TEYZEM
“Ne güzel gezerdik seninle evvelden, ben en çok vapurları özledim…”
Seksenlerde, İstanbul’da sonbahar kışa dönerken tek başına okul kırmak, bu münferit eylemi eğlenceli hale getirmek için çok fazla seçenek barındırmıyor. Uzun yokuşlardan gocunmayacak yaştayım. Ayaklarım beni önce Beşiktaş’a götürüyor, ardından Nişantaşı’na çıkartıyor, oradan Pangaltı İnci sinemasının önünde, o şekilsiz üst geçidin altında durduruyor.
Türk filmi seviyorum. Çocukken açık hava sinemalarının ay çekirdeği kokan tozunu ziyadesiyle yuttuğum için Türk filmlerinin mutlaka sinemada izlenmesi gerektiğine ilişkin romantik düşüncelerim var. Kafamı kaldırıyorum; afişlerde Teyzem. Müjde Ar’la uzun uzun bakışıyoruz. Geniş alnıyla bana doğru eğilip iri göğüsleriyle nefesimi kesiyor. Geçen yıl Fahriye Abla’yı da burada izlediğim için Müjde Ar’a idmanlıyım. Bayılıyorum ona. İlkokul üçte, matematik defterimin kapağına bikinili fotoğrafını yapıştırdığımdan ve babamdan azar işittiğimden beri. İlk gençliğim, hayattan koparabileceği en küçük cinsellik kırıntısını bile görsel hafızasına kaydetmeye kararlı. Teyzem’den ılık bir öpüş, okşayış bekliyorum.
Yönetmen Halit Refiğ yazıyor afişte. Bu ismi televizyondaki sunucuların sesinden, siyah-beyaz Aşk-ı Memnu dizisinden anımsıyorum. Bilet alıp aceleyle koltuğuma oturuyorum. Kaçırmak istemiyorum pek yakındaları, gelecek programları. Film başlıyor. Sahneler aktıkça hikâyenin gücü ve filmin büyüsüyle sarsılıyorum. Hayatımın belki de en iç parçalayıcı, en kederli sinema deneyimini –sürekli nemlenen gözlerimi perdeden bir an bile ayırmadan- Teyzem’i izleyerek yaşıyorum.
Şirket-i Hayriye sponsorluğunda çekilmiş bir filmdir desek yeridir Teyzem için.
Kocaman gözleriyle gönül düşürdüğü teyzesinin her hareketini izleyen Umur, Ömer Seyfettin’in İlk Cinayet hikâyesinde, yavru bir martının boğazını sıkan akranının gölgesiyle birlikte, aynı şehir hatları vapurunun İstanbul dekorlu açık güvertesinde durmaktadır sanki. Koca ailede Üftade’yi en çok sevendir Umur ve bu çok sevmenin yüküyle kendini hep suçlu hisseder. Fakat bu hikâyede boğulan martı değil, teyzesidir. Zaten Üftade de yazmıştır sayfa kenarları masal dekorlu günlük defterine “Bu ev beni boğuyor” diye.
Boğaz kıyısının kireç boyalı, Efes şemsiyeli, kırmızı çuha örtülü masalı aile çay bahçelerinin hüznü, fonda Alev Sezer’in bize geçmişi anlatan şefkatli ve kırılgan sesiyle birlikte Üftade’nin trajik hikâyesine karışır. Seksenlerin ikliminde sofuluğun, militarizmin ve müteşebbis sermayenin aklı fikri, özgürleşmek, rahat bırakılmak isteyen kadının bedenindedir.
Erkeklerden müteşekkil bir duvar örülmüştür Üftade’nin önünde.
Bu sınırın üniformalı memuru ise üvey babası Recep Bey’dir. Rütbeleri sökülüp kostümü soyutlanmış olsa da temsil ettiği şeyi hemen tanırız. Recep Bey’le uğraşmak zordur, zira Üftade’nin samanlı kâğıtlara resmettiği gibi üç başlı bir canavardır kendisi. Aynı anda hem silah kuşanmış emekli bir zabit, hem dini bütün, entarili-takkeli bir adam, hem de sıçan tüyü rengi önlüklü bakkal esnafıdır.
Her kostümle mütecaviz olabildiği için zırt pırt çıkar Üftade’nin karşısına Recep Bey’in fallik sureti. O, geceleri yatağının altında saklanan cindir.
Bir de üvey babanın gönülsüz görünen yardakçıları vardır tabii.
Tehlikeyi erken sezen (belki de tacizlere Üftade’den önce maruz kalan) ve solcu bir adamla evlenip evden ayrılan abla Azade, iyi niyetli ama korkak erkek kardeş Niyazi, erkekliği anca Üftade’nin kucağına bir çocuk vermeye yeten ana kuzusu, yarı zamanlı koca Basri, kendi sıkıcı kaderine haince ortak arayan görümce Şenay, azgınlığı uğruna apartman dikecek kadar gözü dönmüş Süleyman. Üftade’yi çekip almaya cesareti olmayan gitarist sevgili Erhan ve tabii Tomris Oğuzalp tarafından kusursuzca canlandırılan, her şeyi duyup bildiği halde sesini hiç çıkarmayan anne; hepsi elbirliğiyle delirtirler Üftade’yi. Hatta annenin bu kol kırılır yen içinde kalır suskunluğunu abartmak için, felç geçirterek hiç konuşamaz hale getirir ve iyice gözümüze sokar film. Annesinin acımadığı yavruya kimseler acımaz.
Yaşar Alptekin’in canlandırdığı, bir görünüp bir kaybolan, hayal mi gerçek mi pek anlaşılmayan eski sevgili Erhan, Guantanamera ve Strangers in the Night’ın Türkçe tornistanlarını çalıp söylerken senkron bir türlü oturmaz. Zaten oturmaması da iyidir; o hülyalı zamanlar geçecektir. Yıllar sonra Şarköy’de aynı gitaristin bir benzeri (ya da aynısı), Tatlıses’in Mavi Mavi’si eşliğinde göbek atacak sonra da son model arabasına atlayıp gidecektir.
Işıklar içinde onu almaya gelen Erhan’a doğru koşarken kamyon altında kalır Üftade.
Hikâyeleri farklı olsa da, akıbeti tıpkı Anna Karenina’nın, Emma Bovary’nin, Bihter’inki gibidir. Gazeteler “Bir kadın ezildi!” diye manşet atar; ölmüş bir kadının evrakı metrukesi kalorifer kazanında yakılır, teyzesini kurtarmaya yaşı yetmeyen Umur’a onun hikâyesini anlatmak düşer. Rüyasında, terkedilmiş şehir hatları vapurları arasında peştamala sarınmış Üftade, Umur’u yanına çağırır. Teyze anne yarısıdır; bunun bir yarısı anne ise diğer yarısı ilk masum aşka denk düşer.
Hani şu unutulmaz filmlerden, ardından gelen kuşakların rastladıkları anda başından kalkamayıp sonuna kadar izledikleri Türk filmlerindendir Teyzem. Finalde yetişkin Umur rolünde karşımıza çıkan, dönemin genç senaristi Ümit Ünal’ın hayatımıza sunduğu melankolik bir armağandır. Seksenlerin geçiş dönemi filmlerine pek bulaşmadan, tek başına sıyrılır aradan. Atilla Özdemiroğlu’nun içli melodisi, günümüzde artık alametifarikası haline gelmiştir. Uğur Yücel, Mehmet Akan, Necati Bilgiç, Serra Yılmaz’ın oyunculukları da cabasıdır. Gurbet Kuşları’ndan beri kadını ustaca yeniden sunan Halit Refiğ, adının müziği kadar yumuşak bir sinema diliyle ve Ertunç Şenkay’ın görüntüleriyle anlatır Üftade’nin kederli hikâyesini. Tüm kalbimizle bağlanırız Üftade’ye.
Üzerinden neredeyse kırk yıl geçse de, siz de eğer Türk filmlerini seviyorsanız, bir gün bir yerde elbet yolunuz kesişecektir bu filmle. Size kendini mutlaka izlettirecektir Teyzem.
Yazarımızın diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.
Sevgili Derya Erkenci bu nostaljik filmi, nostaljik sızımı hatırlayarak yeniden izledim. Yazını okuduktan sonra.. eline yüreğine sağlık incelikli hatırlatma için.