????????????????????????????????????
Selahattin Bilici

İÇSESLER TERMİNALİ

Yeryüzündeki tüm sokak çocuklarının şimdiye kadar satmış oldukları bütün mendilleri getirin bana. Onlarla temizleyeceğim bu dünya denen pisliği.

 

Bir masanın çevresindeki dönüşü, bir düşünceye denk gelen zaman dilimini tamamladı. Her zaman yörüngede kalmasını sağlayan düşüncelerden oluşmuş bir uydunun iki ayaklı bir versiyonu olmak. Yaşam adına ne büyük onur. Somut bir olguya biçilmiş soyut kavramlar silsilesi. Yaşam???
Masanın üzerinde duran dosya kâğıdını aldı. Katladı, kenarından çıkan boşluğu dili ile yalayarak kopardı. Yeniden katladı, içe doğru kıvırdı, uçlarından çekti. Düzgünce sıvazladı. İşte, kusursuz bir işçilik. Kağıttan gemi yaratılmış oldu. Sonra ayağa kalktı. Masanın etrafında bir tam dönüşünü gerçekleştirdi.
Hayatımız da aynı böyle değil mi? Kesiyorlar, katlıyorlar, kıvırıyorlar, içe büküyorlar, tekrar katlayıp sıvazlıyorlar. Ellerinde kalan şekilsiz bir yığın oluyor. Kim? Onlar elbette. Onlar kavramı; en geniş kitleleri en geniş suçlamaların denizinde boğmaya yeltenmiş tehlikeli bir sözcük. Hiç kimseyi zan altında bırakmamak adına herkesi zan altında bırakmanın en kibar hali.
Gözyaşlarının en makbul olanı dışarıya değil, kendi içine akıttıklarındır. Birisi söylemişti bu lafı. Belki de kimse söylememişti. Şimdi kendisi uydurmuştu. Dışarıya karşı güçlü olmak sorun değil. Gözler, sözler, bakışlar, oturup kalkmalar, yürümeler; hepsi eğitilebilir. Dışarı denen düşmanın üzerine salınmış bir müfrezenin en dinamik unsurları haline getirilebilir. En büyük düşmanın yine kendinse nasıl alt edeceksin onu? Hele bir de baş başa kaldığınızda kim, nasıl koşacak yardımına?
Masanın etrafındaki her bir tam dönüş, dünya yılı ile bir düşünce hızına eşittir. Adımların günlere, kenar uzunluklarının mevsimlere dönüştüğü bu yolculukta hızını kendin ayarlarsın. Bazen geceler uzundur bazen gündüzler. Bazen kış uzun sürer, bazen birden bahar gelir. Zaman, düşüncelerin ritmine ayak uydurmuş adımların tik taklarında ilerler. Ayakta durmak ile ayakta kalmak arasındaki edimsel fark ancak yaşayanların ayrımına varacağı bir ayrıntıdır.
Bedeni üç kattan oluşuyordu. Üst katta ölüler, orta katta kendisi, alt katta ise iç sesler ikamet ediyordu. O nedenle ayakta kalan bir insanın olanca titizliği ile yürümesi elzemdi. Ölülerden yana bir kaygısı yoktu. Ölü oldukları için ses çıkarmazlardı gürültü patırtıya. Ama şu alt katta oturanlar yok mu? İşte onlar tam bir baş ağrısıydı. En ufak bir sese kulak kabartır, ortalığı velveleye katarlardı. İç sesler bedenin sahip olabileceği en berbat komşulardan birisi olarak kabul edilebilirdi. Hele o ellerinden hiç düşürmedikleri uzun sopa? Onun bir dürtüşü ile verdikleri acının emsali olmazdı. Ama yine de sevimli şeylerdi. Hani olduğu zaman rahatsız eden, olmadığında ise yaşamın anlamını alıp götüren cinsten.
İç sesler çok kalabalık bir aileden oluşuyordu. Öylesine küçük bir eve nasıl sığdıklarını anlamak imkânsızdı. Olur olmaz şeylerden rahatsız olur, hemen dış ses haline gelirlerdi. Üzerlerine vazife olmadığı halde her işe burunlarını sokarlardı. Beynin uzak kıvrımlarında gezen düşüncelerin ucundan tutup çekiştirir dururlardı. Hiç ummadığın anda kendini onlarla son derece gereksiz bir münakaşanın ortasında bulman oldukça sıradan bir olaydı.
Okuduğun sayfanın içinden burunlarını uzatır ahkâm keserlerdi. Yok efendim şu anda kınamakta olduğunuz durum aslında sizin de sık sık yapmış olduğunuz bir şey. Vay efendim ahlak üzerine verdiğiniz edebi değeri yüksek söylevler esasında kişinin somut koşullarından yalıtılmış soyutlamalardan ibaretmiş. O nedenle bir geçerlilikleri olamazmış. Şunu şöyle yapmadın, bunu neden söylemedin, onu niçin kırdın, kendini nasıl bu hale düşürdün, zamanı boşa harcadın, hayatı pul ettin, madem pul ettin hani zarfı nerede? Ne yapsan kabahat, ne etsen beğenmezlik hali.
İç seslerin sesini kısmanın bir yolunu bulmak için çok didindi. Baktı olmuyor. O da onlara uydu. Beraber verip veriştirdiler alayının yedi ceddine.
Mutfağa açılan kapının önünde durdu. Elini kapı kolunun üzerine doğru uzatırken gireceği yerin ayrı bir evren olacağının bilincindeydi. Ne tuhaf, diye düşündü. Herkes evinde mutfağa su içmek için gönül rahatlığıyla girer. Oysa ben zamanı durdurup paralel bir evrene geçişin eşiğinde bekliyorum. Zamanın aktığı masa ben olmadığım sürece sadece sıradan bir masa. Ona anlam katan benim. Nesneler benimle birlikte anlam kazanıp kişilik sahibi oluyorlar. Onlara ol diyorum. Hepsi bu kadar.
Cansız nesneler topluluğunun tanrısı olmak benim tercihim değildi. Kim bilir insanların tanrısı da başta benim gibiydi. Sıradan varlıklara kendilerini özel hissetmelerini sağlayacak hazlar aşılıyordu. Bu hazzın karşılığında tapınılmak gibi bir beklenti içerisine giriyordu.
Evreni iki oda bir salondan ibaret bir bünyede, mutfak solucan deliği işlevi görüyordu. Yaklaştığı anda etkisi altına alan çekim gücü ile hareketleri normalin dışında bir seyir izlemeye başlıyordu. Kapı koluna değip de zamanı yavaşlattığında pelte gibi akışkan olmaya başladı düşünceleri. İçeri girdiği zaman ise akışkanlık kaybolup tersine bir döngü halini aldı.
Zaman eğer kendi varlığımızla sabitlenmiş bir yanılsamadan ibaret ise, o yanılsamanın ucundan tutup tepe taklak tersine çevirmek mümkünlük sınırları içerisinde yer alır. Başkalarının yaşadığı zamana hiç bir müdahalede bulunmadan kendi kişisel zamanında geriye dönüp şöyle bir dışarıdan bakmak olasıdır. Elbette bunu yaparken hiçbir şeye dokunmamak, hiçbir eşyanın yerini değiştirmemek, maddi yaşamın hiçbir nesnesine el uzatmamak gerekir. Öyle bak, geç, fazla kurcalama. Notlar al, duygusal hezeyanlar geçir, kendini yerin dibine sokup bir de buna suç ortakları ekle. Sonra geri dön.
Bu anlamda mutfak, yaşantısının masaya endekslenmiş rutinine vurulmuş ağır bir darbeydi. Güneş sistemine başkaldırmış, zamanı durdurmuş, yetinmemiş geriye doğru akmasını sağlamıştı.
Plastiğin, üzerlerinde çok güzel durduğu nesneler topluluğu inkâr edilemez bir gerçekliktir. Her şeyden önce nesnenin bütün kıvrımlarını sararak onu kuşatması başlı başına bir devrimdir. Sadece kuşatması mı, istenilen renk ve parlaklıkta görünmesini sağlayıp cazibe merkezi haline getirmesine ne demeli? En köhne nesne bile plastik sayesinde dikkat çekici bir hal alabilir. Ama o nesnelerin içerisinde plastiğin insan kadar çok yakıştığı başka bir şey yoktur. Eğer plastik sanatlar diye bir kavram varsa, varlığını insanı bu kadar güzel kuşatmasına borçludur. Plastiğin insan bedeni ile buluşarak bir sanat haline gelmesi ikili bir işlevi barındırır içerisinde. Birincisi insanın elastikiyeti, ikincisi ise her türlü şekle girebilme becerisi.
Her gün bu sanatın en güzide örnekleri olan onlarca insan ile karşı karşıya geliriz. Kimi sadece şekilden ibarettir, kiminin ise içine kadar sirayet etmiştir. Elbette plastiğin de kusurları vardır. Üzerinden dökülmeye görsün altından tümden bir çirkinlik sırıtmaya başlar. İnsanlar değişik türde malzeme ile kaplanmışlardır. Kimileri koltuk, mevki, makam, kimileri para, kimileri toplumda mükemmelize edilmiş estetik formasyonlarla.
Saygı asla ve kata içe dönük bir bakış açısını içermez. Daha çok kaplamaya yöneliktir. Koltuğa saygı duyulur, paraya saygı duyulur, estetik değerlere saygı duyulur ama onun altında yatan öze saygı duyulmaz. Varlığı bir değer haline getiren ambalajın yok olması beraberinde bir değersizlik getirir. Şöyle bir kısır döngü vardır. Ne kadar çok şeye sahip olursan o kadar çok onların esiri haline dönüşürsün. Sahip olma tutkusu artar, kölelik geri dönülemez boyutlara ulaşır. Üzerindeki plastiğin kalınlığı artar. Seni insan yapan öz iyice görünmez hale gelir. Nefes alamaz, boğulur gider. Ölürsün. İnsan olarak ölür, nesne olarak yaşamaya devam edersin.
Kişinin kendisinin plastik bir kaplama olmasının bir diğer avantajı, yaşamının da benzer bir içerikte seyreder olmasıdır. Bu şekilde mükemmel bir uyum yakalanmış olur. Değerli olmanın değerli addedilen davranışlarla tamamlanması, oynanan oyunun nihai amacıdır. Kurgulanmış bir dünyada o kurgunun bir parçası olarak, kuşanmış olduğunu kabuğa uygun davranışlar sergilemek mutluluk hissi yaratır. Aniden gelen ve aynı anilik zarfında kaybolan hazzın devamı için kurgusal davranışların sürekli olarak tekrarlanması gerekir.
Öyle olması gerektiği için gidilen yerler, öyle olması gerektiği için yenilen yemekler, öyle olması gerektiği için giyilen elbiseler, öyle olması gerektiği için alınan eşyalar, öyle olması gerektiği için sürdürülen arkadaşlıklar, öyle olması gerektiği için yaşanan bir hayat, öyle olması gerektiği için öldürülen insan. Plastik insanların plastik yaşamları çok estetik. Ancak estetik kavramının kendisi kurgusal bir boşluğa tekabül ettiği için hiçbir anlamı yok.
Mutfakta geçen birkaç dakika, gerçek dünyada belki de birkaç güne ya da birkaç yıla eşitti. Bilmiyordu. Hiçbir zaman ölçme derdi olmamıştı. Nasılsa zamanı masasının etrafındaki dönüş hızına göre dilediği gibi ayarlayabildiği için bunun bir önemi yoktu. Geçmiş olduğu paralel evrenden yaşamış olduğu gerçekliğe göz atması hüzünlü bir yolculuk olsa dahi, söyledikleri sadece kendisi adınaydı. Plastik kaplaması onu mutlu etmiyor aksine boğuyordu. Ne kadar çıkarmaya çalışırsa çalışsın üzerine öyle bir yapışmıştı ki, onunla beraber derisini de yüzmesi gerekiyordu. Henüz böyle büyük bir acı yaşayacak doygunluğa ulaşmamıştı. Belki daha sonra.

Diğer deneme yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazımızı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir