foto (1)
Zerrin Saral

SABAHA NE KADAR KALDI?

Yeni kuşak kahvelerin birinde toplanmış bir grup gencin konuşmalarına kulak kabartarak, ağır adımlarla yoluma devam ediyorum. İçmediğim kahvenin geriden gelen kokusu damağıma aromasını salarken, dünya etrafımda özgürlük içinde dönüyor yalanı, ruhuma ne denli iyi geliyor emin değilim. Köprünün üstünden sokak lambalarının nehre düşen yansımalarına sırasıyla bakıyor, küçük bir dalgalanmayla nasıl salındıklarını izliyorum.

Geçen gondolları, kayıkları süzerken bir kuş sürüsü hızla geçiyor.  Arkalarından iç geçiriyorum. Nehir, Porsuk Nehri. Adının içinde geçen “Eski” sözcüğü cân’ım kentin ruhunu incitiyor mudur, diye endişeleniyor ama yanına ekli “şehir” sözcüğünün onu teselliye duruşunu, ruhunu uysallıkla yatıştırıp bir âşık gibi nazına oynadığını tahayyül ediyor, rahatlıyorum. Kentler incinirler. Kimi öfke, kimi huzurla adımladığımız parke taşlarında ayak izlerimiz kalır. İzlerin silindiğini sananlar, yanılırlar da yanıldıklarını bilmezler.  Onlar sıklıkla saate bakmayı sevenlerdir.
Nehir kıyısında balık tutma uğraşındakiler, sabahın ilk ışıklarıyla belirirler; bir telaş, bir titizlik, sesler önemini kavrar, yaşama dair bir nefes, nihai bir sükût. Oltalarını kurmaya başladıkları an, mesaileri başlar.  Kedilerse takımlar halinde nehre bakan dükkânların önünde, sokakların köşelerinde toplanmıştır. Kentlilerin onları düşündüklerini bilirler. Yemek artığı, mama ve su bırakılan noktaları da. Yine de çöp konteynerlerinin çevresinde gerine gerine turlamayı, havalısından cıngar çıkarmayı ihmal etmezler. Neden bilmem ama insanın kimi zaman unuttuğu doğasında olduğu gibi, Porsuk’un güzelliğinde de gizemli bir şey hep vardır. Yoksa nehir huzuru yakaladığım o kısacık anları bu denli büyütüp genişletmezdi.
İşten eve dönüşlerim, çantamda taşıdığım kitaplar; içlerinden biri öne çıkıyor. Daha ilk satırlarda takılıp kalıyorum.
 “Farklı kentlerin bazen aynı zemin üzerinde ve aynı ad altında birbirini izlediklerini, birbirlerini hiç tanımaksızın, hiçbir iletişim kuramadan doğup öldüklerini sakın söylemeyin onlara. Öyle olur ki, bazen sakinlerin adları, seslerinin vurguları, hatta yüz hatları bile aynı kalır; oysa adların altında, yerlerin üzerinde yaşayan tanrılar sessizce çekip gitmişler ve yerlerine yabancı tanrılar yerleşmiştir. Yeniler eskilerden daha mı iyi, daha mı kötü, bunu sorgulamak boşuna olur.”[1]
Bu satırlar, gecenin bitip tükenmeyen uzunluğunu, birbirini izleyen rüyaları, ürperişleri, yokuş aşağı yuvarlanışları ya da bir tepeye soluk soluğa tırmanışınızı anımsatır, “Sabaha ne kadar kaldı?” diye sorarsınız kendinize. Bazı geceler saatlerle ölçülemeyecek kadar uzun ya da nasıl geçtiğini anlayamayacak kadar da şuurunuzu yitirdiğiniz kısa karabasanlardır. Bu arada cezveye attığınız kahve suyla hemhal olmuştur. Bir yudum nane likörü, birkaç badem şekerinden medet, yakalamak istediğiniz o ferahlık hissi.  Nafile. Kitapta geçen hikâyededir aklınız. Hikâye sanki böylesi uzun, korkulu düşlerle dolu bir gecenin sabahında okunmak için yazılmıştır. Bir başka kentte, bir başka zaman diliminde okuduğunuzda, yazara bu hikâyeyi yazdıran nedeni ve hikâyenin gerçek anlamını kavrayamazsınız. İçe kapanık dalgın gözlerle küçük bahçenize döner bakarsınız. Kuşkunuzu bacaklarınıza sürtünen gri tekir giderir. Uysal varlığını ve sizin kendi varlığınızı yine size duyurmaya çalışarak.
Sevgili Şehir,
Eski değilsin.
Senin başka yerlere benzemeyen, sadece sana ait bir zamanın var. Benimse sana harcamayı sevdiğim zamanlar. Bazı duraklarım, bisikletim, gizli yerlerim. Hikâyemi bilmeye heves ettiğini görmezden gelsem de seninkileri hep  dinledim. Beyaz tülbentli iki yaşlı kadından. Dar sokakların iki yanına sıralanmış evler, bembeyaz duvarlarının arasında kahverengi çerçeveleriyle bir yağlıboya tablo gibi görünüyorlardı. İçlerinden bazıları, bazı evler; çivit mavisi, kiremit kırmızısı görünümleriyle tabloya farklı bir ahenk katıyordu. Burası Odunpazarı: Kaybolduğum uzun akşam yürüyüşlerimin merkezi.
Beyaz tülbentli iki yaşlı kadın ahşap süslemeli cumbalı evin önünde laflıyorlar, rüyalarını anlatıyorlar birbirlerine. Ezanı duyduklarında soluklandılar. Selamımı aldıklarında usulca yanlarına iliştim. Anlattıkları rüyaları değildi de doyurucu göndermelerin olduğu türlü söylencelerdi adeta. Ya da ben öyle olmasını arzuladım. O hikâyeleri birbirlerine değil de bana anlatmak için evin önündeydiler. Ben hikâyeleri alıyor, aklımın ak renkli çekmecelerine dizi dizi yerleştiriyorum. Güneş avludan sarkan hanımellerine uzanmış. Sarılı beyazlı yansımalar. Eski püskü eşyaların yamacından ön bahçenin duvarını boydan boya saran saat çiçeğinin yapraklarına vuruyor. Yüzü uzun olan diğerinden daha diri, daha genç görünüyor. Göğsü farbelalı yeşil geceliğin üstüne geçirdiği baklava desenli yeleği iki yanından çekiştirip göğsünün üstüne kollarını bağlıyor. Yüzüne yansıyan bilgelik ruhumu sarıyor.
Beyaz tülbentli iki yaşlı kadının duvarda kimi zaman küçülüp kimi zaman devleşen gölgeleri arasında gidip gelen kelimeler, büyük saatin vurduğunda çıkardığı ses kadar tılsımlı. Kıpırtısız dinliyorum. İki kanatlı büyük kapının ipini çeker çekmez önüme açılan avluda loş gölgelerle bezeli taşlığın sonundaki kör kuyuya yaklaşıyorum. Yaşlı ve bir gözü kör kedinin sessizlik dolu bakışı beni kendime getiriyor.  Geriye dönüp koşar adım evin yolunu tutuyorum.
Yorgun olsam da sabah güneş doğmadan ayaktayım. Gökyüzünün griliği, kentin sessizliği, Odunpazarı evleri ve beyaz tülbentli kadınlar aklımdalar. Ve kuyu. Hikâyeyi kuyuya yaklaştığım zamandan geriye sarıp avlunun nemli toprak kokusunu içime çekiyorum. Tepenin eteklerindeki fundalıklardan iki karga göğe doğru yükseliyor. Resimlerini yapmak geçiyor içimden. Vazgeçiyorum. Çantamdan kitabımı çıkarıp kaldığım yerden okumaya devam ediyorum.

Diğer deneme yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazımızı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

                                                                                                                                             

[1] Italo Calvino, Görünmez Kentler, Çev.: Işıl Saatçıoğlu, YKY, 2007, s.77

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir