????????????????????????????????????
Güven Ulu

KASAP İLE KEŞİŞ

Havasız ve boğucu bir yanı vardı içerinin. Sürgülü camlar sonuna dek kapalıydı. Belli ki otobüs sürekli bir ring halindeydi. Şöyle bir susup motorunu dinlendirmemiş, hararetini düşürmemişti epeydir. Renk yoksunu, kalın giysili yolcular; hâkim renk siyah ve tonları. Paltolu, montlu, gocuklu kabanlı insanlar, karamsar bir ressamın fırçasından çıkmışçasına tek tük dağılmışlardı otobüsün içine. Milletçe enliyiz zaten, bir de o kabanları, montları giyince iyice genişliyor, ona buna sürünmeden, sürtünmeden arkaya ilerleyemiyoruz, diye düşündü.

İşte, arkada bir yerlerde boş bir koltuk… Oturdu ve elinden destek alarak cam kenarına yanaştı. Yorgunluk mu dersiniz, yılgınlık mı? Her neyse, o şey üzerine karabasan gibi çökmüş, cama kafasını dayayıp başka da bir şeyle ilgilenmeden, ineceği yere kadar öylece gitmesine sebep olmuştu. Ya da böyle giderse olacaktı. Kapattı gözlerini. Otobüsün her salınışı, her çukurda zıplayışı, kafasını daha bir kuvvetle cama vurmasına sebep oluyordu. İnce telli uzun saçları, camın buğusuna yapışmış, tek tük ayrı ayrı istikametlere gidiverecekler gibi cama değişik yönlerde dağılmışlardı. Medusa’nın kafasından omuzlarına dökülen, sağa sola kaçışmak isteyen yılanlar gibi. Bakmayın siz o güzelim saçların yılana benzeyişine yahut ıslak camda yapışıp kalmalarına. Kimi sabahlar o canım saçların, günün geniş, heybetli omuzlarına inen simsiyah gece misali, bembeyaz yastığa salkım saçak döküldüğü de olmuştur.
Yine bir kasis, yine bir sendeleme. Şoför, direksiyonu, elindeki düz yayvan tabağı, sabunlu süngerle yıkayan becerikli ev kadınları gibi eğiriyor, usta manevralarla bir sağa bir sola kıvırıyordu. O, bu sendeleme hallerinden rahatsız olmuyordu, bilakis kafasının her cama vuruşunda, aklını işgal eden gereksiz düşüncelerin sapır sapır yere döküleceğini sanıyordu. Öyle olsun istiyordu. Güçlü bir antibiyotikti sarsıntılar; kafasındaki irinli iltihapları söküp atan…
Dalgınlığından uyandıran, su katılmışlığıyla ucuzlatılmış bira kokusuydu. Sadece koku olsaydı iyiydi; kokunun sahibi yanına oturan siyah deri montlu, kirli sakallı bir adamdı. Adam hangi ara yanına oturmuş, hangi ara bacaklarını gere gere açmış, uyku moduna geçmişti, bilmiyordu. İsteyen uyuyabilirdi elbet, bu durum onu ilgilendirmezdi, lakin adam kendisine yaslanmaya, sıkıştırmaya başlamasaydı.
Toparlandı, omzunda asılı çantasını kucağına aldı. Elleriyle sıkıca kavradı çantayı. Ters ters yanında oturana baktı. Rahatsızlığından anlasın istiyordu. Görünen o ki adam hiç rahatsız olmuyor, başı göğsüne düşmüş, çenesi neredeyse göğüs kafesiyle kaynaşmış bir şekilde uyuyor ya da uyuyormuş gibi yapıyordu. Bacakları iyiden iyiye ayrılmış, neredeyse yer jimnastiği yapan bir çocuk gibi yüz seksen derece açarak, dizlerini yanında oturana değdirmeye çalışıyordu. İyice gerilmişti, kararını vermişti, içinden ona kadar sayıp çantayı kafasına geçirecekti adamın. Bağırıp çağıracak, adamı otobüsten indirecekti. Avına öldürücü son hamleyi yapmak suretiyle üzerine atılmak için tüm eklemlerini bedenine yakın toplayarak, kendini ava odaklayan örümcek gibi küçüldü, küçüldü.
Sağ omzuna bir el dokundu. Sinirinden gözü bir şey görmediğinden, konan bir sineği kovar gibi arkaya bile bakmadan omzunu silkeledi. O el tekrar dokundu ve “Nihal Abla, dayımgil durakta bekleyecekler bizi. Arayayım mı tekrar? Yaklaştık sanırım” dedi.
Bu ses, yüreği de yüzü de temiz bir gence aitti. Onun zor durumda kalmışlığını ufak bir akıl oyunuyla düze çıkarmıştı. Kısa ama etkili konuşmasında, sanki kendi kardeşiymiş gibi onu yıllardır tanıyormuş havası vardı. Üstelik kaş göz yaparak yanındaki sarhoşu işaret ediyor, konuşmasındaki gizli amacı onunla böyle paylaşıyordu. Nitekim bu küçük plan işe yaramış, uyuklayan sarhoş ne hikmetse uyanıp kendini toparlamış, düzgünce oturmuştu. O, bu oyunu bozmak istememiş, yine de hiç tanımadığı insanlara güvenmemesi gerektiğini bilircesine “Tamam” sözcüğüyle cevap vermişti. Zaten sarhoş da birkaç durak sonra inmişti.
Batıkent kavşağını geçmişti otobüs. Gündüz yağan yağmur akşama kesilmiş fakat yerleri ıslak bırakmıştı. Yol boyunca uzanan aydınlatma direklerinden yayılan sarı ışık, ıslak zeminde sekiyor, tekrar göğe yükselerek, yükselirken yayılarak daha bir aydınlatıyordu geceyi. Sadece yol kenarındaki ışıklar mı? Değil elbet. Arabaların kırmızı fren lambaları, sağ sol sinyalleri, benzin istasyonlarının şatafatlı aydınlatmaları, mobilya mağazalarının güçlü neonları, ışıklı reklam panoları… Hepsi, ama hepsi yoldan geçenlere az önce o yol üzerinde karnaval varmış da, şimdi geride sadece bu sönmeye yüz tutmuş ışıklar kalmış gibi bir hava veriyordu.
Şaşmaz Kavşağı’nda otobüs yavaşladı, durdu. Orta yaşlarda bir adam bindi. Elinde bir futbol gazetesi vardı. Kadın, hareket edecekleri an bakışlarını dışarı kaydırdı yine. İçini lime lime doğrayan bir görüntüye yakalandı. Sadece onu değil, insanım diyen herkesi etkileyebilecek, insanlığından utandıracak bir şeydi bu. Yol kenarında sadece ayakları değil, tüm bedeni çıplak bir kadın yürümekteydi. Sırtında öylesine omzuna atılmış bir paltoyla elinde sigarayla şuursuzca yürüyordu. Simsiyah saçları mısır püskülleri gibi dağılmış, yüzüne düşmüştü. Otobüs hızlandıkça görüntü arkada kalmıştı. Hatırlıyordu o kadını. Kızılay’da barlar sokağında birkaç kez dilenirken görmüştü onu. Aklı yerinde olmamakla beraber, sağdan soldan topladığı paralarla yiyeceklerle yaşıyordu. Şimdi gecenin bu saatinde, soğuk havada hangi vicdansız ona tecavüz etmiş, boş bir çuval gibi İstanbul yoluna sahipsizce bırakmıştı, bilmiyordu. Bilemezdi.
Burada, tanık olunan olayı dramatikleştirmeden, estetize etmeden, eklemeden, eksiltmeden geçeceğimi, okurların anlayışına sığınarak belirtmek isterim.
Rüzgâr çıkmıştı. Uğuldayan, binaların çatılarından, sokak aralarından esen güçlü bir rüzgârdı bu. Henüz dallarına yaprakları giyinmemiş cılız dallı ağaçları sallayan; gazete kâğıdı, poşet, boş konserve tenekesi, yerde ne bulduysa hepsini önüne katan, kâh havalandıran kâh tozutan bir rüzgâr. Yine de işi gereği, iyi bir iklimbilimci olmasından, rüzgârların doğasının bu olmadığını biliyordu. Art arda sıralanmış yüksek binalar, rüzgârın hız ve devinim kazanmasını engelliyor, öfke ve enerjisinin birikmeden sağalmasına sebep oluyordu. Hiç kuşkusuz rüzgârların bu ihtiyar yerkürenin milyonlarca yıllık şekil evrimindeki yeri azımsanacak gibi değildi. Oysa şimdi, o devcileyin fırtınaların, kasırga ve boranların arasında bu geceki rüzgâr, bit yellenmesi gibi bir şeydi
Evle durak arası on dakikadan biraz fazlaydı. Kestirme olarak geçtiği sitenin çarşısındaki büfeye bakındı. Sigara alacaktı. Çarşı oldukça sakindi. Dükkânlar sandığının aksine erken kapanmıştı. Normalde gece yarısına kadar açık olan, sigara alkol satan büfe bile kapalıydı. Yakalarını yukarı kaldırdı, omzundan kayan çantayı yukarı çekti, ellerini montun cebine soktu. Hızlı adımlarla oradan uzaklaşıyordu ki birkaç adım gerideki tabelanın önüne, geriye doğru birkaç adım atarak yanaştı; Kasap Ulysses… Bu da neydi böyle? Böyle kasap ismi mi olurdu? Şen Kasap veya Yayla Kasabı ya da ne bileyim Kasap Nedim; hani ilk etapta aklına gelen kasap isimleri bunlardı. Kasap Ulysses şaka gibiydi.
Hemen anlaşılacağı üzere, kahramanımız merakına yenilip -biraz da kibrini bileyleme ihtiyacından olsa gerek- rotayı kasaptan yana çevirdi. Dükkânın ön tarafında vitrin yoktu. Örülmüş tuğla modelli ya da gerçekten de tuğlalarla iki yanı örülmüş dükkânın, ancak bir kişinin sığabileceği darlıkta camlı bir kapısı vardı. Kapının çerçevesi ahşap kaplamaydı. Dışarıdan bakınca içeride hiçbir şey, hiç kimse yoktu. Sadece yer yer, yüksek voltajlı floresanın aydınlattığı, beyaz fayanslı duvar döşemeleri görünüyordu. İçeri girecekti; başını yine yukarı kaldırdı. Sağdaki tuğlalı duvardan başlayıp soldaki tuğlalı duvara kadar uzanan yaklaşık bir buçuk metre boyunca, krem renkli zeminde, aşağı akan yazı karakterinde, kırmızı renkte yazılmış Kasap Ulysses yazısına baktı. Tabelanın altında, nispeten daha küçük bir alanda, sağda yuvarlak içine alınmış küçük logonun içinde; kasap olduğunu tahmin ettiği, az önce küçük bir çukur başında kestiği anlaşılan dananın sırtına kadim bir dost gibi elini koymuş ve bir yandan objektife gülen yüzüyle poz vermeyi ihmal etmemiş, orta yaşlarını geride bırakalı epey olmuş, pamuk saçlı, beyaz önlüğü kanlarla boyalı, pos bıyıklı biri vardı. Gözünü kısarak daha dikkatli baktığında, kasabın boynunda asılı halde duran, doktorların hastalarının sırtlarını, kalp atışlarını dinlediği cihazlardan gördü. Bu bir stetoskoptu.
Rüzgâr şiddetini artırmıştı iyiden iyiye. O ise hala tabelanın altında, kapının önünde, nedeni belirsiz bir ikirciklenmeyle, başı önde, düşünmekli bir halde duruyordu. Onu o halde görseniz, hani şu bir zamanlar epey sükse yapmış Şeytan filmindeki, içine şeytan girmiş genç kızı dualarıyla, ayiniyle kurtarmaya gelmiş, kapkara giysili ve de şapkalı Rahip Santaro sanırdınız.
Tak ! Tak !… Başını kaldırıp soluna baktı, bakışları yanı başındaki kalın gövdeli ağacın boyunca yukarılara, dallara doğru yürüdü. Çıplak, irice bir dal rüzgârla sallanıyor ve kasabın tabelasına vuruyordu. Gece yarısı sarhoş bir halde eve gelip, karısının anahtarla içten kilitlediği kapıyı açamayınca, tekmeleyerek konu komşuyu ayağa kaldıran arsız bir ayyaşın çıkardığı seslere benziyordu bu ses.
Eliyle kapıyı yavaşça itti. Kapı aynı yavaşlıkla geri kapandı. Sanki onu içeri almak istemiyordu. İnatlaştı, avuç içini gövdesinden destek alarak dayadı cam kapıya ve iteledi, gövdesiyle girdi içeri. Solunda kasap reyonlarında sıkça rastladığımız türden bir vitrin vardı. Yatay bir vitrindi bu. İçi boştu. Vitrinin hemen arkasında sevimli bir ihtiyar durmuş, karşıki duvarda asılı küçük ekran bir TV’ye bakıyordu.
Bir şeyler diyecek oldu. Kasap, işaret parmağını dudağına koyarak sus işareti yaptı. Diğer elinde de kumanda vardı. Sağına, kasabın izlediği TV tarafına döndü. Oldukça kilolu, aşırı makyajlı, yaşlıca bir hanımefendi şarkı söylüyordu. TV’nin sesi açık değildi. Yine de kasap ilk kez dinliyormuşçasına dikkat kesilmişti. Şarkıcı kadın o kadar kiloluydu ki, şarkısını desteklemek, anlamı vurgulamak için ellerini sallıyor, gövdesine yakın tutmaya çalışıyordu. Mesela şarkının bir yerinde sevgi anlamına gelecek bir işaret yapmayı denedi. Elini sol göğsüne koymaya çalıştı. Kolları öylesine yağlıydı ki, neredeyse avuç içi göğsüne değmemişti bile.
”Sevişen iki gence, civelek civelek civelek. Sevişenler bu gece, civelek civelek civelek.”
Kasabın ağzından dökülmüştü bu şarkı. Şarkıyı söylerken gamzesi gülümsüyordu.
”Hoş geldin Mey. Söylesene, sen ne düşünüyorsun bu şarkıcı hakkında? Yani, sevişmeyle ilgili bir şarkı; bu kelime kadına ne kadar yabancı duruyor değil mi? Sanki ömrü boyunca hiç sevişmemiş gibi. O yüzden içli okuyamıyor ve parçayı rezil ediyor. Bence daha genç sanatçılar okumalı bu parçayı. Erkek şarkıcı da okuyabilir, bence bir mahsuru yok. Yine de kadına daha çok yakışır. Neyse, lafı çok uzattım galiba. Hoş geldin demiş miydim sana? Ah evet, demiştim sanırım.”
Kumandayı tuttuğu eliyle birkaç adım ötedeki masanın önünde duran eski sandalyeyi göstererek “Otursana lütfen. Üşümüşsündür, şimdi sana sıcak bir şeyler getiririm, için ısınır” dedi. Gülümseyerek söylemişti bunu.
O esnada Mey, kasabın ön dişlerinin arasının seyrek olduğunu gördü. Bu hali onu sevimli kılmaya yetmişti. Yine de temkinliydi Mey. Mesafesini korumalı, kasabın tabeladaki ismine ve gördüğü onca tutarsız şeylere ilişkin merakını, sorularını sona bırakmalıydı. Sadece aralık duran dişi değildi onu esrarengiz kılan. Ağarmış beyaz saçlarının bulunduğu, gergin duran yüz derisi onun yaşı hakkında doğru bir tahminde bulunmayı olanaklı kılmıyordu. Saçlarına bakarak ellili yaşlara merdiven dayadığını düşünseniz bile, onları görmezden gelip en ufak bir kırışıklık bulunmayan gergin yüzündeki yılların verdiği yorgunluğun aksine, hala ormanda bir aslana meydan okuyacak kadar güçlü bakışlara sahip olan bu kişinin yaşını kim tam olarak bilebilirdi ki? Hani illa da zorlarsanız bir tahminde, saça bakmaksızın bu adamın yaşına otuz civarı diyebilirdiniz.
Mey’in ilgisini çeken şey, bu kadarla yetinilecek şeyler de değildi. Sanırım burada bu kasap dükkânı sandığımız -en azından tabelası o yönde bir bildirim sunuyordu- şeyi biraz açmamız, içinde neler gördüğümüzü anlatmamız gerekecek. Ve elbette bu esrarengiz kasap dükkânının görünüşünü de daha ayrıntılı tasvir etmemiz gerekiyor.
Ahşap çerçeveli cam kapıdan girildiğinde sekiz on adım uzunluğunda, üç adım eninde kum desenli granitle döşeli bir koridor. Koridorun sonunda, eni dar, boyu yerden tavana değin uzanan, içi temiz olmakla beraber boş bir vitrin vardı. Vitrinin önünde aleni bir masa, masa üzerinde içinde birkaç kalemin bulunduğu kalemlik, üzeri naylonla örtülü bir yazarkasa. Ve masanın önünde müşterilerin oturduğu anlaşılan karşılıklı iki sandalye. Masaya yürüyene değin, solda, kasabın karşı duvardaki otuz yedi ekran TV’yi izlemek için arkasında konumlandığı, ancak bel hizasına gelecek yükseltide, eni iki metreyi bulan, şarküteri tipinde bir başka vitrin daha vardı. İşin garibi bu vitrinin de içi boştu. Velhasıl, buranın kasap olduğunu ortaya koyacak hiçbir done yoktu. Tabelanın dışında. Bir de -stetoskopu saymazsak- kasabın beyaz önlüğü. Ne bir et, ne bir kan kokusu, ne de aç aç vızıldayan, uçuşan sinekler.
Kasap, tezgâhın arkasından dolandı; koridorun orta yerinde etrafına, dükkânın beyaz fayans döşemeli duvarlarına, aşırı aydınlatılarak neredeyse nura boğulmuş dükkâna bakan, belki de bir köşeye sinmek için kendisine oturacak yer gösterecek kadar zarif olduğunu umduğu kasabı bekleyen Mey in yanına kadar geldi. Elini uzatmadan önce gözlüğünü tutarak burnunun üzerine iyice yerleştirdi ve sonra elini uzattı. Tokalaştılar. Bu esnada diğer eli önlüğünün yan cebindeydi. Geniş omuzluydu kasap. Bununla yetinmemiş, yürürken omzunu iyice geriye atarak, sırtını dikleştirmişti. Mey’e oturması için sandalyeyi gösterdi. Dışarıda rüzgâr yine şiddetlenmiş hatta kapıyı hafiften içeri doğru aralamıştı. Kapının önündeki çıplak ağaç, rüzgârdan payelenmek isteğinden olsa gerek, iyice arsızlaşmış tabelaya daha kuvvetli ve sık aralıklarla vurmaya başlamıştı.
Kasap, Mey’e baktı bir an. Özür dileyerek, yapması gereken bir işi hatırladı. Kapıya yakın, enlemesine duran dolabın arkasına geçti, eğildi. Birkaç dakika gözden kayboldu. Doğrulduğunda dağılmış, öne düşmüş saçlarını kolunun yanıyla düzeltti. Eliyle yapmamıştı bu işi, zira eli kanlıydı. Elinde beyaz, genişçe, içi görülebilecek kadar saydam, oval bir tabak vardı. Tabağın içinde et parçaları olduğunu görebiliyordu Mey.
Kasap dolabın arkasından hışımla çıktı. Sinirli bir hali vardı. Kapıyı açtı ve elindeki kabı, küt küt tabelaya vuran ağacın dibine boşalttı. Bütün bunlar, kasap gövdesini tam olarak dışarı çıkarmadığı için aleni bir şekilde görülebiliyordu. Ne hikmetse, rüzgâr şiddetini azaltmamış olsa da ağaç, dallarıyla dükkânı dövmekten vazgeçmişti. Neredeyse uysallaşmıştı.
Mey kalkmaya yeltendi. Onun bu halini gören kasap, eliyle otur işareti yaptı. Yine dolabın arkasına geçti, eğildi. Doğrulduğunda, elinde bulunan cam çay tabağında lokum büyüklüğünde doğranmış lop lop et parçaları vardı. Gelip tabağı misafirinin bulunduğu tarafa, masaya koydu. Gülümseyerek “Kasabın ikramı olsa olsa et olur “ dedi. “Ama bu et çiğ “ diyecek oldu Mey. Diyemedi.
Kasabın hoyratça ve teklifsizce sergilediği, neredeyse bir diğerinin kanını donduracak fütursuzluğa varan cesareti karşısında o ana değin öne düşmüş omuzlarını iyice geriye atarak sandalyenin arkalığına yaslandı. Kasap da karşı sandalyeye oturdu. Aslında masanın öte tarafına dolanıp patron koltuğuna da oturabilirdi ve Mey’e oradan seslenebilirdi. Oysa kasabın böyle tahakküm oyunlarına karnı toktu. Derdi anlaşılabilmek olan biri için en uygun yaklaşım, karşıdakinin kalbine giden en kestirme yol, beden diliyle onu kolayca anlayıp kavrayabildiğini gösterebilme haliydi. Hayır, kasap bunun eğitimini almamıştı. Sadece hisleri ona doğru yolu gösteriyordu.
Bacaklarını açtı, öne doğru eğildi. Kollarını dirsekten bacaklarına yaklaştırdı, parmaklarını birbirine doladı. Söyleyeceklerini hatırlamaya çalışan bir konuşmacı gibi başını öne düşürdü ilkin. Birkaç dakikalık sessizlikten sonra, Mey’in korkulu gözlerine gözlerini dikti.
“Merak ettin değil mi? Neden Ulysses Kasabı? Haklısın, sıra dışı bir isim. Dışarıdaki atsineklerini avlamak için masaya sürülmüş çam kokulu bal, diyelim biz buna. Aslına bakarsan bu ismi ben seçmedim, senin tercihin bu. Düşünsene, ilk kez karşılaşıyor olmamıza rağmen senin adını bilebiliyorum. Nasıl açıklarsın bunu, hı?
Kekeleyerek ”Ben… Ben gitmeliyim” diyebildi Mey.
“Daha ikramımın tadına bakmadın” diyerek gözüyle çay tabağında duran iri iri et parçalarını gösterdi kasap ve devam etti konuşmasına. ”Yemeyecek misin?”
Başını geriye atıp “hayır” anlamında sağa sola sallamasının kasabı tatmin etmeyeceğini bilen Mey, kuruyan boğazını yutkunarak ıslattı ve o kelimeleri söyledi. ”Hayır, yemeyeceğim.”
Mey’in yutkunurken âdemelmasının neredeyse bir erkeğin âdemelması büyüklüğüne eriştiğini ve yukarı aşağı inip çıktığını gördü kasap. Yüklenebilirdi o an karşısındakine ama o anlayış göstererek, şefkat sunarak etkilemeye çalışıyordu Mey’i. Tabağa uzandı.
”Pekiii, yemeyeceksen o halde bir başka aç dostumuzu doyuralım ha, ne dersin?”
Küçük çay tabağındaki etleri Mey’in hemen ayakları dibine boşalttı. Mey korkmuş halde ayaklarını iyice büzüştürdü ve sandalyenin altına sakladı. Kasabın ne yapmaya çalıştığını anlayabilmiş değildi. İyiden iyiye geriye kaykılmış bir şekilde öylecene durdu; yerde, beyaz zemin üzerinde dağınık duran kırmızı et parçalarına baktı. O esnada masanın altından bir el, aslında el sayılamayacak kadar çirkin, tavukayağını andıran, biraz da kıllı bir şey uzandı. Et parçalarını tek tek topladı ve içeri, masanın altına çekti. Sonra tekrar dışarı çıktı o şey, başka parça var mı diye sağa sola bakındı yoklayarak. Bulamayınca tekrar içeri, bilinmezliğine kayboldu.
Mey fal taşı gibi açılmış gözlerle olup bitenlere bakakalmıştı. Kalkmaya yeltendi. Sandalye yan döndü, devrildi. Şimdi sırtüstü, boylu boyunca yatıyordu yerde. Donmuş gözlerle tavana bakıyordu. Ağzı az önceki hayretle açılmışlığıyla kalmış, bir daha kapanmamıştı.
Kasap kalktı oturduğu yerden. Jilet gibi ütülenmiş kumaş pantolonunu hafif yukarı çekti, Mey’in göğsüne eğildi, kalbini dinlemeye koyuldu. Sorun yok gibiydi. Doğruldu ve karnının üzerine oturdu ata biner gibi. Tokatlamaya başladı onu. Tokatları hafif hafifti. Neredeyse parmak uçlarıyla dokunuyordu. Bir ara elini önlüğünün cebine attı. Çıkardığı kâğıt mendille elini siliyor bir yandan da “Allah’ım şu kadınları anlamak ne zor, öyküye çıkacağım diye hiç yüze bu kadar fondöten sürülür mü? Anlamadığım şeyler bunlar “ diyordu.
Mey uyanmış, adamın karnında oturuşuyla nefes alamaz duruma gelmişti. Canhıraş bir çabayla kalkmaya, kasabı üzerinden atmaya çalıştı, olmadı. Ona tokatlar savurmaya çalıştı. Şimdi her ikisi de birbirini hırpalıyordu. Onları dışarıdan gören biri, olayı fazla ciddiye almaksızın, iki yavru kedinin pençeleriyle birbirlerini kızdırarak oynamaya çalıştığını düşünebilirdi.
Bir ara kasabın gözlüğü, aldığı darbeyle yere savruldu. Ayağa kalkmaya çalıştı Mey, fırsat bu fırsat diyerek. Ama nedense her defasında omzuna konan görünmez bir el onu durduruyor ”Hanfendi iyi değilsiniz, alın bu suyu için biraz. Toparlanın ben sizi götüreceğim gideceğiniz yere kadar ” diyordu. Bardağa uzandı, birkaç damla su içti. Ağır ağır gözlerini açtı. Karşısında, daha doğrusu üzerine eğilmiş kendisine bakar halde üç-dört kişi gördü. İçlerinden ona su veren konuştu.
“Hanfendi son durağa geldik, uyuyakalmışsınız, daha beteri sanırım kötü bir rüya görmüş olmalısınız. Sayıklayıp duruyordunuz. Biraz kendinize gelin, ben sizi evinize kadar bırakacağım. Ama lütfen ayağa kalkmayın, dinlenin biraz. Az önce farkında olmaksızın, size uyanmanız için yardımcı olmaya çalışan bir arkadaşımızı üst üste tokatladınız. Şimdi dinlenin. Olmadı, bize güvenmiyorsanız, telefonunuzu verin, bir yakınınızı arayalım, gelip alsınlar sizi.”
Yorgun gözlerle adamların siluetlerinde gezindi bakışları. Sonrasında durumu kabul edercesine ağır ağır tekrar kapandı gözleri.

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir