????????????????????????????????????
Harun İsmail Çırak

NEDEN ADAM OLAMADIM

“Anlat bakalım, neden adam olamadın?” diyor, ağzının kenarına yapışmış çarpık sırıtışla.

Eski bir tanıdıkla Galata Köprüsü’nün altında, Boğaz’a açılan bir lokantadayız. Buraya tek başıma gelmişim hâlbuki. Üç mezenin yanına bir ufak açtırmakmış niyetim. Nasılsa beni bulmuş, yanı başımda belirmiş, teklifsizce masama oturmuş, sofrayı beğenmemiş, ara sıcak söylemiş, rakıyı âlâsına çevirtmiş.

 

İnsanı tüm hayatı boyunca ara ara yoklayıp en münasebetsiz anlarda, en münasebetsiz sorularla bunaltan türden bir hergele. Çirkeflik yapabileceği tüm zamanlar torbaya girmiş gibi bunu şimdi, karşı yakanın ışıklarının teker teker seçildiği berrak bir İstanbul gecesinin koynunda, tüm masaları dolu bir lokantanın ortasında, çağrılmadan çöreklendiği masada, ikinci dublenin ortasında soruyor.
“Adam olamadığımı nereden çıkarıyorsun?”
“Soru mu bu?”
Haklı, insan bildiğini niye sorsun. Yanıtı biliyoruz. Sadece biz değil, lokantadaki tüm masalar biliyor. Etrafımızdaki insanlar görünüşte kendi aralarında gülüp eğleniyorlar, ama o nezaket maskesinin altında, geçmişimde yitip giden her ümidi duymak için gizli gizli bizi dinliyorlar. Acayipliğimi masaya tek başıma oturduğumda anlamışlar. Rakı muhabbetsiz içilmez, değil mi? Orası kesin. Sorunu ne bu herifin? Kulak kabartmışlar, ayrıntıları merak ediyorlar.
“Parlak bir öğrenciydin ya sen. Hocaların senden ümitliydi ‘Bu çocuk adam olur’ diyorlardı. Bir de şu hâline bak. Ne evin var, ne araban, ne de birikimin.”
Ağzına attığı sıcak karidesi şapırdata şapırdata eziyor. “Evlilikte dikiş tutturamadın, arkandan ağlayacak bir çocuğun bile yok.”
“Bunlarla mı adam olunuyor?”
“Olunmuyor mu?” Bir posta daha. Dişlerinin arasında ezilen parçalar, damağına yapışan yağlar, dilinde gezinen kumlu ve yosunlu tat onu bir süre susturuyor.
“E hadi bunları geç, ne için harcayıp durdun hayatını? ‘Ha yazdım, ha yazıyorum’ diyordun. Netice? Anca Kuşadası’ndaki otellere katalog yazıyorsun. İki de dandik blog.”
Meymenetsiz suratına pis pis bakıyorum: “Boş konuşuyorsun. Çalışıyorum işte, her şey bir anda olmuyor.”
Cıklıyor. Rakısından bir yudum alıp sırıtıyor. Şanssız karidesleri örten maydanozun bir parçası dişlerine yapışmış. Komik. Farkında değil. Sen karşındakini küçümseyen eğreti gülüş dâhil her şeye sahip ol, ama bir ot parçası porselen dişlerinin façasını alsın.
Küçük zaferim neşemi yerine getiriyor. Fakat onun durmaya niyeti yok; en ufak tebessümümü bile illâ boğazıma tıkacak, geldiği yere geri sokacak.
“Kendini kandırma, çalışsan böyle olmazdı. Ama bu sırf çalışmamak da değil…”
“Eh” diyorum “hiçbir şey göründüğü gibi değil.” Âdetim olmadığı hâlde yüklü bir yudum alıyorum.
“Hah işte, tam da dediğin gibi. Üniversite sonrasında da fena sayılmazdın bak, iyi görünüyordun.”
Ahtapot salatasından bir parçayı ağzına atıp gevelemeye başlıyor:
“Biraz aklını kullansan şimdiye alıp yürümüş olurdun. Bütün arkadaşlarından da önce evlendin, herkesten önce kurdun düzenini. Sana imrenen çok kişi vardı. Sonra n’oldu? Ne özel hayatta ne de iş hayatında tutturabildin. Şu yazarlık boku da cabası. Bari çocuk yapsaydın. Şimdiye yedi sekiz yaşında olurdu.”
Köprünün altından floresanları titreşen bir motor geçiyor. Üsküdar’a giden yolcuların yorgunluklarını oturduğum yerden görebiliyorum. Gün boyunca harcadıkları hayallerin eksi bakiyesiyle evlerine, karşıda ışıkları yanan oturma odalarına dönüyorlar. Yemek yiyecekler, büyük ihtimalle. Çocuklarına sarılacaklar, belki. Kalan zamanı televizyonda öldürecekler, muhtemelen. Sevişecekler, kesin. Sabah dumanı üstünde hayallerini savurmak için yarın yine işe gitmek başka türlü çekilmez.
Ertesi gün tekrardan, tekrardan, tekrardan. Sonra bir gün gelecek; yıllar boyunca biriktirdikleri o yorgunluk ve yedikleri kötü yemekler damarlarını tıkayacak, bellerini bükecek, kemiklerini un ufak edecek.  Geriye bakıp “Ne boş yaşamışız. Boğaz’ı sabah akşam geçerken günün Sultanahmet’in ardında yitişinin efkârını bile hakkıyla görememişiz” diyecekler.
Meze tadım çoktan kaçmış, rakı da keyif vermiyor, içim kalkıyor.
“Kapatsak bu mevzuyu?” diyorum. Sesimin yalvarırken incelmesinden nefret ediyorum.
Berikinin lâftan anlama hevesi yok, geldikçe geliyor:
“Oğlum itiraf et, tek mesele tembellik değil. İçine çöreklenmiş bir şey var, bir delilik, bir arıza. Kendi kendini baltalıyorsun. Hadi lan, uzatma işte; insan psikolojisinden anlarım ben.”
Ah, evet. Sen her şeyi bilirsin. Maydanoz lekeli porselen dişlerinle, tiril tiril beyaz gömleğinle, sitedeki daire taksitlerinle, müdürlük maaşınla, karınla, çocuğunla, metresinle ve sayısız oynaşınla sen bilirsin her şeyin en iyisini.
“Ne naz ettin be, ödlek tohumu. Yabancı değilim ben, senin ciğerini bilirim.”
Birkaç saatliğine kendimi Boğaz’da unutmayı istemişim, bunu da bilseydin keşke. Rakı yerine benzin içmiş gibi tüm organlarımın gaza bulandığını, senin iğrenç varlığınla midemin yanmaya başladığını, o alevin bedenimin her köşesine yayıldığını, beynimin paralandığı, dilimin uyuştuğunu, ama ellerimin hâlâ sağlam olduğunu…
“Dışarıdan bakan da akıllı bir adam zanneder, ama sike sürülecek akıl yok sende.”
Olan oluyor, ellerim harlanıyor. Belimdeki kırkbeşliği çıkarıp imansızın göğsüne iki el sıkıyorum:
“Tak! Tak!”
Boğaz inliyor, martılar susuyor, motorlar istop ediyor, lokantadakiler donuyor. Hergele oturduğu sandalyeyle beraber arkaya düşüyor.
Bende bu yangın varken orada durur muyum, hızımı alamayıp ayağa kalkıyorum, Allah yaratmış demeden tüm şarjörü üstüne boşaltıyorum. Her patlamada onun leşi titriyor; benimse ellerim…
Ama iyi, çok iyi; alev diniyor, ağır ağır yatışıyorum.
Silahı masaya, rakının yanına koyup oturuyorum. İnsanlar bir bana, bir yerdeki cesede bakıyorlar. Fazla umursamadan önlerine dönüp yemeklerine ve sohbetlerine devam ediyorlar. Çatal bıçak sesleri, gülüşmeler, vapur ıslıkları, martı çığlıkları yeniden duyulmaya başlıyor. O sırada şef garson, hızlı ama aceleci olmaya adımlarla yanıma seğirtiyor.
“Kusura bakmayın, biraz gürültü yaptık ama” diyorum.
Bir beni, bir cesedi süzüyor. ““Ne demek abicim, hemen toparlarız.”
Başıyla komilere bir işaret çakarken, sandalyeyi kaldırıp kenara alıyor.
“Haydariniz vardı di mi? Bir de haydari istiyorum.”
“Tabii ki abicim, olmaz mı!”
Hızla benim tarafıma geçiyor, öte yanıma dolaşıyor.
“Silahı kadehin yanından alıyorum abicim, rakın ısınmasın.”
Başımla memnuniyetle sallıyorum. Şef garsonun ilgisi hoşuma gidiyor. Beni muteber bulduğundan değil, biliyorum. Bu meymenetsiz masama çöktüğünden beri, masaların arasında dolaşırken göz ucuyla yoklamış. Hadise çıkmasını beklemiş besbelli. Ortalık toza dumana bulanırsa normalden fazla bahşiş alacağını bilecek kadar tanımış beni. Şimdi istediği olmuş ya, o keyifli ben keyifli.
Silahı masanın öteki ucuna koyduktan sonra yaklaşan garsona “Ali, abime hemen haydari getir, masayla ilgilen. Bakma aval aval!” diye çıkışıyor. “Çocukları da çağır, temizlesinler şurayı. Hadi, hadi ama çabuk!”
Ali’nin içeride kaybolmasının üzerinden beş saniye geçmeden iki komi fırlayıp geliyor. Cesedi kaldırıp diğer masaları rahatsız etmeden demir korkuluğa kadar taşıyorlar. Korkulukların dibinde bir an soluklanıp -ıkına sıkına- üzerinden Boğaz’ın yeni kararmış sularına fırlatıveriyorlar.
Bir büyük cup, bir düzine fış ve zifos suyun dibinde. Benim içim soğuyor.
Cesetçi komilerden biri gelip yere saçılmış kovanları topluyor, diğeri içeriden getirdiği paspasla yerleri silmeye başlıyor. Ali elinde haydariyle hızlı hızlı çalışan kaknem çocukları iterek masaya geliyor.
Onu görünce gizli bir yerden emir almış gibi rakıyı dipliyorum. Ali haydari yakınıma bir yere bırakıp karşımdaki servise uzanıyor.
“Dur!” diyorum. Saf saf yüzüme bakakalıyor.
“Servisi kaldırma, o şerefsiz yeniden gelebilir. Bin kez vurdum, hep geldi. Bin birinciye de gelir, di mi?”
Yüzünde sahte bir gülümseme, başını sallıyor: “Sen öyle diyosan abi.”
Gözü boşalmış kadehime takılıyor. Hızlıca şişeye uzanıp tek hamlede kapağı açıyor.
“Rakını tazeleyeyim abi. En azından yalnızken keyfini çıkarırsın.”
Haklı. Madem yeniden gelecek ve el mahkûm katlanacaksın, o vakte dek huzurun tadını çıkarmalısın.
Kadehteki beyazlık yükseldikçe benim içimi de bir ferahlık kaplıyor. Onunla ağarıp, onunla arınıyorum.
Yanı başımda, capcanlı uzanan Boğaz’a bakıyorum. Az önce kalkan motor Üsküdar’a vardı mı acaba? İskeleye yanaştığında vapurdakinden daha ılımlı, tatlı bir heyecan kımıldanacak. Pruvanın lastikleri sürtmeden; meydandaki dolmuşlarda yer kapmak isteyen birileri karaya atlayacak, iskelenin verilmesini bekleyen güngörmüş birkaç ihtiyar cık cık çekecek, analar çocuklarının ellerine sımsıkı yapışacak. Birkaç dakikaya kalmadan motor tüm yükünü kusacak, tamamen boşalacak. İnsanlar karşıda kıpır kıpır kıpraşan ışıklara doluşacak.
Güzel; birileri bir yerlere varıyor.
Taze rakıdan bir yudum alıyorum.

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir