ŞİİRİMİZİN RAKISI
Şiir yaşamın akışını değiştirmez, yaşama yön vermez. Şiir yaşamın temelini oluşturan olgulardan bir tekidir. Olsa olsa yazma yeteneğini ortaya koyar. Dizelerin sesinde yürüyen şiirin adımlarını duyarsınız. Bu, yaşamla kurulmuş ilişkilerin görünür olma biçimidir, bir tür yaşanmışlığın yansımasıdır. Okurun yazanla, görenin gösterenle kurduğu karşılıklı etkileşimidir.
Şair yaşamın tadını aktarır ama bunu yaşamla bütünleşmiş biçimde yapar. İçinde bulunduğu ruhsal durumu şiirin yeşeren tohumu gibidir. Şiirle dal budak büyür, gelişir. Ruhsal durumu etkileyen ne varsa gerçeklik kazanır. Şair her türlü yönelim ve etkileşimle köklü bağlar kurmuştur.
Söylediklerimle şiiri yüceltmek gibi bir amacım yok. Şiiri, okurları, şiir severler yüceltebilir. Şiirin, yaşamla, yaşayışla ilgisi ve daha çok düşe dayanan bir çalışma olduğunu vurgulamaya bilmem gerek var mı? Şiir ne denli yaşanmışlığın etkisi altında kalmışsa bir o kadar düşsel bakışla ilgilidir. İki yönlü etkililik süreklidir. Birbirinin izlerinde yürüdüklerine tanık oluruz. Düşsel yanı gerçeklerden tamamen uzaklaşması anlamına gelmez. Yaşam ve düş arasında öylesine belirgin bir sınır çizgisi görünmez. Birine arzu dersek birine özlem diyebiliriz. Birine zaman dersek birine uzam diyebiliriz. Biri rüzgârsa öteki yağmur olur. Bu bütünleşmenin iç içeliği, doğal güzelliğidir, gizemli havasıdır. Doğal güzelliği yeniden yaratmanın ardına düşer. Yaratımın amacıysa paylaşmaktır. Böylesi yaratımlar doğurgandır. Şiirsel anlamda yeni güzellikler ortaya çıkar. Saygı duyulacak gücün varlığını duyumsarız. Okuru alıp başka başka dünyalara götürür. Öylesine hoştur. Hoş duygular yaratır. Şairin düşünceleri, duyuşları okurda bir başka düşe dönüşür. Bulutların üstünde görmediğiniz denizleri, ormanları gezersiniz. Böyle şeyler şiirde varlığını gösterir. Şair düşçüdür. Yazdığı şiirler düş gücüyle ölçülür. Gerçek olmayan şey… İşte o boş düşler arkasında koşar şairler.
Esrimek de kendinden geçme durumudur. Şiir yazmak bir esrime yönelimiyle ortaya çıkar. Şiirin sesi coşkusuyla o gizemli havasına bürünür. Şiir dili ne kadar konuşma diliyse bir o kadar düş dilidir, esrik dildir. Yazı masasına rüzgârlar taşıyan, kalemiyle yangınlar söndüren, kuşlarla ötüşen o bir başına şairin çiçekleşen sesidir. Seslerin içinde en sarhoş edeni değil midir? Alkollü bir içki içmese, keyif verici bir şey olmasa da insan şiirle kendinden geçebilir. Sarhoş olmasına yol açan duyguları, duygulanımlarıdır ki yaşamı bir başka biçimde yorumlar.
Kalın çizgileriyle belirttiğimiz kendinden geçme durumuna gelmek, esrimek duygusu şiiri beslemiştir, aynı zamanda şiirden beslenmiştir. Özellikle bu anlamda rakının şiirimizde egemenlik kurduğunu söyleyebiliriz. Böyle bir üstünlüğü olmasa şiirimizde bu denli yer edebilir miydi? Oktay Akbal 1 Eylül 2013 Cumhuriyet gazetesindeki köşesinde, “Geçmiş günlerde sık sık buluştuğumuz rakılı sofraları anımsıyorum. Günün ünlü şairleriyle, yazarlarıyla. Her kadehi yudumlarken o günler canlanıyor sanki! Dağlarca ile Necatigil ile Cumalı ile Özdemir’le ve daha çok şair arkadaşlarla anılaşan rakı sofraları…” Rakı masaları özlemleri, tutkuları, sorunlarıyla söyleşmenin sevincidir. Bu sevince ortak olmak için Refik Durbaş, “İstanbul Hatırası” şiirinden şöyle seslenir:
“Akşam gülkurusu rengiyle
Daha inmeden Haliç’e
İnilirdi Eşref Şefik’in meyhanesine”
Aziz Nesin, “En Güzel” şiirinde sevgilisiyle içtiği rakıları anımsar. “Bu rakı var ya bu rakı / Seninle içerken güzel / Kimler olursa olsun varsın / Rakılı ağzından öpmek en güzel.” Ahmet Hamdi Tanpınar Paris’ten yurda yazdığı bir mektubunda, “Bazen diyorum kendime, her şeyi bırak, dön memlekete, milletle bir kadeh rakı iç, anlat anlatacağın şeyleri. Bas küfürleri, sonra tekrar Paris’e gel… O masa meğer bulunur şey değilmiş” derken değişen çevreyle birlikte özlenen arkadaşlıkları, rakı masasında uzayan söyleşileri dile getirir. Böyle bir gereksinimi duyan bir tek kendisi değildir.
Rakıya ve rakı masasına ilişkin yazılanlar, anlatılanlar çirkin sarhoş olmaya benzetilemez. Okuduklarımızda bir çakırkeyf bakış açısını sezinleriz. Günlük bunalımdan uzaklaşmak, çektiği aşk acısını biraz olsun hafifletmek, özlem gidermek ve söyleşip dertleşmek için rakılamak ister. Necati Cumalı, “Kısmeti Kapalı Gençlik” şiirinde uğrak ettiği tütüncüyle laflayışını anlatır:
“Maçka’dan aşağı bir tütüncü tanıdık
Bir şişe rakı bir merhaba maksat hatır
Her akşam ayaküstü birkaç lâf atardık”
Hiçbiri sarhoş olurduk demiyor. Sarhoş olmak için içmiyor. Çakırkeyf seslenişler duyuyoruz ama bunlar içki masasında yazılmış dizeler de değil. Kendinden geçmek durumu bir çakırkeyfi anlatır, kendini bilmemek durumu tam anlamıyla sarhoşluktur. Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Abbas” şiiri çakırkeyf olma hazırlığını ve isteğini anlatır:
“Haydi Abbas, vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam.
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalp ağrısı.”
Sanki rakı sofraları yalnız akşam mı kurulur? Mehmed Kemal’in “Öğle Rakıları”na ne diyeceksiniz? “Buyurun içelim birer kadeh / Güzeldir öğle rakıları efendim / Unutulmaz / Bir kadından söz eder gibi / Utangaç, gizli yasak / Burası Arnavutköy efendim. / Eskiden ne güzel yerler vardı / Bir şilep geçiyor, bir tanker. / Bu Tarsus gemisi bizim / Karadeniz’den seferden dönüyor / Sağlığa içelim, iyiliğe…” Şiir dokusuna rakıyı işlemiştir. Rakıca duygulanımların ürünü olan bu şiir örneklerine daha onlarcası eklenebilir. Bunlar söz değeri olan yaratılardır.
Bununla birlikte ne şiirimiz rakıya ne de rakı şiirimize meze olmuştur. Örneklenen şiirlerde yaşanan, yaşanmak istenen esriklik doğrudan bir yönelimdir. Esrik olan yaşadığı gerçekle ve yaşadığı arzularla beslenmiştir. Şiir sanatının esrik duygulanımı gibidir. Benzerlikler gösterdiği gibi köklü ayrılıklar da gösterir. Biri birinin yerini almaz ya da yerine geçmez. Olsa olsa kimi zaman eşlik edebilir. Şiirde kendinden geçme de bir tür esrime sayılmaz mı? İlhan Berk, “22 Temmuz 1950” şiirinde:
“Hava balık ve rakı kokuyordu İstanbul’da
Bir kış günüydü kendimde değildim”
Gerçeğin varlığını bir başka görme, duyma, algılama biçimidir. Olağan akışa benzemezliği açıkça görülür. Nitekim bu tutumu sıradanlığın dışına çıkar.
Bir tasavvuf sözcüğü, olgusu olan “dem almak”, “demlenmek” sözleri aynı zamanda rakı içmek anlamında kullanılır. Mehmet Âkif Ersoy;
“Dem çeker bülbül benim beynimde baykuşlar öter
Sonra karşımdan geçer bir bir yıkılmış ianeler”
diye kullanır “Bülbül” şiirinde dem çekmeyi. Şiirde duygusuyla dem çeker, ayrıca içeriğiyle demlenir de. Şiirin de okura sunulacak kıvama gelmesi için bekletildiği olur ki buna da demlenme deriz.
İmgesiz şiirlere benzer susuz rakılar. Nasıl ki söz şiirde bir başka anlama bürünüyorsa rakı da öyledir. Rakıya su katıldığında (hem de soğuk su katılmalı) görünenin dışında bir başka şeye dönüşür. Biçimsel yönden renk değiştirmesi, esrikleştiren yönüyle çakırkeyf kılması bir dönüştürme gücüne sahip olduğunu gösterir. Görünen varlığı görünmeyen yanıyla bir başkadır. Cahit Külebi’nin “Kadınlar, Ülkeler, Denizler” şiiriyle bu anlamda bir özdeşlik kurulabilir, sanıyorum.
“Gözlerin gözlerime değince
Su katılıyor rakıya
Denizler açılıyor önümde.”
Rakıyı seven her şair bir rakı çizgisi sürdürmüş şiirinde. Rakıyı fazla kaçırınca sağlıklı bir denge kurabilmek kolay değildir. Ama şairler şiirlerinde rakıyı dil ve içerik bakımından çok iyi işlemiş. Hiçbir aşırılık yok yani, sarhoşluk durumu sezmiyorsunuz. İçen güzel içmiş, yazan güzel yazmış. Orhan Veli’ye katılmamak elde mi? “Şiir yazıyorum / Şiir yazıp eskiler alıyorum / Eskiler verip musikiler alıyorum. // Bir de rakı şişesinde balık olsam.”
Bugünlerde üst üste gelen zamlardan ve üstüne üstlük aşırı vergilerden sonra iyice pahalandı rakılar. İnsanların içesi varsa da her zaman alası olamıyor. Ece Ayhan’ın “Uz” şiirindeki şu dize tam da bunun karşılığı gibi: “Şimdi şu rakıdan ne diye vergi alırlar sanki.”
Türk içkisi olarak tescil edilen rakı aynı zamanda Türk şiirinin en değerli içkisidir.
Diğer deneme yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazımızı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.
Eline sağlık. Rakı bu şişede durduğu gibi durmuyor insanı aşk ile söyletiyor.