BİR KÖYLÜ KURNAZLIĞI
Avukat Suat tam bürodan çıkacaktı ki, karşısında ayakta duran adamı gördü. Şaşırdı. Adamın içten görünüşü, gülen gözleri onu rahatlattı. Bu yüzden ona kızmadı. Ne istediğini öğrendi. Oldukça yaşlı olan adam bir gecekonduda yaşadığını ve zar zor geçindiğini, duvara bir yazı yazmış diye gözaltına alınan torunuyla ilgilenmesini, karşılığında da avukatlık parası olarak ancak bir hikâye verebileceğini söylemişti. Bu ona daha da ilginç gelmişti. Adamın samimi ve hakiki duruşu karşısında bunu kabul etti ve birlikte tekrar büroya geçtiler.
Gereken bilgiyi, belgeyi alıp not ettikten ve vekâlet ücretini de notere cebinden ödedikten sonra adamın bedel görmesini istediği hikâyeyi dinlemeye başladı.
Karşılıklı oturmuş, çaylarını da söylemişlerdi.
Adam da hikâyeye başlamıştı.
1
“Bir çare bulmak umuduyla dönüp duruyordu Adam köyün içinde. Can pazarındaymış gibi. Kan ter içindeydi. Sokaklardan, daracık aralardan öylesine hızlı geçiyordu ki gören onu varsa kanlısından kaçıyor sanırdı. Oysa hacizcilere vermesi gereken parayı denkleştirmek içindi yaptığı. Hepi topu seksen hane olan köyde çalmadık kapı bırakmamıştı. Aslında kimsenin kimseye üstünlüğü yoktu yoklukta. Hiç mi hiç konuşmadığı, bayramlarda dahi camii avlusunda bayramlaşırken bile küslermiş gibi barışırken onun kaçtığı insanların da kapısını çaldı. Küslüğünü unuttu veya unutur gibi göründü. Her kapıya çıkandan aynı yanıtı aldı: “Yok ki komşu! ”
Köydeki en son haneyi de yokladıktan sonra savaşı yitirmiş bir ordu komutanı gibi döndü eve. Karısı da onunla hüzünlendi, söylendi:
“Elde avuçta yok ki, ne yapsak acaba?! Hacizciler de hâlden hiç anlamaz… Damlaya damlaya göl olurdu aslında, fakat herkes bizim gibi kime ne diyebiliriz.”
“Haklısın,” dedi Adam, “damlaya damlaya göl olurdu, lekemizi alır götürürdü. Paranın ve imanın da kimde olduğu bilinmez dedikleri hesabı. Bu köyde istemezler ki bizi, batalım, yok olalım isterler…”
“Böyle söyleme,” dedi Kadın yumuşak bir sesle, “komşularımız için. Hep aynıyız, bilmez misin? Gönül cennete girmeyi ister de günah bırakmaz. Hepimizin günahını biliyorsun: Yokluk. Olsa verirlerdi.”
“Onu bunu bilmem, bir şeyler yapmalıyız…”
“Atı dağa salsak diyorum! ”
“Olmaz bu söylediğin kadın,” dedi Adam öfkeyle, “Kurda kuzu teslim etmek gibi bir şey önerin. Dağlar bu sıralar pek tekin değil, hayvan hırsızları kol geziyor.”
“İnsan değil mi bu hacizciler? Anlatsak sıkıntımızı idare etmezler mi bizi, darlık geçene kadar?”
“Oldu olacak,” dedi Adam kollarını yana açarak, “Devletin memurlarından bir de ödünç para isteyelim. Önümüzde çetin kış olacak yine, arpa, buğday, un, yağ, şeker sıkıntımız var, seneye hepsini öderiz, deriz. Tövbe tövbe, yahu anlatamıyorum galiba, parayı bulamazsak atı götürecekler. Ondan sonra çifte kimi süreriz hiç düşündün mü? O at, evimizin direği, ocağımızın közü.”
“Olmaz öyle şey,” dedi Kadın ağlamaklı bir sesle, “bunlar darlık, yokluk bilmezler mi?”
“Onlar bunu bilmez, ” dedi, “bilseler, düşünseler, Ankara’dan böyle zalim kanun, vergi çıkmaz…”
“Keşke borçlanmasaydık da…” dedi Kadın, sustu.
“Ulan açtırma ağzımı şimdi, isteyerek mi borçlandık?”
Kadın odadan çıktı. Adam elleriyle başını avuçladı. Yanı başında bir yontu gibi durup kendilerini dinleyen yaşlı babasına aldırmadı bile. Yaşlı adam oğluna sokulup eğildi. Gözlerini kısarak, “Bir şey mi oldu oğul?” diye sordu. Ona baktı. Bir şey olmadı gibisinden bir işaret yaptı ve düşünmeye başladı. Yaşlı adam da bastonuna dayanarak kapıya kadar yürüdü. Kapıdan çıkmadan önce de oğluna dönerek, “Ben duvar dibinde güneşleniyorum, beni orada burada aramayın.” dedi.
Adamın gözleri parladı. Yüzü bulutlardan kurtulmuş güneş oldu. Hemen ayağa kalktı. Dışarıdan bir öfkeyle içeriye giren kadın hem söyleniyordu, hem eşikten geçmekte olan kayınbabasını görmüyordu.
“Zorda kalmaya gör, sende oldu mu herkeste var. Sende yoksa kimsede yok. Oysa biz kadınlar işimizden değil dişimizden artırarak dar zamanda lazım olur diye üç beş kuruş koyarız bir kenara güya. Bir köşede dar günün parası olur dediklerim bile beni boş gönderdiler…”
“Söylenme,” dedi Adam, “galiba bir çare buldum!”
“Nasıl bir çare buldun herif, söyle çatlatma beni!”
“Bunların ikisi birden çıldırmış olmalı,” dedi yaşlı adam ve gitti.
“Bulduğum çare bir çeşit maya,” dedi Adam karısına, “umarım bu maya tutar da…”
“Baba, baba!” dedi yaşlı adamın arkasından giderek, “sen bugün halama git ve ben gelene kadar da eve gelme e mi. ”
Birkaç dakika sonra merakla kendisini bekleyen karısının yanına döndü.
“Çabuk salona iki döşek ser yan yana,” dedi heyecanla, “en büyük yorganı da getir. Döşeklerin üstüne sermek için de bir iki yorgan getir. Daha ne duruyorsun, söylediklerimi bir an önce yap… Ben dönene kadar söylediklerimi eksiksiz tamamla. Umarım bu bir işe yarar…”
Odadan uçarcasına çıktı. Biraz sonra da yanında iki kişiyle geri geldi. Adamlardan biri, “Senin düşündüğün pek akıllıca değil komşu…” dedi. Diğeri de bu görüşe katıldığını belirtti.
“Konuşarak zaman kaybettirmeyin bana,” dedi Adam, “yardım etmeyecekseniz gidin de kendi işimi kendim göreyim. ”
Adamlar, salonun ortasındaki döşeklerin yanında beklediler. Adam karısıyla evin arkasındaki ahırdan atı getirdi. Salondaki adamlar hemen onlara yardım edip atı salona soktu. Adam atın başına ceketini geçirdi. Karanlıkta kalan at bir yontu gibi durdu öylece. Hep birlikte onu döşeklerin üzerine yıkmak için önce ayaklarını bağladılar. Sonra güç bela yıktılar döşeğin üstüne. Üzerine de yorgan örttüler. Adam ceketini atın başından aldıktan sonra komşularına yardımlarından dolayı teşekkür etti ve sırmış gibi saklamalarını istedi onlardan.
Adamlar gitti. Adam kapı eşiğine çöktü. Bir sigara çıkarıp yaktı. Derin bir nefes aldı. Öylece duran karısına ve körük gibi nefes alan, ne olduğunu bile anlayamayan atın yorgan altındaki devinimlerine baktı.
2
“Atım öldü,” dedi Adam Muhtar’la birlikte gelen memurlara, “evimin direği yıkıldı, ocağımızın közü söndü, ne diyebilirim.”
“Fakat nasıl olur,” dedi bir Memur, “Muhtar’dan onaylı ölüm belgeniz yok! ”
“Bildirecek kadar zaman geçmedi ki, daha yeni…” dedi.
“Köylüm,” dedi Muhtar, “ne zaman öldü at?”
“Vallahi,” dedi yere bakarak, “dün sabah yabandan geldim. Atımın öldüğünü öğrendim.”
“Eğer aklınca bizi kandırıyorsan…” dedi diğer Memur.
“İki çanak, iki üç yorganımız ve bir iki sergenimiz var. İşinize yarayacaksa götürün derim. Borç namustur kaçacak göçecek değiliz en yakın zamanda öderiz faiziyle.”
“Dağdaki otlardan, hayvanlardan, çevredeki her türlü olaylardan muhtarın haberi olur. Öyle değil mi Muhtar? Senin atın öldüğünden nasıl haberi olmaz?”
Aralarında Adam’a yardım edenler de olmak üzere hatırı sayılır bir kalabalık toplandı kısa zamanda. Memur onlara dönerek sürdürdü konuşmasını, “Siz, onun atını tanıyorsunuz değil mi? Bu söylediği doğru mu? Bilirsiniz de konuşmazsınız öyle mi? Muhtar sen bu adamın atını biliyorsun. Bizden bir görevliyle birlikte tek tek ahırları dolaş ve bunun atını bul! Sana gelince, bak atın ahırda yok diye ölmüş sayılmaz. Görevimizi yapmak zorundayız, işin içine jandarma girerse senin için hiç de iyi olmaz. Başka bir köye, yere, dağa götürmüş olabilirsin. Zararın neresinden dönersen kardır, iyi düşün bunu!”
Yaşlı bir adam, “Atın nasıl öldü komşum? ” diye sordu.
“Bizimki ben yabandayken dağa oduna gitmiş,” dedi Adam, “kadın aklı işte bilirsin, denkleri iyi ayarlayamamış. At da nasıl olmuşsa ürkmüş. Zaten memurlar bizim buraları bilmez, ama siz iyi bilirsiniz ki her yanımız uçurum, dağ, taş. Hayvan ürkmüş, yükün dengesi bozulmuş ve at uçurumdan yuvarlanmış. Anlayacağınız atı uçuruma yükü çekmiş, hayvan kurtulabilseymiş yükten bir şey olmayacakmış.”
“Karın,” dedi Memur, “orayı bilir gidelim de göstersin bize, hiç olmazsa atın bir parçası kalmıştır uçurumun dibinde.”
“Orası öyle çetin, öyle uzak ki nasıl gidelim,” dedi Adam, “diyelim ki gittik, nasıl ineceğiz uçurumun dibine, hem indik diyelim kemikleri bile kalmamıştır, kartallardan, akbabalardan ve çakallardan, inan bana memur bey…”
Söylenenler memurların aklına yatmıyordu. Bu yüzden hep şüpheleniyordu ondan.
“Anlaşılan Muhtar gecikecek,” dedi Memur, “senin ahıra bir daha bakmak istiyorum. ”
“Sen nasıl istersen,” dedi Adam, “ne bulacaksın bilmiyorum. Koyunum, keçim, ineğim de yok ki. Bir yılkı atım vardı o da…”
Memur ahırda atın yediğini düşündüğü samana bir daha baktı.
“Bu saman,” dedi Memur, “sanki birkaç saat öncesine kadar yenmiş gibi ıslak, sence de öyle değil mi?
Adam hiçbir şey söyleyemedi. Atın önündeki samanı bu kadar kontrol edeceklerini düşünmediği için içten içe kızdı kendine. Atın ağzından akan tükürük samana bulaşmıştı çünkü.
Memurlar, oraya buraya bakmış, fakat atı bulamamışlardı. Haczedilecek değerli bir şey de yoktu evde. Yorulmuşlardı. Evin önündeki büyük ağacın gölgesinde oturmuşlardı. Hava çok sıcaktı. Serinlemek için ayran içiyorlardı. Bu arada kadın memur halkın dilini biraz olsun bilmesinin yararını gördü sonunda. Çünkü çocuklar kendi aralarında atın saklanıldığı yeri konuşup gülüyorlardı. Hemen amirinin kulağına söyledi duyduklarını. Amir olan memur bir şey belirtmeden ayağa kalktı ve Adam’ın yanına gitti.
“Odaları dolaşırken bir ara gördüm,” dedi, “fakat bir türlü sorma fırsatım olmadı. Salonun ortasındaki o koca yatakta kim var?”
“Borcum namusumdur,” dedi Adam konuyu değiştirmek için, “en kısa zamanda ödeyeceğim.”
“Devlet adama,” dedi Amir, “parasını yedirmez, o yataktaki kim onu sordum sana?”
“Varsıldan alacağını ister mi, alır mı devletin senin,” dedi içinden, “onun gücü ancak bizim gibi yarı tok, yarı açlara yeter, bilmez miyim sanıyorsun. Sonra ne yapacaksın yataktakini be, git haydi işine. Ulan salona doğru gidiyor bu, engel de olamam. Köylüye iyice rezil olacağız ha. Nerden kalkıştım bu işe. Keşke kredi almasaydım. Ulan zar zor geçiniyorsun zaten, senin neyine devletten yardım almak, yok faizi azmış, yok vadesi çokmuş. Sayılı gün bitti mi, artık ayıkla ayıklayabilirsen pirincin taşını…
Meraklılar da çoğaldı ardından gidiyorlar eve ne göreceklerse…”
“Beyim, ” dedi Adam, “o yataktaki babamdır, üstünüze afiyet ağır hastalığı vardır, zahmet etmeyin, Allah göstermesin size bulaşır sonra…”
Amir salona girdi. Yere eğildi. Yorganın bir ucundan tuttu ve kaldırmadan, “Babanız ha,” dedi alaycı bir sesle, “soluk alıp vermesine bakılırsa gerçekten ağır hasta…”
“ Evet Memur Bey,” dedi, “babam çok ağır hasta….”
“Böyle yatıracağına,” dedi Amir, “doktora götürseydin olmaz mıydı? ”
“Olur da, ” dedi Adam, “elde, avuçta para yok…”
“Öyleyse bir bakayım,” dedi, “az çok anlarım sağlıktan belki bir önerim olur. Belki de doktora götürmene gerek kalmaz, babanın doktoru ayağına geldi, kim bilir.”
Amir artık dalga geçiyordu ve Adam da bunu anlıyordu. Adam, Amirin koluna yapıştı. Yalvarır gibi baktı. Salon dolacağı kadar dolmuştu.
“Zahmet etmeyin lütfen,” dedi, boncuk boncuk terledi, yer yarılsaydı içine girecekti o anda, “yaşayacağı kadar yaşamış zaten, onu öyle bırakın! ”
Amir, öyle bir baktı ki Adam onun kolunu bırakmak zorunda kaldı. Amir yorganı şöyle bir kaldırdı. Işığı gören at aniden başını kaldırdı ve devinip kalkmak istedi, Amir kenara çekilmeseydi atın kafası kafasına çarpacaktı. Amir geri çekilip ayağa kalktı. Korku dolu gözlerle ona baktı.
“Allah,” dedi, “babanızı size bağışlasın…”
Adam oraya öylece yıkıldı ve elleriyle yüzünü avuçladı. Bir çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlayarak, “Sayenizde… Sayenizde… Sayenizde!” dedi.
Avukat Suat duruşmalar süresince yaşlı adamı gördü ve onunla konuştu. Ondan başka hikâyeler de dinledi. Çoğu da onun yaşadıklarıydı sanki. Fakat bir şeye çok üzüldü, adamın torununu kurtaramamıştı. Çünkü on altı yaşında bir çocuktu ve örgüt üyeliğinden yargılanıyordu. Hikâyelere karşılık borcunu ödeyemediğini düşündüğü için hâlen onun davasını takip ediyor/du.
Daha fazla Panzehir Öyküye buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.