MEHMET ERTE İLE SAHİPSİZ YÜZLER ÜZERİNE
Okurun seni, hikâyeni anlama, sevme ihtimalini gözetir misin yazarken?
Okur da yazar da metinden önce yoktur, ikisi de metinle birlikte yaratılır. Hiçbir zaman o veya bu tür bir metin bekleyen insanlara yazmadım.
Orhan Pamuk’tan hareketle sormak istiyorum. Bir yazar olarak kendini saf mı, yoksa düşünceli mi buluyorsun?
Pamuk, hem saf hem de düşünceli bir ruha sahip romancıyı ideal durumda görüyor. Kendimizi doğanın veya toplumun kusursuz bir parçası saymak ve yürüdüğümüz yoldan, yöntemimizden şüphelenmeden hakikatin sözcülüğüne soyunmak bence mümkün değil, ama popüler kültür ürünü kurmacalar böylesine saf bir tutumu taklit ederek –polisiye veya korku türlerinde yazılmış olsalar bile– okurlara kendilerini güvende hissettikleri bir dünya sunar, edebî yapıtlar ise katharsis vaat etmeden özneyi sorunsallaştırarak bizi her zaman şüpheye düşürür.
Sahipsiz Yüzler’de düşüncelerini araya katmaktan çekinmeyen bir anlatıcı ses var.
Anlatıcının romanda bölümden bölüme değiştiğini, bakış açısının sahnedeki karakterlerle sınırlı kaldığını, dolayısıyla okurun kendi yolunu bulması gerektiğini belirtmek gerekiyor, çünkü anlatıcıyla karakterler pek çok konuda çatışabiliyorlar.
Karakterlerin aşkla şehveti birbirine karıştırıyor olabilirler mi? Aslında şunu demek istiyorum; Lacan aşkı “sende olmayan bir şeyi onu talep etmeyen birine vermektir” diye tanımlıyor. Senin karakterlerinin yaşadığı da böyle bir şey olabilir mi? Çünkü normal şartlarda o şehvetengiz maceralara atılacak kişiler değiller fakat aşk hepsinin içinden bambaşka birini çıkarmayı başarıyor.
Şehvet mi? Hayır, hiçbir karakter diğerine şehvetle yönelmiyor. Aldatırken bile kendilerini gerçekleştirmeye, bir hikâyeyi tamamlamaya çalışıyorlar. Mesela Aslı ruhunun tek bir yüzü olduğuna inanmıyor, kayıp yüzünü bulmak istiyor. Aşk veya cinsel arzu bir başkasıyla bütünleşebileceğimiz yanılsamasıyla dolu. Bu yanılsamayla yüzleştiğimizde ‘sen’ ve ‘ben’i aşan bir ‘o’ ile karşılaşıyoruz. Hep şöyle derim: Ortada bir ikinci olmasa bile öteki her zaman üçüncüdür; hiçbir zaman ona sahip olmadığımız halde kaybettiğimiz şeydir. Öteki aracılığıyla kendimizi gerçekleştirmeye çalışıyoruz.
Köle-efendi ilişkisi peki?
Köle-efendi ilişkisi için aşktaki romantik bütünleşme hayalinin adeta somut hali diyebiliriz. Teoride tabii. Bu bir sınır durum. Karakterlerimi bu eşiğe getirip gerçekten böyle mi diye bakıyorum.
Diyojen’in “aşağıda olan ne varsa bir gün yukarı çıkacaktır” dediğini hatırlayalım. Köle-efendi diyalektiğinde işlerin önünde sonunda tersine döneceği aşikâr.
Romanda birinin hazzının kendini diğerinin yerine koyma beceresine bağlı olduğunu söylüyorum. Zaten kısa sürede efendi kölesinin kölesi oluyor. Burada bana çarpıcı gelen şey başka: Karakterler oldukça romantik hayallerle yola çıkmışken bu yola sapıyorlar.
Romanda çok fazla sayıda ana karakterle ördüğün geniş bir ilişkiler ağı var. Karakterlerin ikişer dörder çeşitli motifler (temalar) etrafında kümelendiğini, bazılarının iki veya üç kümenin kesişiminde yer aldığını ve olay örgüsünün de böyle kurulduğunu görüyoruz.
Her karakteri bir enstrüman şeklinde düşünüyorum, farklı enstrümanlar bir araya gelerek belli ezgiler çalıyorlar. Eşzamanlı ezgiler var, art arda sıralanan ezgiler var… Ferhat ile Aslı’nın ilişkisi ile Erte ile Leyla’nın ilişkisine bakıldığında bir ezginin iki karakter çifti tarafından da yinelendiği görülebilir. Aslında bire bir tekrar etmediğinden şöyle demek daha doğru olur: Erte ile Leyla arasındaki ilişki Ferhat ile Aslı arasındaki ilişkinin bir çeşitlemesi. Gün ve Ebru’nun eşleri tarafından aldatıldıklarını bilmiyormuş gibi yaşamayı seçmeleri de öyle.
Kadim âşıkları ters köşelere yatırıyorsun. Aslı, Leyla, Ferhat, Tahir… Ama ortada ne Kerem, ne Mecnun, ne Şirin, ne de Zühre var. Aşkın kendini tamamlamasındaki imkânsızlık mı söz konusu burada?
Adını andığın karakterler kendi hikâyelerinde sevdiklerine kavuşabiliyorlar mı ki… Romanda anlatıcının da dile getirdiği gibi; aşk yoktur, aşk hikâyesi vardır. Âşık olduğumuzda bir söylem havuzuna düşeriz. Destanlardaki, şarkılardaki, filmlerdeki, romanlardaki, şiirlerdeki, hatta reklamlardaki, fıkralardaki âşıklara öykünürüz. Milyonlarca, milyarlarca insanın çiğneyip tükürdüğü kelimelerle konuşuruz. Kendi aşk hikâyemizle büyük aşk hikâyeleri arasında köprüler kurmaya çalışırız, ama bu köprüler hayatımızda söz ile eylem arasındaki mesafeyi açar, bizi gerçekten uzaklaştırır.
Kitabı kapatınca şunu düşündüm; bu aşkın fantazyalar insanın içinde bir yaraya, kör noktaya mı ışık tutuyor, yoksa anlatıcının da söylediği gibi her seferinde yeni bir “ben” yaratmak için mi yola çıkılıyor?
İkisi de mümkün bence ama kararı okura bırakalım.
Daha fazla Panzehir Söyleşiye buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.