BEŞİKTAŞ’TA ZAMAN
Kilisenin sokağında, viran ilkokul binasının hemen yanındaki mavi mozaikleri yıpranmış eski apartmanın ikinci katında oturan Seksenler takıntılı Hayrettin Comanchero dinliyor. Basları yıllar önce patlamış, tizleri sivrisinek vızıltısı gibi kalmış hoparlörlerden gelen zavallı ses, heybetli yapının kalın duvarlarından sekip karşıda zangocun ailesiyle yaşadığı müştemilatın yeşil vitraylı pencerelerini zangırdatıyor. Oradan okulun duvar çatlaklarına sızarak çoktan terkedilmiş bir yalnız bırakılmışlıkla, cam bir odaya kapatılmış saka kuşu gibi duvarlara vura vura cansızlaşarak, rutubetle yitip yok oluyor.
O her zamanki gibi kollarını göğsüne kavuşturmuş, ayağındaki otuz beş senelik rengi atmış bir şort ve kafasına Rambo gibi sardığı Vakkorama bandanasıyla balkonda put gibi oturuyor. Yıllardır her gün dinlenmekten beyni sulanmış Disco Dancing 84 rumuzlu kaset, en az kendisi kadar eski çift kasetçalarlı teybin gevşek lastiklerine ayak uydurup melodileri yaya yaya, tekerlekleri gacırdayan paslı bir üç tekerlekli bisiklet gibi sırf geçmiş oldukları için güzel hatırlanan günlere doğru yol alıyor.
50’lili yıllarda, Dikilitaş’ta bir sünnet düğünü sırasında, ayı postu giymiş hokkabaz tarafından korkutulunca küçük yaşta trajik bir şekilde aklını yitiren Hayrettin, delirmenin çaresiz kabullenilen tarifsiz lezzetinin yanına, Beşiktaş’ın hemen hemen hiç değişmemiş tek sokağında yaşamanın özlemli keyfini koyarak coştukça coşarken, hissetmeyi bilenlere sanki farkında olmadan us ötesi bir huzur ve mesut kediler ülkesi vadediyor. Kilise çok güçlü bu sokakta, adeta zamanı durduruyor.
Motor iskelesine doğru amaçsız uçan kelebekler gibi düzensiz yürüyor bir aile. Bitmiş, tükenmiş, hayatın daha da kısalttığı küçücük bir adam, eski bir melodramda annesinden çalınmış kadar güzel sarışın bir kız çocuğunun elinden tutuyor. Kızın ucuz kazağı o kadar renkli ki; bu kakafoni ailenin daha da silikleşip gri-kahverengi harelerle gölgeleşerek dünyanın hiçliğine karışmasını hep son anda engelliyor. Siyah mantolu ve kenarları mavi çiçek oyalı tülbent sarınmış anne, üzerinde “Çarşaf iş – Şişli” yazan bir plastik torba taşıyor. Aile çaresizliği çok iyi anlatan bir haber canlandırmasının gerçeğin cebinden gasp edilmiş oyuncuları gibi gün ışığıyla birlikte gittikçe eriyor.
Beşiktaş büyüklüğünde, kuzgun mu kuzgun bir bulut, semtin üzerine geliyor ve rüzgârın aniden kesilmesiyle birlikte kurşun gibi havada asılı kalıyor. Melekler de yesin diye uyumadan önce bilhassa kaldırılmamış sahur sofrası gibi kimsesiz bir sessizliğe bürünüyor Beşiktaş. Varoluş sancılarının hayalet kalyonları rıhtıma Üsküdar vapuruyla aynı anda yanaşıyor. Çımacı urganı babaya doluyor, iskeleler gürültüyle veriliyor. Yumurta hücresi arayan sperm orduları gibi boşalan kalabalık vapur güruhu arasında yürüyen Nuh Nebi’ye benzeyen ak saçlı bir keşiş dikkat çekiyor. Harbiye dolmuşlarında kuyruk uzuyor. Sinanpaşa Camii’nin abdesthanesinde cemaat akşam namazını bekliyor.
Celil Abinin Kartal Meyhanesi, Cihannüma’dan inip üzerinden geçerek birdenbire çarşıya çıkıverilen gizli sokaklar, aşı boyalı duvarlarının üzerine oturup bülbül sesi dinlenen Ihlamur Kasrı, ayrı kapılardan girerek çıkışta buluşulan Küçük Hamam, hala karışık kasetler doldurtulabilen Suat Park sinemasının enkazı üzerine kurulu Büyük Çarşı, kahvaltıcı Arnavut’un dükkânı, iş çıkışı buluşulan Kazan Birahanesi, hiç ihtiyaç yokken makrame ipleri, boncuklar, düğmeler ve İngiliz sicimi satın alınan Gürün Pasajı akşama hazırlanıyor.
Abbasağa’nın kedi sürüleri, akşamüstü ellerinde poşetlerle yorgun argın evlerine dönme ihtirasındaki insan siluetlerini, kendilerine her akşam iki büklüm yürüyerek sakatat artığı getiren kadına benzetiyor. Gün batımının uzayan gölgelerinin aksak ışığında, beklediklerinin o olmadığını fark ettiklerinde diğer gölgelere yöneliyorlar. Bayat tuzlu su kokan caddelerde, önde dev erkek aslanların başını çektiği gezgin kedigil sürüleri, antiloplar yerine market poşetlerine dikkat kesiliyor.
Bir kadın çitlembik ağacı hayaletlerinin kol gezdiği Fulya Deresi’nin bol trafikli tekno manzarasına karşı dalgın oturup piyano dinliyor. Eski bir lezzeti duyumsatıyor ona müzik, damağına Beşiktaş’ın ekşi dutunun tadını getiriyor. Semt ve dut ağaçlarının derin mevzuu, düşüncelerden kırışmış alnında başlı başına bir intihar romanı metaforu haline geliyor. Bu durum, bütün kederli nağmelerin etkisine benzer bir şekilde, ileride, dalgalar çekildikten sonra kayalardaki küçük oyuklarda kalan minyatür su birikintisi gibi görünen Boğaz’ın üzerine asılı puslu resimle, kimya havuzundan henüz çıkmış ıslak bir fotoğraf hissi bırakıyor kulak memelerinde.
Yalılarda toplaşan kefal sürüleri gibi, Şirketi Hayriye vapurları da hayat pahalılığından mustarip. Fukaralığa karşı koyuşun büyük düdük uğultusu ve kederli bir ayini haber verir gibi çınlayan kampana sesleri Kuzguncuk sırtlarından aksediyor. Çırağan Sarayı açıklarını Şeref Stadı açıkları varsayan yaşlı bir gölge nicedir yüzüyor. Bir ara sırt üstü uzanıp dinlenmek istiyor. Sonra birdenbire hareketleniyor. Sanki grev kırıcı bir vapurun uskuru ansızın masumiyetini parçalıyor. Altındaki koyu mavi derinliklerden genç lüfer alayları geçiyor.
Semtle lüfer arasında hiç ilişilmemiş bir ilişki var, kimsenin teferruatlı bir şekilde üzerine düşünmek istemediği. Lüfer benziyor insana; en az onun kadar mağrur, onun kadar ayran gönüllü, bir gün yediği yemi ertesi gün beğenmiyor. Kayıkta hem kokmuş izmarit, hem hamsi bulunsun, hem de canlı istavrit olmalı mecburen livarda. Demiri at, lüksü yak, çayı demle, yemi önce zokaya sonra dola hırsıza. Yeni sarılmış gamsız oltayı sal, dibi bul, çek bir kulaç yukarıya, seslen şimdi aşağıya. “Haydi, attım ağzına gitsin boğazına!” Bak hemen vurdu valla.
Marmara’yla güneş arasına giriveren petrol rengi bulutlar, Dolmabahçe açıklarında demirlemiş bir kayığın kırmızı küpeştesini dünya üzerinde var olmayan gizemli bir renge dönüştürüyor. Kıvırcık poyrazda tüyleri karışarak saatlerdir balıkçılara eşlik eden Martı Şakir, uzaktan göremediğimiz bir su yaratığından ürkmüşçesine aniden havalanıyor. Önce deniz çarşaf gibi oluyor; bir sigara dumanı çekimlik zaman kadar sessizlik. Ardından poyraz sertleşiyor. Balıkçı, oğluna “Topla oltanı, hava patlayacak” diye sesleniyor.
Ihlamurdere caddesine açılan Mecit Ali Sokağının köşesinde toplanan üç kuşaktan bitirimler, ara sıra içinde votka ve portakal suyu şişeleri duran bagajın kapağını kaldırarak, küçük bardaklara hazırladıkları karışımı keyifle içiyor. Akranlar birbirlerine “moruk” diye hitap ediyor. Hayat boyu serseriliğe doymayan bu kitlenin neşesi, etraftaki meraklı bakışlar tarafından kıskançlıkla izleniyor. Yaz akşamının inişi ilk gençlik tazeliklerimizi anımsatıyor, genizlerde hep o bildik tat. Barbaros Hayrettin iskelesinde Kadıköy vapurunu beklerken bile egzotik limanlardaymışsın gibi bir his. Şenlikdede’nin tek tük titreyen cumbalarından esen, yoklukla terbiye edilmiş bir ürperti. Bambaşka yerlerde, farklı hayatlara şahit oluyormuşsun, sakil duracağını düşündüğün ülkelerde henüz tanışmadığın dostların varmış gibi bir ruh hali. Belki bir kurye seni o dünyaya uyandırıverecek. Uyanacağın o dünyada olaylar hep aynı mevsimde gerçekleşecek.
Şişli, Fulya ve Zincirlikuyu’nun gökdelenleriyle boğdurulan Beşiktaş’ın birkaç katlı eski binaları, şehrin yeni nizamının gölgesinde kalıyor. Geçmişte, ardında masmavi bir deniz görünen kırmızı kiremitli, bol televizyon antenli bağdaşık manzara yerini derme çatma çatı katları ve uydu antenleri mezarlığına bırakıyor. Hepsinin ardında, Sarayburnu’nun puslara karışan masalsı resmine dalıp giden güneş, Galata üzerinde semt pazarı sonrası tahta sandıkların dibinde kalmış çürük bir portakal gibi zavallılaşıyor.
Barbaros Bulvarı, yoğun trafik; yerde yatan bir adam, patlamış plastik şişeden sızan suyla ıslanmış bulvar gazetesi üzerine örtülü; kayısılar, üzüm taneleri dağılmış kanla karışmış asfalta. Telsizlerden anons geçiyor. “Amirim şahıs olay yerinde eks olmuş” diyor polisin ucuz dedektif filmlerini taklit eden sesi. Minibüs şoförleri, kulaklıkla müzik dinleyenler, işten dönenler, o ruhsuz ve bedbin akşam telaşında biten bir yaşamın posasını dikizleyenler, can havliyle meyhanelere sığınıp ilk dubleyi aceleyle büyük yudumlarla içenler bir anlığına duraklıyor.
İşten ve pazardan dönenler, alışverişe çıkanlar, banklarda oturan yaşlılar, Barbaros heykelinin eteklerinde aylaklık eden kaykaycılar, işporta tezgâhlarında saat satan jilet gibi giyinmiş Afrikalılar, masaları yollara taşan kahve dükkânlarında oturanlar, Köyiçi’ndeki trafikten bir an önce sıyrılabilmek için her fırsatta otomobillerinin kornalarına asılanlar, dükkânların kapı önlerinde asabi sigaralar içip kredi kartı borçları üzerine konuşan genç tezgâhtarlar ve Spor Caddesi’nden aşağı yürürken denize bakan insanlar, talihsiz kazanın etkisiyle mecburen düşünüyor.
Merhamet ve yas söz konusu olduğunda nedense zaman çok hızlı akıyor. Bu, semte mahsus değil; İstanbul’da insanların duyguları çok hızlı yer değiştiriyor. Daha yerde yatan adamın cesedi bile soğumadan baş gösteren genel eğilim, bu nahoş olayı hafızalardan silmek. Unutmak istiyor herkes. Ortalıkta epeydir şöyle bir hurafe geziniyor; en çabuk unutan en uzun yaşıyor. Herkes kendi biricik kederiyle meşgul olmak istiyor.
Beşiktaş’ın üzerinde ısınarak ağırlaşan hava cisimleşerek görünür hale geliyor, yanıyor tungstenler, derin maviye sarı ışık karışıyor. Sokaklardan akan rengârenk efkârla makyajını tazeleyen semt, kendine yeni âşıklar ediniyor. Akşamın hülyalı ışıklarının koynundaki Boğaz’da manzara keskin, hayaller öylesine canlı. “Beşiktaş’ın gözünü seveyim” diyor semada yankılanan bir iç ses. Bütün diğer içsesler de ona eşlik ediyor. “Sırf şu Bulvar’dan inerken ki manzara için çaresiz Beşiktaş’ta öleceğim.
Yazarımızın diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz