ŞİMDİKİ ZAMANIN YİTİRİLİŞİ
Ebedi bilinç yoksunu, her şeyi arzuyla üreten, tüketen, içinde dipsiz kuyular barındıran, zamanının ve mekânının kıymetini bilmeyen, bunlardan her daim şikâyetçi olan sıkılgan, umutsuz bir insanın portresini çizmekle başlamayalım sohbetimize. Beni bu zahmetten kurtarın. Dışarı çıkın ya da hemen şimdi çevrenize bakın. Çizmeye üşendiğim o insanın canlı portresini göreceksiniz.
Hayat bir anlam arayışı değildir. Bir anlam yaratabilme çabası da değildir. Şu an ne iseniz, o ne’liğinizi şu an ne kadar yaşıyorsunuz; ne’liğinizin hakkını şu an ne kadar veriyorsunuz? Cevabınızın da bir önemi yok, bu soruları kendinize sormanızdaki samimiyet önemli.
Kupkuru bir çölde esen rüzgârın bile boş vakti yoktur. İşini tam vaktinde, ertelemeden, hayal kurmadan bereketsiz kumları şekillendirerek bitirir. Dünkü iş ile bu günkü işin arasındaki farkı, şuan içinde akıp giden zamanın anlarını genişlettiğimizde fark ederiz. Kum tepeleri hep aynı yerde, aynı şekilde değildir. Fakat çöl hiç değişmez.
Ormandaki bir ağacın diğer ağaçlarla kutsal bir bağı vardır. Bu bağa rağmen hiçbir ağaç başka bir ağacın yaprağına bile temas etmez. Bu bağ, ağacın kendi gövdesinden beslenen kendi yaprakları için de geçerlidir. Hiçbir yaprak diğer bir yaprağa değmez. Aynı topraktan, aynı gövdenin içinde yürüyen özden ve güneşten beslenmesine rağmen her yaprak kendi evreninde, kendi zamanını yaşar. Gelecek bir zamanın kaygısını taşıyarak şimdiki zaman için olup bitmesi gereken işlerini savsaklamaz. Gelecekte -bir sonbahar rüzgârının ılık esintisiyle- yerini başka bir baharda yeşerecek olan yaprağa terk eder. Aynı yerde, aynı yaprak yeşermez. İçinde bulunduğu anın görevini yerine getiren yepyeni yapraklar biter. Fakat ağaçta değişen bir şey yoktur. Ormanda ağaçların sayılarının artması, azalması da değişim değildir.
Geleceğe karşı ebedi bir kayıtsızlık ile içinde bulunduğu anın varlığını özümseyen her canlının, başka bir canlı tarafından yaşamsal alanına müdahale edilmediği sürece, geleceği sabittir ve huzur vericidir. Tam vaktinde karın altından kıpırdanıp başını uzatan bir kardelen, tam vaktinde polenlerini rüzgâra, sineklere, kelebeklere ve arılara sunar. Arılar, kelebekler ve sinekler tam zamanında gelir. Rüzgâr tam vaktinde eser. Kimse yatağında uyuyup kalmaz, trafiğe takılmaz, ertelemez işini.
Kişinin anlık arzusundan vazgeçişi, bir kahramanlıktır. Vazgeçtiği arzularını atıl hale getirmeksizin daima yaşatması da ayrı bir kahramanlıktır. Zafer, arzunun vaktinde gerçekleştirilmesidir. Geçmişin, arzularımızın üzerinde baskı kurmasını engellemek kadar önemli olan bir diğer şey de geleceğin, arzularımızı ertelemesine izin vermemektir.
Hastalıklı bir vücut, ertelenmiş arzuların yaralarıyla doludur. Geçmişin tazyiki ile geleceğin sisli hürriyeti arsında sıkışıp kalan insan, acınası bir organizmadır. Üstelik sürekli kendini güncelleyen bir insanın kendisini tanımlaması da imkânsızdır. Tanımsız, kimliksiz; karakter sabitlemesi olmayan insanlar türetmeye başladık.
Gelecek, geçmişi o denli uzak, arkaik bir zamana iteliyor ki… Birkaç ay öncesi modanın elle tutulur bir yanı kalmıyor ya da birkaç yıl öncesi bir fikir, ilkelliğin sathında çırpınıp duruyor. Geçmişine bu kadar uzak bir gelecek, hakikaten ‘gelecek bir zaman’ mıdır? Gelecek neyin üzerinde sabitlenmiş? Geleceğin itiş motorlarının yakıtı geçmiş yıllardır oysa. Geleceği bu kadar yücelten şey nedir? Elimizde mi gelecek? Biz mi yaratıyoruz geleceği? Yoksa birileri tarafından yaratılmış geleceğe mi sürükleniyoruz? Tüm bunların cevabı bu satırları okuduğunuz şimdiki zamanın içinde saklı.
Biz insanlar; bir ağacın aktarılabilen kadim ve devingen, bir ormanın kolektif, bir çiçeğin ve bir hayvanın coşkusal hafızasından yoksun canlılarız. Bu nedenle yazıyı ve arşivciliği icat etmek zorunda kaldık. Oysa belirsiz ve ön görülemez bir gelecek kaygısı, hafızamızı zayıflatarak şimdiki zamanı yok ediyor, arşivlerimizi kullanılmaz hale getiriyor; yazdıklarımızın anlamı buharlaşıyor.
Bir defa yüzmeyi öğreniyoruz, bir defa araba, bisiklet kullanmayı öğreniyoruz. Bu öğrenilmiş refleksler ömür boyu şimdiki zamanlarımızda yer buluyor. Oysa yeni bir bilgisayar programı ya da akıllı telefon uygulaması, bir ulaşım ve erişim teknolojisi şimdiki zamanımıza hiç uğramıyor. Aldığımız bir araba, aldığımız anda ilkelleşiyor. Aldığımız arabanın ustası kendini sürekli güncellediği için bizim aracın arızasının ne olduğunu çoktan unutmuş oluyor. Aldığımız bir teknik aracın son kullanıcısı olmanın verdiği eziklikle karışık korkusunu yaşadığımız için hiçbir şeyini tüketmeden elimizden çıkarmaya programlanıyoruz.
Kendimizi hep gelecek için güncelleyip duruyoruz. O halde hafızamızda ne kalıyor? Hafızamızda biriken bir şey var mı? Bir kurcalasak mı hafızamızı?
Atalarımızdan daha uzun yaşıyoruz. Fakat onların yaşamları kadar sakin bir hayatımız olmadığı da gerçek. Daha kötüsü onların hafızası kadar geniş ve derin değil hafızalarımız. Sürekli öğrenmeye tabi tutularak kalıcı bilgilerden mahrum bırakılıyoruz. Unutmanın ne olduğunu, unutulan şeylerin ne olduğunu bile hatırlayacak zamanımız kalmıyor.
Dingin zamanlarınızı, gelecekteki şüpheli emeklilik hayatınıza ertelemeyin.
Diğer deneme yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazımızı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.