KİBRİT KUTUSU
Açık pencereden içeri yağan rüzgâr sesiyle irkiliyorum. Boyu, oturduğum katı aşan koca meşe ağacı, dallarını telaşla cama cama… Son bir haftadır her gece, kurulmuş saat gibi bu vakitlerde beni uyandırmak istercesine cama vuruyor dallarını.
Uyku ile uyanıklık arasında gözlerimi açıp tavana bakıyorum, bulunduğum düzlemi idrak etmek istiyorum iyice. Kalkıyorum, yataktan gövdemi ikiye üçe büyüterek sarkıtıyorum yere. Emekleyerek yatağımın dibine gidiyor, bazasını kaldırıyorum. Temiz nevresim ve çarşafların arasına sakladığım kibrit kutusunu çıkarıyorum. Komodinin üzerinde duran ve yandığında odayı sarı bir çukura çeviren kısık, titrek alevli gaz lambamı yakıyorum. Eşyalar, kitaplar uyandırılmalarının tehlikelere gebe olduğu, iri siyah gövdeli kıvrılıp yatmış yılanlara dönüşüyorlar o an. Kalın, nemli gövdeleri üzerinde lambanın sarı ışığı gövdeyi oyacak, sabırsız bir burgaç gibi hareketleniyor.
Diz kırıp oturuyorum halının üzerine, açıyorum kibrit kutusunu. İçinde uzanmış yatan iki ölüyü uzamış saçlarından çekip çıkarıyorum kutudan, avucuma yerleştiriyorum. Radyoya uzanıyorum diğer elimle açıyorum adagio gi minor çalıyor tüm haşmetiyle. Avucumda yan yana yatan iki ölüye bakıyorum, gözlerimden akan yaş beliriyor, onların ayrılmış çenelerinden ağızlarına akıyor. Damlalar açık çene kemikleri arasından ağızlarına dökülüyor, yutkunuyorlar ara ara.
Ölülerimi seviyorum, saçlarını okşuyorum. Saçları bakımsız, salkım saçak. Alt çekmeceye uzanıp bir kırtasiye makası çıkarıyorum. Her iki ölünün saçlarını kesiyorum özenlice. Tırnaklarını kesiyorum.
Ortalık ışımadan onları kibrit kutusunun içine koyuyorum yine. Açık bazanın altına başımı uzatıyorum. Gaz lambasının ölgün ışığında az önceki çarşaflar ve pikeler kalın gövdeli, kapkara yılanlara dönmüş. Yılanlardan sakınarak usulca koyuyorum aldığım yere kibrit kutusunu. O esnada, uyuyan yılanlardan biri kuyruğunu şaklatıyor bir kırbaç gibi ve bazayı havada tutan elimi kaydırıyor. Baza düşüyor tüm ağırlığıyla boynumun üzerine. Kopmuş başım tortop olmuş kibrit kutusunun yanına yuvarlanıp orada kalıyor. Başsız gövdemi son bir çırpınışla yatağa taşıyorum. Yastığıma kollarımı uzatıp karın üstü dalıyorum uykuya.
O an tek bir duygu var, yaşama dair nezaket eksikliğinden duyduğum ağır utanç.
Fırtına yemiş yüzlerde kuruyan tuzların ışıldadığı dar zamanlarda; azgın, beyaz köpüklü okyanus suları, kıyısındaki bir geçide yuvarlanmış kayaların belini okşuyor, incitmeden. Yukarı aşağı inip çıkan geniş ağızlı yutkunmaların, boğazının iki yakasını birbirine zikzaklayan bir fermuara dönüştüğü anlarda. Nuh’un biri, sinek boklarının lekelediği, bir yanı yıkık beyaz bahçe duvarının dibine çökmüş, gözü yaşlı, kendi tufanını yiyor öylece.
Ne seraba ne hülyaya kesmiş bir an. Az ötedeki arsa kenarına ufak su dökmeye giden tanrının ağzında külü uzamış bir cigara; külü ha düştü ha düşecek! Piçlik gökyüzünün harcı; ne yağıyor ne yağmıyor. Kör testereden azade, kıpırdanıp duruyor zamanın ufuk çizgisi.
Kaç yıl olduğunu hatırlamadığı, asıldığı çividen indirilerek size arkasındaki duvarın beyazlığını göstermeye hevesli bir duvar takvimi; nefes nefese yokuş çıkan bir günün turfandaya dönmüş akşamına söz veriyor.
İyiliğimi de kötülüğümü de bu uğurda harcadığım çabalarımın gülünçlüğüne borçluyum. Fırça kıllarının uzanamadığı karanlık kovuklarda, dil ittirmelerinin de çıkarmaya yetmediği, büyüklüğünü kestiremediğim bir bünyenin, sistemin çanına ot tıkayan basit bir kırıntısıyım sadece.
Yazarımızın diğer yazılarını okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.