????????????????????????????????????
Nevin Arvas

 

 KÜNDEKÂR

 

Gönlü titrek, gözü pek, eli mahir olanın dilinden düşen bu hikâyenin bağrına konmuş bir bülbül sesleniverdi hû makamından:

 

Nura ayan olan garib
Derde deva tabib
İlminden sual olunmaz
Âleme rahmet hubb-ul muhib
 
Dil eyledi sükûnet-i minval
Sur çekti gazele derhal
Kutsi beka haline dâhil
Aman sahibi sebep muhil
Bir hoş seda geldi hikmetinden Mevla’nın, diye iç geçirdi Kündekâr. Mimar Sinan’ın elinden, gözünden, usundan süzülen makamlara onun da eli değsin arzusundaydı. Sultan’ın buyruğu ile yapılacak caminin ve külliyatın mimarı olacaktı Koca Sinan.
Odasına süzülen ışığın sesiyle düşündü. Eli mahirdi ya, kimsecikler gösteremedi nakkaşesini. Onun da mahareti kapılara, tokmaklara dokunmaktı. Nasıl olur, nasıl dile vurur, nasıl tezahür ederdi elinin işi? Asırlara merak kalacak bir mabedin nukuşuna onun da eli değsin istiyordu.
Koca Sinan şehirdeydi. Eli yaman yardımcıları da yanında. Yıllar sürecekti inşası, binası, nakşı, kelamı, mihrabı, âlemi, sancağı ve de ruhu. Ruha şifa bir derdi vardı bu temsilin. Âleme rahmet, rahmeti gazabından öte bir mutlak-ı ebediyete süzülen salasına, tevhidine şahitlik edecek bu gülistanın bir gülü olmaktı emeli.
Emelini ameline niyet ederek uykuya daldı Kündekâr. Niyetine sahipti rüyaya dalarken. Ruhların seyriydi rüya âlemi. Onun da ruhunun gideceği makam, mevki belliydi uykudan önce. Öyle niyet etmişti, elinin varmadığına ruhu varacaktı şimdi.
Sinan’ın oturduğu taburenin yanında gördü ruhunun cismini. Ruhu kendi cismindeydi. Etrafında toplanan kalabalığın içinden bir yer buldu kendine, oturdu. Sohbete iştirak etmek için diline Hz. Musa’nın duasını pelesenk etti ve zikretti:
“Rabbiş ralli Sadri ve yesirli emri vahlul ukteden min lisani yefgahu gavli ve ufevvizu emri illallah.”
Zikrini diline, dilini ruhuna, ruhunu Sinan’a sundu Kündekâr.
“Efendim, elim kapı oymacılığında mahirdir. Dileğim bu mabede bir nişan bırakmaktır. Sebebim rıza-i İlahidir.”
Bülbülü düşündü Kündekâr. Bülbül de içindeki acıyla söyleyivermişti arzını. O da öyle yaptı. Diline Hz. Musa’yı aldı, niyetine rıza-i ilahiyi. Eyledi arzını Sinan’a. Sinan bu sese kulak vermişti. Kündekâr’a doğru çevirdi yüzünü ve konuşmaya başladı:
“Bir kütük getirin. Bir de keski.”
Yanındakilerden biri medresenin içindeki odunların durduğu mahzene girip oradan bir parça kütük getirdi ve Sinan’a uzattı. Sinan bu parçayı elinde bir süre evirip çevirdikten sonra ona doğru uzattı.
“Al bakalım, göster hünerini. Kak bakalım kütüğü, çak bakalım çivini, görelim maharetini.”
Kündekâr titreyen kalbinin üstüne çaktı ilk çivisini. Öyle ya, titreyen kalbin eli de titrek olurdu. İlk önce kalbi susmalıydı. Atışları yavaşladı kalbinin. O yavaşladıkça eli çabuklaştı Kündekâr’ın. Oduna çiviyi vurdukça açtığı yol diğerine kapı oluyordu. Bir yol, bir yol daha derken oluşan şemaller iç içe giren ama birbirine açılan birer kapıya dönüşüyordu. Herkes sus, Sinan suspus, sadece çivinin ve tokmağın sesi işitiliyordu.
“Tak tak tak!”
“Bitti” dedi Kündekâr ve uzattı elindeki kütüğü Sinan’a. Sinan aldı, uzun uzun seyre daldı bu deseni. Yüzünden okunuyordu aklından geçenler. Gözü desendeki girizgâhlar ve kapılara dikkat kesilmişti. Ruhundaki bütün kapılar bu desenin kilitleriyle bir bir açıldı.
“Maşallah” dedi Sinan. “Elinin mahareti kütüğe ses oldu, kütük dile geldi, bütün sırlarını aşikâr etti nakkaş. Nakşına sağlık, eline selamet olsun. Sen de bize yoldaş, Mevla’ya hizmetkâr olasın.”
Kündekâr’ın kalbi uçacaktı. Bülbül yine geldi dile, eylemedi sükûn. Bir seda yükseldi arşa değin.
Çat, çat, çat ve çat
Dedi ve kapılar açıldı kat kat
Girdi içeri kalmamış takat
Vardı huzura
Sanırsın asırları yük diye omuzuna atmış hayat
Dile geldi eylemedi sükûn
Asırları saldı üstüne efendi zatun
Hemen deveran eyledi kıpırdadı nizam-ı erler topyekûn
Velakin olamadı hiçbiri bir hatun
Padişah zevcesi eyledi nakkaş-ı  viran
Lakin nakkaş bu
Dil susar, başlar eli etmeye pişman
Öyle de oldu, nakkaş çizdi bir nişan
Topyekûn padişah zevcesi ve de nizam
Şaştı kaldı gelemedi kendine bir an
Kündekâr bu iltifat karşısında mahcup olmuş, Sinan’ın şaşkınlıkla karışık hayranlığı karşısında boynunu bükmüştü. Bu ulu mabedin kapılarını kakarak zamana bir emare koyacak olmanın mesrurluğu içindeydi. Ruhunun cismi kendi, rüyası gerçek, gerçeği Sinan’ın eserinin kapısındaydı.
İşte böyle bir rikkat hali üzerine uyandı uykusundan Kündekâr. Hayal mi, rüya mı, gerçek mi ya da hiçbiri miydi yaşadığı? Derken odasının içine vuran gün ışığını teninde hissetti. Yatağı sıcaktı. Bedeni hep oradaydı. Belli ki ruhuydu yatağını terk eden. Ümit ve yeissin birbirine karıştığı bir ruh hali kaplamıştı benliğini. Ümitliydi çünkü rüya âleminde bile olsa emeline ziyadesiyle vakıf olmuş, Sinan’ın dergâhına varmış, sohbetine iştirak etmiş, hünerini ilan edebilmişti. Rüya da olsa tadı vardı bu halin üzerinde Kündekâr’ın. Ömründe yaşadığı, yaşayabileceği bir duygunun ön sahnesi gibiydi. Zamansız, mekânsız bir mutluluktu onunkisi.
Her nedendir bilinmez, bir türlü varamamıştı huzuruna Sinan’ın. İnşaatın devam ettiği yıllarda o da odasında bezemişti kapıların kenarlarını, köşelerini ve de tokmaklarını. Niyeti mabede işlemekti ya, ama olmamıştı. Hasretiyle yandığı bir emelin el işçiliğini uzaktan nakşediyordu kütüğüne.
Yılları böyle geçirdi Kündekâr. Rüya âleminde yaşadığı saadetin gölgesinde neredeyse bir ömür tüketmişti. Caminin mimarisi tamamlanmış, başka mekânlara, yeni fetihlere ve topraklara doğru yola çıkılmıştı. Ömürden gitmişti yıllar ama bütün ihtişamıyla, heybetiyle arz-ı endam ediyordu Koca Sinan’ın eseri.
Yaşını alan Kündekâr da onca yıldan sonra kapısından içeri gireceği mabedin yolunu tutmuştu. Yolu oraya varmalı, rüyasında heybetine hayran kaldığı, sohbetinde bulunduğu Koca Sinan’ın eserini seyretmeli, Rabbi ‘ne secde edecek bir yer bulmalıydı orada. Yola düşmüştü Kündekâr. Buruk bir kalbin yolculuğuydu bu.
Nihayet şehre varmıştı. Girişlerine baktı mabedin. Hangisinden girmeliydi karar veremedi. Önce abdestimi tazelemeliyim, diye fikretti. Zihninin boşlukları dolmaya, sevgilisine varma arzusuyla yanan âşık misali, visaline kavuştuğu için kalbi yine titremeye, ağır aksak atmaya başlamıştı. Abdest almak için şadırvana yöneldi.
“Bismillah” dedi. İçindeki bülbül rikkate geldi, ağaçların uğultusu arasından nağmesini söylemeye koyuldu.
Kehanet değil sırdır bu beste
Ta ki ulansın sırrım benliğime
Diyar-ı gurbettir sırrın sırrımın içinde
Sahibi tektir bu sırrın bu zuhur içinde
 
Derdi muhabbet var içimde
Bugünden geleceğe ama değil düne
Duhul oldum senden gelen her serzenişe
Lakin bu şefkat ve muhabbetler
Senden öte ama sana nafile
 
Siyah şefkat gecelerinde
Kâinatın sahibinden bir buse
Kondu titrek kalbimin tam orta yerine
Şimdi sen söyle
Habil mi Kabil mi olmak koydun niyetine?
Bülbülün feryadı inletti kalbini Kündekâr’ın. Her suya dokunuşu hasretinin inleyişiydi. Vuslatı sahibine emanet edip geri dönecekti güzergâhına.
“Ya Allah” dedi ve şadırvandan doğrulup karşısında duran girişe doğru yürümeye başladı. Merdivenleri ağır bir edayla, zikrini fısıldayarak ağzında biriktirdiği senaları arz ederek çıkıyordu. Nihayet son basamağa geldi. Başını kaldırdı, kapıya doğru süzdürdü bakışlarını. Odasına vuran ışık oraya da dokunuyordu şimdi. Aynı nuru kapıda temaşa etti. Biraz daha yaklaştı kapıya. Tokmağa dokundu elleri nakkaşın. Gözlerindeki uzaklık perdesi gittikçe kalkmış, daha da net görür olmuştu üzerindeki bezemeleri. Kalbinin ayarı yine bozuldu Kündekâr’ın.
Elini kapıdaki kalkmalara dokundurdu ve kalbi İbrahim’in kalbinde çiçek açtı. Tokmağın üzerindeki parça ekleme şemalindeydi. Rüyasındaki kaktığı kütüğün sahibiydi şimdi dokunan elleri. Düşte seyreylediği ümit, kapısının eşiğine getirmişti onu. Emeli kapının ağzındaydı Kündekâr’ın. Sinan’a sunduğu kütük, mabedin kapısına nakşedilmişti. Titreyen kalbi Nuh’un gemisine çoktan binmişti ya, geri dönemezdi artık.
Başka bir diyara açıldı kapısı Kündekâr’ın. Oracığa yığılıverdi nakkaş. Ruhu cismini terk-i diyar ediyordu. Ruhunun güzergâhı başka bir âleme doğru yol alırken, cismi de kütüğün dibinde ebediyete yelken açıyordu.
Bülbül belirdi Kündekâr’ın serinde. Ağaçlar sallanıyor, ezan okunuyor, şadırvanda abdest alanlar huşu ile merdivenleri çıkıyordu. Bülbül son defa feryat etti Kündekâr’ın dilinden. Âleme açılan kapının mabedine iliştirdiği kütükteki kakmaların açtığı yoldan ilerledi ukbasına doğru. Bülbül dile geldi, eylemedi sükûn ve dilinden şu mısralar döküldü:
Çizgine kalem,
Kafiyene hecen
Mizacına kefen
Mahşerine serilen sırattır mahlasım
 
Cebinden meczup
Derdinden mükedder
Aşkından Mecnun olan
Muradsızdır mahlasım
 
Kalbine garib
Ruhuna gurub
Canına can
Feryadına firak fakirdir mahlasım
 
Kuyuna Yusuf
Yarana Eyyub
Susuzluğuna İbrahim
Gemine Nuh
Tufandır mahlasım
 
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.


Warning: Trying to access array offset on value of type bool in /home/panzehirdergi/public_html/wp-content/themes/woodmart/inc/shortcodes/author-area.php on line 47

Related Posts

One thought on “KÜNDEKÂR / Nevin Arvas

  1. Deriko dedi ki:

    Cok temiz bir yazi. Tebrik ederim

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir