ESMA
Esma yengem, halk tipi ilginç benzetmeler kullanırdı konuşurken. Evde soba yanmayan arka odaların ne kadar soğuk olduğunu anlatmak isterken “Vallahi içeriler Sibirya” derdi. Birinin çok zayıf olduğunu vurgulamak istediğinde “Gandi gibi” derdi. Bir manavın mallarını fahiş fiyatla sattığını anlatmak için “Orada her şey kazık marka” derdi. Birilerinin ne derece zalim olduğunu anlatmak için “Gestapo gibi” derdi. Çok iri adamları anlatırken “Zangoç gibi” der, ağzını bükerek sanki yüz ifadesiyle o adamların resmini çizerdi.
Evlerimiz yan yana, dışarıya kapalı arka bahçemiz ortaktı. İki ev, bir kör bahçede tek ve büyük bir aile gibi yaşardık. Evde işler benim için yolunda gitmediğinde hemen yengeme kaçardım. Olgunlaşma enstitüsü mezunu, pembe yanaklı, topuz saçlı, becerikli, konuşkan ve her zaman çok güzel görünen bu soylu İstanbul kadını çocukluğumdaki en iyi arkadaşımdı.
Babam biraz asabi mizaçlıydı. Bir kabahatimi gördüğünde hep “Külahları değişeceğiz seninle” derdi. Çocuktum, hicazdan mecazdan anlamazdım. Kafamda büyülü bir sahnenin puslu hayalini kurardım. Babamla her seferinde sofadaki masanın başında, camekânlı çatının aydınlığı altında karşılıklı otururduk. Görüntülerimiz ışık demetlerinden örülü bir sepetin gölgesi altında kalırdı. Babamın külahı, Sihirbaz Melvin’inki gibi konik, beyaz bir külahtı. Üzerinden yaldızlı yıldızlar akardı. Benimkiyse Charles Bovary’nin şapkası gibi rengârenk, tuhaf bir başlıktı. Külahımı önce başımdayken hayal eder, sonra babamın bıyıklı yüzünün üzerindeyken seyrederdim. Sanki eşit şartlardaymışız gibi aynı anda iki elimizi de kullanarak ve birbirimizin yüzüne bakarak, büyük bir ciddiyetle külahları değiş tokuş ederdik.
Tören bitince duvardaki guguklu saat çalardı. Guguklu saat babam onu İsviçre’den getirdiği günden beri hep zamansız çalardı. Acı tecrübelerle sonradan anladım, külahları değişmek deyiminin anlamı babam için bambaşkaydı.
Başında külah yerine kaygılar taşıyan annem mutfakta ayakaltında dolaşmama pek müsaade etmezdi. Esma yengem mutfağını benimle paylaşırdı. Sarımsakları ayıklama, domatesleri yıkama görevi hep benimdi. Mantı hamurunu açarken minik çocuk merdanesini bana verir, masada benim için yer açar, önüme bir parça hamur koyarak bana aşçı muamelesi yapar, tatlı tatlı konuşurdu. Bazen arka bahçeden geçip mutfağa girdiğimde yengemi mantosunu giymiş evden çıkarken yakalardım.
”Yengecim nereye gidiyorsun?”
“Hindiba toplamaya gidiyorum.”
“Nereye?”
“Fulya bayırına.”
“Ben de geleyim mi?”
“Annene haber ver de gel.”
“Annem pazara gitti.”
“Aa! Seni yalnız mı bıraktılar evde?”
Elime, çocuk aklımla sırf çocuklar hindiba toplasınlar diye üretilmiş olduğunu düşündüğüm, iyice körelmiş eski mi eski bir bıçak tutuştururdu. Çocukları nasıl eyleyeceğini iyi bilirdi. Yengemin başındaki eşarbın üzerinde kırmızı renkli gemi çapaları taşıyan, güçlü fakat narin imgesinin arkasına takılıp Fulya deresine doğru yola çıkardım. Bu yolculuk her yinelendiğinde, yüreği üç gözlü bir tarla kuşu gibi heyecanlansam da, aklıma hemen Hacı amcamın kırk sene önce karlı bir kış gecesi derede yaşadıkları gelirdi. Dönemin meşhur ecinnilerinden, genellikle lohusa kadınlara musallat olan Çarşamba Karısı’yla karşılaşıp çarpılan ve aslen yüz felcinden mütevellit yamulan suratı Edirne’de bir üfürükçü hocaya götürülünce düzelebilen amcamın hikâyesini düşünür, içim korkuyla ürpererek yengeme yetişir, yumuşak ellerini sıkıca tutardım.
Yengemle ot toplardık. O hindibadan ısırgana, kuzukulağından ebegümecine bütün doğal nebatatı tanır bilirdi. Fulya bayırının nemli toprağına oturup ballıbaba çiçeklerinin şekerlerini emerken, Ihlamurdere vadisinin ötesinden karanlık şilepler öterdi. Bazen kırlık tepelere bıldırcınlar inerdi. Gündüz gözü in cin top oynardı, etraftan tek tük insan geçerdi. O günlerde hayat benim için muamma bir beyhudeydi.
Yazarımızın diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.