dark-2597082_1920-940x624bw
Derya Erkenci

EL FENERİ SÖYLENCESİ

Bundan uzun yıllar önce, şimdi gerçekten yaşanıp yaşanmadığı bile ayırt edilemeyen masalsı bir zamanda, el feneri denen eşya altın devrini yaşadı. O yıllarda, henüz tam anlamıyla turistik bölge olamamış, köy, kırsal alan konumundaki Marmara Denizi’nin kıyı bölgelerinde ve Kapıdağı Yarımadası çevresindeki adalarda sokak aydınlatmaları yeterli değildi. Akşam hava karardıktan sonra, bilhassa aysız gecelerde ortalık zifiri karanlık olurdu. Çevreye dağılmış tek tük evlerde yanan sarı ışık veren ampuller, karanlık bir fezada cılız parıltılarla göz kırpıştıran uzak yıldızlar gibi görünürlerdi. Saatler gece yarısını vurduğunda, köyün jeneratörünü çalıştıran dizel motorunun sesi kesilir; hayat,  bütün görüntüleri yutan derin, siyah bir örtünün altına saklanırdı. Eğer el feneriniz yoksa yeryüzüne zorlukla ulaşan ve aydınlığı hiç artmayan samanyolunun ölgün ışıklarının insafına kalırdınız.

Yolun, izin belli olmadığı, yaz günü bile sürekli esen poyrazın çakmak ve mum ışıklarını hemen söndürdüğü bu karanlık gecelerde el fenerleri önemli bir ihtiyaçtı. Ailemizde herkesin el feneri vardı ve bu fenerler çoğunlukla yazın kullanılırdı. Büyük küçük, genç yaşlı, zengin fakir, şehirli ya da köylü herkes bir el feneri taşırdı. Hiç şüphesiz ki cumhuriyet bayramlarında 10. Yıl Marşı çalınırken daha bir gür sesle söylenerek vurgulanan bölümdeki “İmtiyazsız sınıfsız, kaynatmış bir kitleyiz” iddiasının gerçekleşmesine, el feneri ihtiyacının yarattığı eşitlik sayesinde en çok bizim adada yaklaşılmıştı.
Yapılaşmanın azlığından dolayı hala doğayla iç içe oluşumuz. Bilhassa geceleri ortaya çıkan yılanlar, çıyanlar, sansarlar, tavşanlar ve gelincikler, dallardan sarkan örümcekler. Başıboş otlayan keçiler ve eşekler, toprak yollara konarak uğursuz uğursuz öten puhu kuşları, karanlığı fırsat bilip tepelerdeki çöplüklerden kıyıya doğru ipini koparmışçasına inen azgın ve asabi köpek sürüleri. Ahşap veranda altlarında cirit atan fareler, ağustos tufanlarında gökten yağmurla birlikte yağan kurbağalar, dili damağı kurumuş su arayan kaplumbağalar, bahçeye açılan mutfak kapılarından girip içerideki yemekleri aşırmak için fırsat kollayan kediler.  İnşaat halindeki evlerin önünde birer tuzak gibi duran ve üzerlerine çakılmış uzun çiviler yukarıya doğru bakan kalas parçaları, birkaç metre kazılıp su bulunamadığı için vaz geçilmiş ve öylece bırakılmış su kuyuları. Evden eve sinyal vererek haberleşme ihtiyacı ve akça armudu, yarma şeftali gibi yöresel meyveleri karanlık bahçelere dalıp çalma ihtirası yüzünden herkes yanında el feneri bulundururdu.
Fenerler son derece kıymetli eşyalardı. Ülkeler arası ticari sınırların henüz ortadan kalkmadığı ve emeğin ucuz olduğu Uzak Doğu ülkelerinin eşyaları milyonlarca adet üretmeye başlamadığı o günlerde herkes fenerine gözü gibi bakardı. El fenerleri aydınlatma güçleriyle, şekil, model ve kaliteleriyle birer saygınlık göstergesiydi. Düşüp kırılması ya da fenerin kaybolması, yaşanması hiç istenmeyen nahoş durumlardı. Fenersiz kalmak, rüyada sokakta çırılçıplak kalmaya benzerdi. Fenersiz kendinizi savunmasız, aciz, ıssız, yalnız, yarım ve başkalarının ışığına muhtaç hissederdiniz. El feneriniz olmazsa 12 Eylül öncesinin o karanlık günlerine dönebilir, aklınıza olmadık bir takım düşünceler, zehirli fikirler gelebilirdi. Dünyanın en özgüvenli insanı bile olsanız, fenersiz kalmak en havalı karakterleri çökertip en artistik tavırları yerle bir edebilirdi.
El feneri kullanımındaki ahenk en yaşlılardan en gençlere doğru inen bir yapıda oluşturulmuştu. Fener krallığının piramidinin en yukarısında elli yaş üzeri teyzeler ve amcalar dururdu. Bu insanlar yukarıda saydığımız mahlûkattan ve haşerattan en çok korkan, doğadaki bütün canlıların onlara zarar vermek için yaratıldıklarını düşünen yazlık sakinleriydi. Sınırsız korkularını sürekli besleyen, onları kâbuslarında bile bırakmayan hayvan tabii ki yılandı. Bulunduğumuz bölgede yüzyıllardır yaşanmış, kayıtlı bir yılan sokma vakası olmamasına rağmen hep bu korkuyla yaşarlardı.
Bu insanların fenere olan bağımlılıkları sadece bunlarla da sınırlı değildi. Misafirlikten, konkenden ya da okeyden dönerken; mendirek kenarlarında, küçük kumsallarda, yığma taştan mezarlık duvarlarının diplerinde, dalları yere kadar sarkmış yaşlı dut ağaçlarının altlarında, girilmesi zor böğürtlenliklerde, kır gazinosundan bozma diskoteklere giden karanlık yollarda olup bitenler merak edilirdi. Kimin kızıyla oğlunun öpüşüp seviştiğini, hangilerinin sigara ve şarap içtiğini, kimlerin sarhoş olup kusarak yerlerde süründüğünü tespit edebilmek için fenere ihtiyaç duyarlardı. Kim ne çamaşır yıkamış? Şu çarşafın ortasındaki çıkmayan leke neymiş? Yoksa kan lekesi miymiş? Filancanın evine bu saatte kim girmiş, filanca gecenin bu vakti nereden dönüyormuş? Merak edildikçe daha da esrarlı hale gelen bütün bu sırlar, güçlü fener ışığı sayesinde aydınlanırdı.
Yaşını başını almışlar için fener, yürüdükleri yolu aydınlatan bir alet olduğu kadar, görüş alanı dışındaki olaylardan haberdar eden, en gizli bilgileri ortaya çıkaran, bütün mahremlere giren mütecaviz bir gözdü de. Bu yüzden üç pilli, upuzun, yere düştüğü zaman kolay kırılmayacak derecede sağlam ya da boyna asılabilen ışıldak tipi, geniş aynalı fenerlerle dolaşırlardı. Ayrıca fenerlerini hırsıza uğursuza, ite kopuğa karşı bir tür silah olarak da taşırlardı. Bu grup dâhilinde, etliye sütlüye pek karışmayan, iki adet kalem pille yanan firma eşantiyonu küçük fenerlerle idare eden mütevazı teyzeler ve kalender amcalar da yok değildi.
Bu grubun altında yirmi beş elli yaş arası tayfa konuşlanırdı. Bu insanlar yer yer bir üst grubun korkularına ve münasebetsiz meraklarına sahip olsalar da farklı özellikler gösteren tiplerdi. El fenerlerine daha işlevsel bir gözle bakan bu insanlar, fenerlerin güçlü aydınlatan fakat kolay taşınabilir, daha küçük boyutlu olanlarını tercih ederlerdi. Onlara el feneri taşımak sinir bozucu bir zorunluluk, hürriyeti kısıtlayan bir boyunduruk gibi gelirdi. Emekliliğine daha vakit olan, halen çalışan konumundaki bu insanlar, tatil gecelerinde elde bir şey taşımayı gereksiz bulur, bunu külfet olarak görürlerdi. Kullanıcılar arasında el fenerine gösterilen ihtimam yaşlılarınki kadar olmayan bu insanlar, balkonlarda, bahçelerde ve çevredeki tek tük restoranlarda gerçekleştirilen rakı âlemlerinden dönerken sık sık fenerlerini düşürüp kırarlar ya da çakırkeyif halde kalktıkları mekânlarda unuturlardı. Zaten, adamlar elde bir şey taşımayı kesinlikle istemedikleri için eve dönüş yolunda fenerleri genellikle hanımları kullanırdı. Fakat bu adamlar, karılarının el feneri kullanımlarını bir türlü beğenmez, alkolün de etkisiyle yok şöyle yap, yok böyle yap, ileri tutma önümüze tut gibi insanı canından bezdiren lakırdılarla kadıncağızları eve gidene kadar ifrit ederlerdi.
El feneri kullanıcısı bu insanların bazılarının ellerinde enteresan aletler görmek de mümkündü. İçinde basit bir dinamo olan ve ışığın yanması istediğinde üzerindeki bu dinamoya bağlı kolun ileri geri sürekli oynatılması gereken tuhaf fenerler bunlardandı. Akşamları ara sıra karanlıkta fenerle yürüyenlerden gelen ve onları arıza yapmış robotlara benzeten vın vın vın sesleri, çok da aydınlatmayan bu garip aletten kaynaklanırdı. Uzaktan düzensiz hareketler yapan serseri bir bisiklet farı gibi görünen bu ışık, yaydığı berbat sesle birlikte tedirgin edici bir durum oluşturur fakat bu sayede yürüyen güruhun eve giderken yaptıkları taze dedikodular en dikkatli kulaklar tarafından bile işitilmemiş olurdu. Çalıştırmak için uğraşırken insanın parmaklarını kesen, daha çok Doğu Avrupa malı bu fenerler kısa sürede bozulur ve çocukların oyuncak sepetlerindeki yerlerini alırlardı.
Bu yaş grubuna dâhil olan Almancı yazlıkçılar fevkalade afili fenerleriyle adeta şov yaparlardı. Bazen minimalist, bazen de gelecekçi tasarımlarıyla hemen fark edilen ve Avrupa malı oldukları her hallerinden belli olan fenerler, mendireğin, tepelerin, keçi mandırasının, yolların ötesini bile aydınlatacak kadar güçlü ışık verirlerdi. Bir kenarlarında yazan Varta, Sanyo gibi markalardan kaliteleri belli olan bu fenerlerin ışıkları yine Avrupa malı pilleri sayesinde saatlerce yanabilirlerdi.
Yaşları on beş ve yirmi beş yaş aralığında olan gençler kalabalığı, bilinçli bir tercihle el feneri taşımazlardı. Çünkü fenerler o yıllarda tıpkı günümüzün çipli kimlik kartları ya da cep telefonları gibi sizin kolayca bulunmanızı sağlar, otoriteden saklanmanıza engel olurlardı. Genç insanlar için geceleri kolayca fark edilmek, görünür olmak, nerede olduklarının bilinmesi hayatta en son istenen şeylerdi. Fenerle dolaşmak özgürlüğün, gizemin hatta masumiyetin yitirilişini simgelerdi. El feneri, sonsuza dek genç kalmak arzusunun en büyük düşmanlarından biriydi. Fenersiz gezmek, karanlığa meydan okumak, o zifiri siyahlık içerisinde bile ortalık günlük güneşlikmiş gibi davranmak sonsuza dek genç kalanlar kulübüne katılmanın temel koşullarındandı.
Fenersiz dolaşmak kaçınılmaz bir şekilde yan yana gelmeyi, dokunmayı bir zaruret haline getirir, bu yakınlaşmaların hemen ardından kol kola girmeler, el ele tutuşmalar, hatta kafaları omuzlara koymalar ve hatta hatta dudak dudağa öpüşmeler, elleşmeler baş gösterirdi. El feneri kullanmayı reddederek aşılan korku duvarı, gençleri daha da cesaretlendirirdi. El âlemin gündüz bile gitmeye korktukları mezarlıkların yığma taş duvarları, devasa büyüklükteki incir ağaçlarının dipleri, metruk yel değirmeni harabeleri, yazlık sinemanın eşek arıları tarafından istila edilmiş en arka sandalyeleri bile onlar için en güvenli, gizli mekânlar haline gelirdi.
Mahremiyeti el fenerlerinin ışığıyla kirletilmemiş bu gençlik ortamlarında, kızlı erkekli karışık takımlar halinde uzuneşek oynanır, sırt üstü yatılan ıssız kumsallarda şafak sökene kadar samanyolu izlenirdi. Gitarlar çalınır, edebiyattan söz edilir, çok etkilenilen kitaplardan alıntılanan sözlerle şarkılar bestelenir, sessiz sinema ya da çaydanlık oynanır, eski Yunan tragedyalarına öykünülerek epik tiyatro oyunları sahnelenir, şiirler okunur, şarkılar söylenir, fıkralar anlatılır, din ve siyaset üzerine derin sohbetler yapılırdı. Haklarında çok az bilgi sahibi olunan batılı ülkelerden bahsedilir, taşınabilir kasetçalarlardan gelen ağır müziklerle sarmaş dolaş danslar edilir ve cüzdanlarla birlikte içlerindeki hüviyetler de evde bırakılarak o yaşlarda hududu olmadığı var sayılan bu tatlı hürriyet duygusunun keyfine varılırdı.
Fenerle gençlerin yanlarına yaklaşanlar, işi iyice abartıp suratlarına fener ışığı tutanlar masum insanları acımasızca sorgulayan işkenceci faşistlerle aynı yerde görülürdü. Geceleri karanlıkta kuytu köşelerde takılan bu genç insanları çok zor da olsa, ara sıra kararsız ateş böcekleri gibi kor renkli ışıklar saçan sigara ateşlerinden ya da çalışır haldeki walkman’lerin cılız kırmızı ışıklarından fark edebilirdiniz.
El fenerlerini en az yaşlı insanlar kadar işlevsel kullanabilen ve onları yaşamsal bir ihtiyaç olarak kabul eden diğer bir kitle de, beş ila on beş yaş arasındaki çocuk grubuydu. Kendilerine teslim edilen fenerlerin ailelerinin onlara verdiği değerin bir göstergesi olduğuna inanan bu çocuklar, fenerlerini olur olmadık yerde sürekli olarak açık tutup pillerini bitirdikleri için fener aydınlatmasına en çok ihtiyaç duyulan anlarda sarımsı, ölgün bir ışığa razı olmak zorunda kalırlardı. Bu ihtiyaç anları da sakın karanlıkta önünü görmek falan gibi bir şey zannedilmesin. Tepelere tırmanıp tavşanların yuvalarında gözlerine ışık tutmak, sahile inip kayalıklar boyunca seke seke yürüyerek pavurya toplamak, feneri şeffaf poşete sokup denizin altını aydınlatmaya çalışmak, en uzağı kimin feneri aydınlatacak diye ışık yarıştırmak. Dişlerin her iki tarafına kibrit çöpü koyup fener ışığını alttan vererek vampir surat oluşturmak, feneri yukarı aşağı hızla sallayarak ışığın tutulduğu yerde bir tür diskotek aydınlatması yaratmaya çalışmak. Karanlıkta toz kaldırıp oluşan sisin arasına girip fenerleri yakarak ışın kılıcı yapmak gibi ipe sapa gelmez oyunlarda kullanmak için el feneri olmazsa olmazdı.
Tabii bu yaş grubunun çocukları; tekinsiz dut ve ceviz ağaçlarının altlarında yaşayan ecinnilerden, halen sahillerde gezindikleri var sayılan poyrazın getirdiği cesetlerin esaret altındaki ruhlarından korkarlardı. Karanlıkta bağdan çapadan dönen köylülere görünen çıplak ayaklı, süpürge saçlı, sarışın kız çocuklarından, geceleri mezarlarından çıkıp kabristanların mermer kenarlarına oturarak Kuran okuyan yaşayan ölülerden, cinlerden, perilerden, kurt adamlardan, Karagöz Hacivat’tan, Freddy Krueger’dan, Jason Voorhees’ten, Michael Myers’dan ve hatta kendi gölgelerinden bile ölesiye korktukları için de fener taşırlardı. Bu denli çok kurcalanan el fenerleri çabuk bozulur, sık sık düşürülmekten çatlar, kırılır, suyla temas ettiğinde iç parçaları oksitlenir ve kısa sürede kullanılmaz hale gelirdi. Nihayetinde çocuklar evin en kötü fenerini kullanmaya mahkûm olurlardı.
Hazirandan eylüle, bazen ekime kadar süren yaz sezonu boyunca el fenerli geceler yaşandığı için en çok tüketilen ve en değerli olan şey elbette ki pildi. Şarj edilebilir pillerin hayal bile edilemediği o günlerde kullanılan Kivi, MKE gibi firmaların ürettiği pillerin ömürleri çok kısaydı. Biten piller, pansiyonlarda, evlerde, güneş gören odaların pencere denizliklerine sıralanır, ısının yardımıyla bir miktar şarj edildiklerine inanılırdı. Birkaç kereden fazla bu işleme maruz kalan ve el fenerlerine takılıp çıkartılan piller bir süre sonra kusar, saldıkları asitle durdukları zeminlerde kalıcı hasarlar bırakırlardı. Pillerin bitişiyle hissedilen kimyasal, metalik hüzün; yitip tükenen tatlı yaz günlerini hatırladıkça yaşanan buruk duygulara benzerdi.

Yazarımızın  diğer yazılarına  buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir