????????????????????????????????????
Dicle Erkenci

O ZAMANLAR KULAKLIKLARIM YOKTU

Havaalanına ne olur ne olmaz diye dört saat önce varmama rağmen ucu ucuna yetişmiştim uçağa. Yapılan anonsları kulaklıklarım yüzünden duymamıştım. Son zamanlarda annem içeriden seslendiğinde de duymuyordum. Odama kadar gelirdi ve ben ancak o zaman kulaklıklarımı çıkarırdım. Hep şöyle derdi: Kulaklıkların ve sen!

Biniş kapısının değiştirildiğini anladığımda epey geç olmuştu. Havaalanının bir ucundan diğer ucuna ağır sırt çantamla depar atmak zorunda kalmıştım. Vücudumun her yanı bir trafo gibi cızırdıyor ve sızlıyordu. Bu süre içinde tüm yolcuları, pilot da dâhil tüm uçuş ekibini bekletmiştim.
Mahcup bir şekilde koridorda ilerledim başım önde, yargılayan bakışları yararak. Kulaklıklarım hâlâ kulağımdaydı ama hiçbir şey çalmıyordu. Onun yerine kalp atışlarımı kulaklıklarımın temas ettiği her yerde hissediyordum. Dışarıdaki sesler boğuk geliyordu. Sanırım bazı mırıldanmalar oluyordu. Bilhassa biraz yüksek sesle söyleniyordu; ortada görünmeyen bir alana doğru, herkes adına. Genellikle böyle şeyler yaşamazdım, her zaman oldukça tedbirli biriydim. Sahiden mahcuptum.
Oysa ben muhteşem bir şarkıya, Beth Hart’ın The Royal Albert Hall’daki inanılmaz Caught out in the rain performansına kapılmıştım. Bir anda yüreğimi olduğu yerden söküp almıştı. Aklım da onunla birlikte rayından çıkmış olmalı. Tuhaf. Ne olduysa işte o zaman oldu. Kalbinde başka biri olan birine âşık olmanın acısını tüm hücrelerimde tekrar tekrar hissettiğim o anlardan biriydi. Uçak pistine doğru camdan dalgın dalgın bakarken kopmuş gitmişim. Ama tabii ben şarkıdaki yağmura yakalanmamıştım, saçma bir şekilde terlemiştim ve işin kötüsü utanç içindeydim. Uçağa geç kalışımın böyle bir sebebi olmasını kimseye açıklayamazdım. Gerçekten böyle şeyler başıma gelmezdi. Her zaman planlı programlı olmuşumdur. Annem bilse kesin ne ayıp derdi. Rezalet! Böyle terbiyesizlik, böyle sorumsuzluk vallahi olmaz. Kalbinde başka biri olan birine âşık olmak kadar ayıp, diye de anlardım bunu muhtemelen.
Sırt çantamı son bir gayretle baş üstü bagajına koyduktan sonra koltuğuma oturmak için nazikçe izin istedim. Check-in masasında benimle ilgilenen adama ısrarla cam kenarında bir yer istediğimi belirtip durmuştum. İyi halt ettin, diyordum şimdi kendi kendime içimden, yan yan koltuğuma doğru seğirtirken. Kusura bakmayın, çok teşekkürler, deyip duruyordum. Ancak bunlar havayı yumuşatmıyordu. İnsanların gergin bakışlarını üzerimde hissediyordum. Üflüyor, püflüyorlardı. Aklım hiç durmadan konuşuyordu. Kimse anlayış göstermek istemiyor hiçbir şeye, hiç kimseye, hiçbir zaman, diyordu. Bu da yaşamı duvarların, kuralların ve gerekliliklerin arasına hapsediyor, diye devam ediyordu.
O an fark ettim, her özrümle tepkilerin daha aleni verilmesi için onları teyit etmiş gibi oluyordum. Ah, işte hep böyleydi! Nezaket, mahcubiyet ve özür bu dünyada ne yazık ki şefkat ve anlayışla bir türlü buluşamıyordu. İşimi de buna benzer sebepler yüzünden kaybetmiştim. Hadi beni, varoluşumu, benliğimi geri bildirim yağmuruna boğun, beni gözle görünmeyen soyut bir âlemde dövüp paramparça edin demiştim sanki onlara. Öyle de yapmışlardı.
Koltuğuma tüm bu yüklerle çöktüm, içi işe yaramaz taşlarla dolu bir çuval gibi. Kan ter içindeydim.  Ne kalkış anonslarını fark ettim ne de uçağın havalanışını.
İkaz ışıkları söndüğünde çıkan minik sesle derin bir hipnozdan çıkarcasına birden uyandı bilincim. Kalp atışlarım ve soluğum normalleşmişti. Herkes kendi işiyle meşgul görünüyordu, hiçbir şey olmamış gibi. Yokmuşum gibi yapılacaktı ve ben de yokmuşum gibi yapacaktım. İnişte de çantamı alıp çıkıp gidecektim, hepsi bu. Hepimiz başka yerlere dağılacaktık ve birbirimizi bir daha hiç görmeyecektik.
Derin bir nefes aldım. Oh. Yeni aldığım kulaklıklarımı çıkarıp mıknatıslı yuvalarına bıraktım. Bu müthiş oyuncak beni epey keyiflendiriyordu her seferinde. Bir tek kendim hissedebileceğim kadar gülümsedim. O anda, şimdi biraz daha iyi misiniz, diyen bir sesle irkildim. Ses yumuşacıktı. Refleksle kafamı çevirdim. Esmerliği ve afro saçları dikkatimi çekmişti. Sevimli bir havası vardı. Sanırım yirmilerinin başındaydı ve muhtemelen Jackson 5’ı bilemeyecek yaştaydı, ama grubun elemanlarına epey benziyordu. Delikanlının gençliği, hızla geçip giden yaşamımı hatırlattı bir an için. Böylesi bir soru gerçekten hiç ama hiç beklemediğim bir şeydi. Şanslıydım, ihtiyacım olan anlayış gelip yanıma oturmuştu. Aklımdaki sese seslendim, yaşamda nefes alınası boşluklar da var bak, dedim. Herkes senin gibi yargılamıyor, merhamet ölmedi.
Sanki Meryl Streep’mişim gibi -biraz öğretmen edasıyla- iyiyim dercesine başımı sallarken kaşlarımı kaldırıp gözlerimi yumdum minnetle. Gayet iyiyim, dedim, teşekkür ederim, çok naziksiniz. Harika, dedi gülümseyerek, sevindim. Gözümün ucuyla önündeki ekranda The Cars filmini izlediğini gördüm. Sanırım çizgi filmi az önce bana soru sormak için durdurmuş ve kulaklığını boynuna indirmişti. Evet, kesinlikle böyle olmuştu.
Bana biraz, sohbet etmeye istekliymiş ya da en azından eğer ben istersem konuşmaya açıkmış gibi geldi. Ancak ben gerekli pası atamadım. Basket maçının en kritik anında bana verilen topu elimde tutmuş duruyor gibiydim. Zaman işliyordu. Herkes sabırsızlanıyordu, kulağımda sesler yükseliyordu. Aslında pası ona atmak, konuşmak bana da iyi gelebilirdi. Alışkındım da. Neden böyle oldu ben de bilemiyorum.
Son on yılda dünyanın her yerine iş için çok seyahat etmiştim. Bu seyahatlerde insanlarla tanışırdım, konuşurduk. Bu insanlarla sohbet dolanır hep aynı yere gelirdi. Ne iş yapıyorsunuz? WNM’de global iş analistiyim, derdim ben de eskiden. Havalı bir şeydi, takdir topluyordu epey. Dünyanın neresinde olursam olayım, hani şu bildiğimiz WNM mi derlerdi, ürünlerine bayılıyoruz.
Artık bu türden sorulara bir cevap vermekte oldukça zorlanıyordum. Bu sebeple de bana neler yaptığımı sorabilecek herhangi biriyle konuşmak hiç gelmiyordu içimden. Durumumu gören tanıdıklar da artık ne yapmayı planladığımı sormaya başlamışlardı. Ee, peki şimdi ne yapacaksın? Yapmıyorsam bile en azından planlamalıydım. Planları olmayan biri herkesi tedirgin ederdi. Bu seyahat biraz da bunlardan uzaklaşmak içindi.
İstemsiz bir provaya tutuşmuştu bile zihnim, konu seyahat nereye girizgâhından işe güce gelmişçesine. Şu sıralar bir şeyler yapmayı bile isteye durdurdum, dedim. Pek bir şey yapmıyorum. Bir nevi tatil gibi öyle mi, dedi. Jackson 5’ın sesini tam hayal edememiştim bu noktada. Çok karmaşık bir hikâyem varmış gibi gülümsedim ve öndeki iki koltuğun arasından olmayan bir boşluğa doğru uzun uzun baktım. Kendimi tanımakla, yaşamın özünü merak etmekle ilgileniyorum gibi yavan cevaplar hızla geçti paralel kurgulardan. İçime sinmeyen bir müşkülpesentlikle burun kıvırdım bunlara da hemen.
Birkaç kişiye, yaralarımı sarıyorum deme gafletinde bulunmuştum işten ilk ayrıldığımda. Kendi yarasını görmek istemeyen başkasınınkini algılayabilirmiş gibi. Belki de muhasebeciyim demeliyim. Yaptığımın pek farkı yok nasıl olsa, bir anlamda hesap kitap işleri. Bence bir insanın kendi ömrünün muhasebesini yapmaya kalkması çok daha zor bir şey diye kibirlendim bu düşünceler üzerine. Rakamlarla aram çok iyidir ama muhasebenin m’sinden anlamam doğrusu. Muhtemelen afro saçlının yaşı kadar çalışmıştım ve henüz emeklilik yaşım gelmeden hızlı akan kariyer kulvarından son sürat fırlayıp ayrılmıştım. Bir nevi bir kaza sonucu diyelim. Sanki dev bir organizma beni tükürmüştü.
Geriye dönüp baktığımda koca bir boşluğun içinden geçtiğimi fark edince -hafıza kaybıyla yaşamış biriymişim gibi- geriye dönük hayatıma dair her şeyi merak etmeye başlamıştım. Onca zaman ben kimdim, ne yapmıştım? On milyon dakikanın üzerinde nefes alıp verdiğim o süre zarfında neleri, nasıl yaşamıştım? Rakamlar, datalar yerini yavaş yavaş hikâyelere, duygulara ve düşüncelere bırakmıştı. Sınırsız bir merakla kendimi anlamaya, tanımaya odaklanmıştım. Buna karşın ilginç bir şekilde dünya ile daha çok ilgilenmeye başlamıştım. Birkaç sene önce biri bana böyle bir şeylerden bahsetse muhtemelen bomboş bakardım yüzüne ve sıkıntı basardı hemen. Boş işler derdim içimden, sıfatın aslında beni ünlediğini bilmeden, cahilce.
İçimde, çok derinlerde, bambaşka biri olduğunu fark etmek açıkçası biraz ürkütmüştü beni. Aslında onun orada olduğunu hep biliyordum.  Bu yalnızca bir itiraftı. Bu kişi, güneşin ışınlarına bakıp gözlerini kısıp açarak oyunlar oynamayı seviyor, çiçeklenen kiraz ağaçlarıyla neşeleniyor, karda boş sokaklarda yürürken şarkı söyleyip dans ediyor, kendine kahve ve tatlı ısmarladığı bir kafede otururken yan masadaki kadına bakıp onun hikâyesini iştahla merak ediyordu. Günler geçtikçe kabullendim ve onu tanımaya bıraktım kendimi. Yavaş yavaş hayatımı o yönetir olmaya bile başladı.
Doğru ya, o eski ben havaalanında beklerken bir şarkının duygusuna kapılıp uçağı asla kaçırmazdı. O daha ziyade her yere vaktinde gider, gecikenlere sinir olurdu. Başkalarının olması gereken halleriyle ilgilenir, oldukları hallerini hiç mi hiç merak etmezdi. Zaten o zamanlar kulaklıklarım yoktu. Müzik de yoktu. Dolayısıyla coşkuyla çarpan, her an atan, yaşayan, bir şarkının söküp alabileceği kadar capcanlı bir yürek de. Utanç puf diye yok oldu gitti. Evet, işte bu, harika bir yolculuk oluyordu. Bambaşka birinin çocuksu neşesi, coşkusu sardı içimi. Zihnimin kendiliğinden şak diye sustuğunu fark ettim.
The Cars ekranda hâlâ donmuş duruyordu. Jackson 5 kulaklıklarını takmamıştı. Uzun boyuyla koltuğa anca sığıyordu. Ellerini bacaklarının arasında bir çocuk gibi keyifle kavuşturmuştu. Bu düşünceli ve sevimli genç insanı, onun hikâyesini çok merak ettim.
Artık olmayan kâküllerime alışkanlıkla şöyle bir üfleyip kafamı omzumun üzerinden hafifçe ona doğru çevirerek sordum. Siz de iyi misiniz? Dudağımın kenarında nükteli bir gülüş vardı.

 

Yazarımızın diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Diğer deneme yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazımızı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir