????????????????????????????????????
Derya Erkenci

LEYLA

Masanın başında sandalyede uykuya daldıktan sonra ne ara kalkıp da yere uzandığını bilmiyordu. Rahatsız yerleri oldum olası severdi. Rahatsız şeyler onu dinlendirirdi.

Kendini uzun zaman önce; kupkuru tahta sandalyelerin, uyuyakaldığında boyun tutulması yaşanan rahatsız koltukların, otobüste ayakta durmanın, soğuk metal borulara yaslanmanın krallığının hükümdarı ilan etmişti.
Hep şöyle düşünürdü; böyle bir imparatorluğu, baştan aşağı konforsuzlukla donatılmış bir ülkeyi nasıl olsa ondan başka kimse istemezdi. Tercih edilmezin kuru ve ıssız özgürlük alanı; bu büyük rahatsızlık sadece ona aitti.
Sofralarda yemek bittikten sonra insanların hemen kalkıp koltuklara geçme, muhabbeti yumuşak ve rahat yerlerde oturarak sürdürme arzuları onu hep sinirlendirirdi. Tiksinirdi. Sigaralarını tabaklarındaki patates salatasının kalıntılarında söndürüp bir an önce loş ve rahat koltuklara yayılmak isterlerdi. İnsan, yayılmak isteyen bir cinsti.
Başkaları neden yumuşak şeyleri severdi? Yumuşak nesneler onu neden hasta ederdi? Masayı terk etmeyi reddederek sandalyede kalıp gecenin sonuna kadar direnirdi. Kollarını kavuşturup başını usulca sağ omzuna doğru eğerdi. Masanın başından, koltuklarda oturanlara doğru konuşurken, kendini batan gemiyi herkes terk ettikten sonra kaptan köşkünde dimdik ayakta duran mağrur bir süvariye benzetirdi.
Sofradan ayrılış, sandalyeleri bırakış ona ciddi ve yüksek düşüncelerden uzaklaşmak, eksik kalmak, bitip tükenmek gibi gelirdi.
Şimdi yine masanın başında, bu kez sandalyede değil yerdeydi. Parke zemin bir mezar kadar sert ve serindi.  Şu an için bir şekilde yatıyor olmak, bedeni dinlendirmek, uyuyup uyandıkça ayılmak, kendinde kalmak ve bilincini tamamen kaybetmemek için çabalamak iyi şeylerdi. İyi kelimesini hafife almamak lazımdı; iyi şeyler genellikle kendini mutsuz hisseden birine göre ya hiç karşılaşmadığı ya da çok eskide bıraktığı şeylerdi. Onun için kendini iyi hissetmekse o denli eski bir şeydi ki, henüz bilmediği yeni bir şey de gibiydi.
Uyanacak gibi oluyordu ama uyanamıyordu. Bir şeyler hatırlıyordu kendine ve başkalarına dair. Fakat nedense kendi hatıraları hafızasında bir türlü ön sıraya geçemiyor, başkalarının hatıralarının keskin görüntüleri altında silikleşiyordu. Hissediyordu; başkalarının hayatını yaşıyordu. Hayatını kavrayışı bir takım eksik hislerin yansımalarından öteye geçemediği için bu tanımlanamayan durum üzerine düşünmekten korkuyordu.
Bir ses seslendi. O ses “Leyla” mı demişti? Çocukken güneşte çok kaldığında da “Senin gözlerin leyla gibi olmuş” derlerdi. Adı ne garipti. Adı, sıra dışı bir görünümü tanımlayan tuhaf bir kelimeydi.
“Böyle hareketsiz durdukça, bir eşyayım sanki.”
İçinden, bir eşya olmak isteseydim masa ve sandalye olmak isterdim, diye geçirdi. Gözleri kapalıyken, zihnine yazılmış bir cümle gibi görünen bu sözler onu gülümsetti. Kendi kendine birkaç kez daha okuyup tekrar etti. Kısa bir süreliğine de olsa -ne istediğini bilmenin mutluluğuyla- kendini yere düşmüş değil de, huzurla uyuyan birine benzetti.
“Düşmüş mü? Düştüm mü? Kendi rızamla uzanmamış mıydım yere? Yorgunluktan olmalı. Yani her iki ihtimal de. Yorgunluğu esas neden olarak en başa yazmalı.”
O ses yeniden seslendi.
“İsmin ne? İsmini söyle bana. İsmin ne?”
İsmini oluşturan harfler zihninde yan yana dizildi. Birkaç kez okudu, tekrar etti. Leyla, diye yanıt vermek istedi ama söyleyemedi.

 

Yazarımızın diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir