti diye bir seferlik bile olsa nasıl yükseltirdim ki? Hem Karakız’ın yakıcı öfkesinin, heybetli varlığının önünde silik varlığımla ben de kim oluyordum? Nefesini üflerse kül olup giderim diye korktum. Bende o öfkeyle günler geceler boyu savaşacak cesaret nerede? Sümsük pısırık bir insanım aynı söyledikleri gibi.
Bunları söylemedim abime. Bana gelen resimler, benden yeğenlerime giden şeker çikolatayla yetindim. Bir kez evlendim. Eşim alkolik diye kovmuştu annem evden. Mülayim, sevimli, kendi halinde bir adamdı. Ayakkabıcıda çalışır, akşamüzeri bir iki kadeh içmeyi severdi. “Deri kokusu genzime oturuyor sanki. İçince geçer gibi oluyor” derdi. Aldırmazdım. İçince sıkılganlığı geçer, üzerine bir güleçlik, şakacılık gelirdi. Severdim bu halini. Annem sevmezdi. Kapıdan girdiği gibi başlardı söylenmeye.
“Zıkkım iç geberesice. İç güveysi aldığından adam olur mu hiç? Suç bende. Onu adam sayıp haneme sokan bende.”
Gün yüzüne çıkmamış, hiç duymadığımız, şeytanın aklına gelmez bin bir paketi açılmamış hakaret.
Metin’in gülen yüzü asılırdı. Eşikte bir duraklar, içeri adım atmaya çekinirdi. Annem hiç aldırmaz, o kapıdan girip odamıza geçene kadar söylenirdi. Ağır konuşurdu. Yatarken bazen kocamın hıçkırıklarını duyardım.  “Olsun¨ derdim. ¨Üzülme. Annemi bilirsin serttir. Çok çekmiş gençliğinde. Mizacı bu. Aldırma.”
Yedi sene dayandık anneme. Sonra bir akşam odaya girdiğimde gözleri, kendini sıkmaktan kıpkırmızı olmuş, odamızdaki tek kanepede otururken buldum Metin’i.
“Senin için katlandım Selvi ama olmuyor. Dayanamıyorum. Ben taşı sıkar suyunu çıkarır bir yolunu bulurum. Geçiniriz. Gel benimle. Çıkıp gidelim buradan. Bizim iş hanının çatı katında tek göz bir yer var. Bir süre orada kalır, sonra ev bulur taşınırız. Olmadı köye gider yerleşiriz. Bundan iyidir be! İnsan mıyım köpek mi karıştırır oldum artık. Şu halimize bak. Anandan korkumuzdan çocuk bile yapamadık.”
Babamı düşündüm. Ona benden başka bakan yoktu. Ara sıra gözlerini gözlerime dikip dikip çocuk gibi ağlardı. Annem ona da sayar dökerdi.
“Gebermedi geberesice! Anasına babasına baktığım yetmedi bu da kaldı üstüme.”
“Öyle deme anne.”
“Sen bilmezsin o ne domuzdur, o ne haindir. Anasına bacısına az yem etmedi beni.”
Annem saydıkça sayardı babama. Ben gitsem annem ona daha da eziyet ederdi. “Gelemem” dedim Metin’e. “Babam…” Evliliğimin son günü oldu. Metin çekip gitti ben kaldım.
Birkaç sene sonra babam öldü. Annem, adet yerini bulsun diye yedisiydi kırkıydı ne gerekliyse yaptı. Helvalar kardı. Tatlısıymış, tuzlusuymuş, sarmasıymış hiçbir şeyi masamızdan eksik etmedi. Baş sağlığına gelenlerle birlikte bir iki gözyaşı döktü. Hizmette kusur etmedi. Babamın iyiliklerini anlatanlara hak verircesine başını muhabbetin tam da gereken yerlerinde aşağı yukarı salladı. Konu komşuyu çağırıp mevlit okuttu. Bayramda köyün mezarlığına gidip babamın mezarını ziyaret etti. Üzerindeki otları yoldu. Başında oturup Yasin okudu. Benim de elime bir tülbentle bir Yasin cüzü tutuşturdu mezar ziyaretlerinde okumam için. Annem, babamı sanki ömründe ilk kez öldüğünde sevdi. Yaşadığı sürece babama göstermediği ilgiyi öldükten sonraki aylarda gösterdi. Resmini çıkarıp duvara astırdı. Perşembe akşamları televizyonu kapatıp dua etti onun için. Ara sıra bakıp iç geçirdi resmin karşısında.
Babam ölünce hepten yalnız kaldım. O, usulca yanımda duran sessiz varlığına, bana ihtiyaç duymasına dayanmışım meğer. Kendi varoluşuma, onu dayanak yapmışım. O gidince içim çöktü. Karakız’ın karanlığında yolumu tastamam kaybettim. Günlerin geçmesini, akşam olmasını bekledim kendi kendime. Akşam olunca da içime bir sıkıntı çökerdi. Dayanamaz odama kapanırdım. Yemek içmek eziyet gelirdi. Gittikçe zayıfladım. İnce uzun, karnı içine çekilmiş evhamlı bir tip oldum çıktım. Bu yüzden tam hatırlamıyorum annem ne zaman elden ayaktan düştü, ne zaman gerçekten ölüme yaklaştı. Babamdan sonra belirsiz ve sonsuz bir döngünün içinde sürüklenip durdum. İki yıl geçti bu hal üzere. Yirmi yıl gibi geldi bana.
Annem öldüğünde ağlamadım. İçimden üzüntüye benzer karışık duygular geçmedi değil ama bunlar gözyaşına dönüşecek kadar güçlü değildi. Ya da kaskatı donmuşlar, bir heyula gibi büyümüşlerdi de içimde bir gözyaşına sığdırıp dökebileceğim kadar basit çözülemediler. Bir nehir ağlamam gerekirdi belki. Ağlayamadım.
Çiçekler için “Fazlalık olur” derdi. Bu yüzden çiçeğimiz yoktu. Orkidelere bayılırdım oysa. Komşumuzun kızı Ayla evlendiğinde gelin çiçeği yapmıştı taze orkidelerden. Peri padişahının kızı mübarek. Bir de güzel olmuştu ki. Tam bir prenses. İlk kez orada dikkatimi çekti orkideler. Bir kez çiçekçinin önünden geçerken anneme gösterdim.
“Alsak ya biz de bir tane.”
“Zengin çiçeği. Bir kez açar bir daha da bütün sene saplarına bakar durursun.”
Orkide gerçekten zengin çiçeğiydi demek ki. Bizim gibi insanlar için fazlaydı anneme göre. Onun ölümünden sonra gidip pembe bir orkide aldım önce. Sonra bir bonzai. Onu minik bir kaktüs izledi. Annemin gereksiz, ot çöp gördüğü ne kadar çiçek varsa bir bir sıralandılar penceremin önünde. En çok da saçma sapan, bin bir model kaktüsler. Ne gereksiz çiçektir gerçekten. Etliye sütlüye karışmaz, güzelleşip kendini beğendirmeyi de umursamaz. Hırssız, tasasız var olmanın, sadece oluvermenin sırrına vakıf olmuş gibidir. Bayıldım kaktüslere. Bahar gelince balkonu sardunya doldurdum; eflatunu, kırmızısı, rengârenk. Çevreden geçenler bizim balkonun önünde oyalanır oldu. Gençler durup birbirlerinin fotoğraflarını çektiler balkonun önünde. “İlk kez birileri bizi fark etti” dedim sardunyalara. Ne garip bir duyguymuş görülmek.
O sıralar bahçede kedinin biri yavruladı. Yavrular biraz büyüyünce anneleri bırakıp gitti. Birkaçı farklı bahçelere dağılıverdi. Çelimsiz daha ufak tefek görünense bizim bahçeden ayrılmadı. Bir gün balkonun kapısını açık bulunca eve girdi. Zayıfça, çirkin de bir şey. Baktım babamın yatağına kurulup oturmuş. Annem görse çıldırırdı. “Bit vardır pire vardır elleme şunlara” derdi. Bunu hatırlayınca kucağıma aldım, sarıldım kediye. Kafasını öptüm, minik tozlu bir bebek gibi kokuyordu masum. Aynı babam gibi minnetle bakıyor gözümün içine. Kıyamadım tekrar dışarı bırakmaya. “Gel bakalım” dedim. “Sen de yalnız ben de yalnız.”
Metin aklıma geldi sonra. Onu arasam dedim. Evlenmiş midir? Ne yapmıştır geçen yıllarda acaba? Telefonumdaki numarasını hiç silmedim. Bir kez çaldırdım. Annemin suçlayıcı yüzü dikildi karşıma.
“Allah’ın salağı. Sana yedi sene çektirdiği yetmedi mi? Elin ayyaşının peşine düşüyorsun utanmadan.”
Hemen kapattım telefonu. Bir iki dakika sonra çalmaya başladı. Ekranda Metin’in adı. Telefon elimde bir sağa bir sola dönmeye başladım evin içinde. Panikledim. Ne demeye aradım ki? Ne diyecektim ona bunca zaman sonra? Yine de bir iki çalıştan sonra açıverdim bir cesaret.
“Selvi? Sen misin? N’oldu bir yaramazlık mı var? İyi misin? Hayır olsun. Aramazdın sen öylece. Selvi?”
Baktım sesindeki endişe gittikçe artıyor.
“Metin.”
İçimde yıllar önce susturduğum ismi boğazıma düğümlendi. Adını o kadar boğuk söyledim ki belki duymamıştır diye düşünüp yeniden söyledim.
“Metin.”
“Ah Selvi…”
Burnunu çekti. Ben de başladım ağlamaya. Karşılıklı iç çekmelerle bir iki dakika ağlaştık.
“Annem öldü.”
“Başın sağ olsun.”
“Babam da.”
“Babacığın iyi adamdı, Allah rahmet eylesin.”
“Sağ ol.”
Arkadan bir çocuk seslendi Metin’e. “Tamam oğlum” diye cevap verdi.  “Bir şeye ihtiyacın olursa çekinme ara” dedi bana. “Tamam” dedim. Telefonu kapattım.
Gözüm orkidelere takıldı. Alalı altı ay olmuştu neredeyse ama hiçbiri çiçeklerini dökmemişti henüz. Fazla güneş görmeden, fazla dokunulmadan, usulca yaşamayı seçtiler. Bizim evi sevmişlerdi besbelli. Yüzümü gözümü silip burnumu çeke çeke ağlarken kendimi tutamadım, orkidelere gülümsedim.

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir