DÜŞ HEKİMİ
Tabelaya tekrar baktı ve gözlerini ovuşturarak doğru gördüğünden emin olmak istedi.
Uzun zamandır rüyalarından kopamıyor, gün boyu yarı uyur, yarı uyanık başka bir gerçekliğin içinde gezer gibi yaşıyordu. Bütün hayatını etkiliyordu bu hali. Çalışması giderek daha zorlaşmıştı örneğin. Kafasını toplayamıyor, bir konuya dikkatini yönlendiremiyor veya uzun süre koruyamıyordu.
İnanamamıştı.
Gördüğü şeye inanamamıştı. Emin olamıyordu, yoksa diş hekimi tabelasını yanlış mı okumuştu? İçinde, derinlerde, rüyalarında kalan hali, kendi gözlerinden uzaklara bakar gibi bakıyor, yaşadığı bu değişik gerçeklik algısı, gördüklerine, duyduklarına kuşkuyla bakmasına sebep oluyordu. Bu tabelayı görüyor muydu gerçekten? Gerçekten böyle mi yazıyordu?
Düş Hekimi
Bir daha okudu yazılanı ve çok da düşünmeden girdi binaya. Eski bir binaydı burası. Demir trabzanları olan bir merdiven sonsuza gitmek ister gibi, döne döne yükseliyordu. Her katta uzun, loş, havasız koridorlar, bu koridorlarda da eşit aralıklarla karşılıklı sıralanmış kara kapılar vardı. Zemin çini dökülerek yapılmıştı. Tertemizdi ve nemle karışık arap sabunu kokusu genzine yapışıyordu. Zorlanarak da olsa çıktı dönen merdivenleri; geniş yanlarına basa basa.
Üçüncü kata ulaştığında, kapıların üzerindeki numaraları aradı gözleri. Onun yerine tabelasını gördü doktorun.
Düş Hekimi
Korkarım bu da bir rüya, diye geçirdi içinden.
İki kez vurdu kapıya, “Lütfen girin” sesini duyduğunda bir an duraksadı, sonra kararlı bir şekilde girdi odaya.
Karşısında kısa boylu, eski moda, kahverengi takım elbiseli, güler yüzlü bir adam duruyordu. “Hoş geldiniz” dedi adam.
Kocaman bir teleskobu andıran kara gözleri vardı. Bu gözler yüzünde dikkatle geziniyordu şimdi. Zihninin röntgenini çeker gibi.
Hafifçe ürpermiş miydi?
“Buyrun, buyrun, oturun lütfen” diyerek koltuğu işaret etti doktor.
Otomatik bir şekilde oturmuştu fakat söze nasıl başlayacağını ya da ne diyeceğini bilemiyordu.
“Ee, mmm, şeyy” diye kekelerken, “Rüyalar” dedi doktor,” bazen baş belası olabiliyor, değil mi?”
Gülümsüyordu.
“Of sormayın. Bazen nerede olduğumdan bile emin olamıyorum. Bir sis bulutunun içindeymiş gibi hissediyorum kendimi. Geceleri uyuyorum, rahat uyuyorum ama uyanamıyorum sanki”
“Evet” dedi doktor başıyla onaylayarak, “Öyle olur. Son günlerde bu durum, bir salgın hastalık gibi yayılmaya başladı. Aynı şikâyetten mustarip olan pek çok hastam var. Çaresiz değiliz elbette. Şimdi size bir reçete yazacağım ve bir arkadaşıma yönlendireceğim. Kendisi derman üretmekte oldukça ustadır. Emin ellerdesiniz. İçiniz rahat olsun” diyerek, önündeki reçete defterine anlaşılamayan bir dilde bazı kelimeler çizdi.
“İşte” dedi, “o ne yapılacağını bilir. Sizi bir Rüya Satan’a gönderiyorum. Rüyalarınız kaos yaşıyor. Olması gereken yerde ve olmaları gereken şekilde değiller. Her şey yoluna girecek, merak etmeyin. Bir hafta boyunca reçeteyi uygulayalım ve görelim.” dedi. Eline bir kartvizit tutuşturarak kapıyı açtı ve yolcu etti hastasını.
Kendini bir anda caddede bulmuştu. Elindeki karta baktı: Rüya Satan.
Rüya satın alma fikri hoşuna gitmişti. İçin için güldü. “Hadi bakalım” dedi “ne olacaksa olsun, başıma ne gelecekse gelsin.” Karttaki adrese verdi dikkatini. Çok da bilmediği bir semt değildi ama oralarda bir Rüya Satan olabilir miydi? Sorgulamaktan vazgeçip yürüyen merdivenlerden indi, koca kentin görünmeyen yanında, yerin altından her yere gidebilen metroya bindi. Karanlık istasyonlardan birinde indi. Şimdi tanımadığı bir sokakta yürüyordu. Yeni binaların ürediği, gökdelenlerin yükseldiği, hala hafriyat kamyonlarının, çamurlarda bıraktığı derin lastik izleri içinde olan bir sokakta.
Ne zaman bu hale gelmişti buraları, anlayamadı. Şaşırmıştı. Elindeki adresi yeniden okudu ve yürümeye devam etti. Yazılan sokağı bulmuştu aslında. Yürüdükçe, yeni binaların yerini o tanıdığı eski evler almaya başladı. Daracık bir yerden geçti, taş bir binanın karşısına gelmişti. Yol burada bitti. Etrafına bakındı, kimseler yoktu.
Demir kapıyı itti. Kapı tüm ağırlığı ile açılmaya direniyor, çıkardığı seslerle inliyor, bilinmedik bir yerden yardım bekler gibi, karşı koymaya devam ediyordu. İte ite açabildiği aralıktan içeri girdi. Karanlıktı. Uzaktan sızan zayıf ışığı gördü ve o yana yöneldi. Önünü tam olarak göremese de merdivenleri fark etti. Bu kez aşağı iniyorlardı. Dönmeden, dümdüz. Aşağı.
Ağır ağır inmeye başladı. Korkmuyordu çünkü duyguları yerini derin bir sessizliğe ve boşluğa bırakmıştı. Bu boşluğun içinde aşağı iniyordu. İniş tamamlandığında, ayakları toprak bir zemine bastı.
Durdu.
Bir mağarada olduğunu düşündü. Yılanların gezindiği bir mağara.
Tam geri dönmeye karar vermişken, yumuşacık bir ses duydu.
“Korkma”
Gözleri, kadınla birlikte gelen ışığa alıştığında, boynuna üç kez sarılmış olan ve başı tam da kadının başının ardında yükselen yılanı gördü.
“Korkma” dedi kadın, “o benimle.”
Karşısında uzun boylu, pırıl pırıl ışıldayan, sapsarı, uzun saçları olan zarif bir kadın vardı. Bir hayal gibi, bir rüya gibiydi kadın. Hülyalı bakan, iri gözlerini ona dikmişti. Sanki renkli bir sıvı yüzüyordu içlerinde ve ara ara mavi, eflatun, pembe, mor oluyordu ışığı bu güzel gözlerin.
Yutkundu. “Beni Düş Hekimi yolladı size, bir reçetem var” diyerek uzattı üzerinde ne yazdığını hiç anlayamadığı kâğıdı.
Kadın ciddiyetle okudu, sonra uzun uzun baktı karşısındaki, yorgun gözlü adama ve gülümsedi. Yüzünün bütün ifadesi ile gülümsedi.
“Evet” dedi,” anlıyorum. Yalnız bu rüyalardan size veremem. Elimde aynı nitelikleri taşıyan rüyalar yok. Böyle olabiliyor bazen. Size sadece bu rüyaların kullandığı sembolleri verebileceğim. Sorunu çözeceğinden de hiç kuşkum yok” dedi.
Zaten neler olup bittiğinden pek de emin olamamış olan adam, kadına güvenerek baktı, “Neden olmasın, tamamdır” dedi.
Kadın, arkadaki toprak bölmeye geçti. Bir şeyleri birbirine karıştırmaya, büyülü bir iksir hazırlarmış gibi bir ifade ile çalışmaya başladı. Ne kadar beklediğini bilemiyordu, sıkılıp sıkılmadığını da. Rüya satıcısı, elinde minik bir kutu ile karşısında belirdi yeniden. Kutuda üç küçük enjektör bulunuyordu, içlerinde de değişik renkte sıvılar vardı.
“Bunları hekiminize götürün, size uygulayacaktır. Ben şimdi kendisi ile iletişime geçecek ve ne gönderdiğimi açıklayacağım” dedi.
Hala bir rüya görmekte olduğundan emin olan adam, kendini yeniden Düş Hekimi’nin karşısında bulmuştu.
“Çok güzel” dedi hekim, sırt üstü yatmasını söyledi ona ve üç parmağı ile iki kaşının arasında bir bölge, küçük bir alan belirledi. Buraya, bu renkli sıvıları minik minik darbelerle enjekte ederek masajlarla yedirdi.
Oldukça önemseyen, ciddi bir tavırla açıkladı, “Her sabah uyandığınızda, yüzünüzü bile yıkamadan, az önce benim yaptığım gibi bu alana masaj yapın” ve ekledi, “bir hafta, yani tam yedi gün sonra kontrole geliyorsunuz. Ben not ettim, lütfen siz de bir yere yazın ve unutmayın” diye tembihledi.
Rüyalarında gördükleri öyle şeylerdi ki onu derinden etkiliyor, gün boyu ne düşüneceğini, ne hissedeceğini ve ne yapacağını onlar fısıldıyordu sanki. Bazı olaylarda, içinden derin bir öfke yükseliyor, daha önce hiç yapmadığı şekilde bağırıp azarlıyor karşısındakini veya üzerine atlayıp dövmek istiyordu.
Neden?
Hoşlanmadığı konularda konuşulduğunda bile uygunsuz biçimde kahkahalarla gülüyor, bazen insanları hor görüp aşağılıyor ve “Sen de kimsin, ha, kimsin sen?” derken buluyordu kendini.
Kafası karışık, duyguları uyumsuzdu.
“Ne yapıyorum ben, neden, ben bu muyum, benim hayatım bu mu?” demekten bıkmıştı. Artık her şeyden şikâyet ediyor, sahip oldukları onu doyurmuyor, sürekli bilmediği bir şey arıyordu. Bitmeyen arayış, bitmeyen bir kendini yetersiz hissediş tüketmişti onu. İçinde, derinlerde duyduğu bir ses, durmadan yüreğine “senin yüzünden” diye fısıldıyordu.
Kimin sesi?
Sanki yüreğini bir el kavramıştı; ara sıra, keyfi biçimde sıkıyordu onu. Bazen sıkıyor, bazen gevşetiyordu avcunun içinde.
Kimin eli?
Geceleri zihninde dolaşan bu gölgeler kimin?
“Gün boyu, benmişim gibi yapan, söylediklerini uzaktan duyduğum bu adam kim? Ben miyim? Kaç ben var içimde? Rüyalarım beni alıyor ve yerime başkasını koyuyor usul usul, adım adım…böyle yaşayamam.”
Önceleri şuursuzca, düşünmeden bu etkilerle hareket ederken, o sabah, birdenbire sebebin rüyalar olduğunu kavramıştı.
Rüyaları onu kontrol ediyordu.
Her gece bilinçaltından yükseliyor, düşüncelerine, duygularına sızıyorlardı sinsice. O uyurken.
Etkilerinden özgür kalabilmek adına bazen sabaha kadar uyuyamadığı rüyalar, bunu yapıyorlardı. Fark etmişti. Fark etmişti ama kaçmanın, kurtulmanın, onları silip gecelerden atmanın bir yolu yoktu.
“Ya da ben bilmiyorum” diye düşündü.
“Rüyaları kontrol edebilmek, onları yönetmek mümkün mü acaba?
Acaba, acaba ne yapılabilir?”
Yedi gün bitmeyecek gibi gelmişti ona. Sonunda işte yine Düş Hekimi’nin karşısındaydı. Bu küçük ve gerçekliği şüpheli adamın yanında olmak ona rahatlatıcı geliyordu. Bir şekilde sevmişti onu. “Geldim” dedi. “Yedi gün boyunca dediğiniz her şeyi yaptım ve buradayım.”
Doktor gözlerini, onun içine doğru yöneltti. Bakışları yine içine işlemiş zihninde geziniyordu.
“Nasılsınız?” dedi. “Rüyalarınız hala yabancınız mı?”
Yabancınız mı? Ne demek diye düşündü adam. İnsanın rüyaları ona yabancı olur mu yani?
“Bilmiyorum” diye cevapladı. “Hiç böyle düşünmemiştim. Rüyalarım nasıl yabancı olabilir ki?”
“Basit” dedi doktor, “çünkü onlar sizin rüyalarınız değil. Siz de pek çok kişi gibi bu aralar bir başkasının rüyalarını görüyorsunuz.
Teşhisime göre bu rüyalar sizin rüyalarınız değil. Bu yüzden de zorluk çekiyorsunuz. Herkes kendi rüyalarını görmeli, onun etkilerini yaşamalı ve ona göre davranmaları. Siz başkasının rüyalarını görüyorsunuz.
Rüya Satan bunu düzeltecek. Rahat olun” dedi.
Anlamamıştı. Yine de rahatlamıştı.
Kendi rüyalarını görmek…. ya da kendi rüyalarını görememek…
“Tekrar Rüya Satana gitmem gerekiyor mu?”
“Hayır” dedi doktor. “Hiç gerek yok. Size verdiği sembolller gayet yeterli; farkındasınız zaten.
Kendi sembollerinizle buluşmaya ve kendi rüyalarınızı görmeye de epey yaklaştınız.”
O gece farklı rüyalar görmedi. Gece boyu değişen bir şey olmadı. Sadece sabah olduğunda, hala rüya gördüğünün farkına vardı. Uyanıp yataktan kalkmış olması, zihnini değiştirmiyor, rüya görmeye devam ediyordu. Bilincinin o karanlık odasına doluşan hayaletlerin gölgeleri, gün boyu da peşini bırakmıyorlardı.
Gece ve gündüz, uyur ya da uyanık, bitmeyen bir rüyalar zincirinde yürüyor, yanında beliren, hiç tanımadığı bir gölge, duygularını ve davranışlarını yönetiyordu. Gün boyu yanından ayrılmıyor, akşama kadar geçen süre boyunca da giderek kararıyor, büyüyordu bu gölge.
Rüyalarında onu tümüyle ele geçiren, gündüzleri de adım adım zihnine sızan bu karanlık kimdi? Kim?
Kimdi onun rüyalarını ele geçirmek isteyen? Kimdi bu rüyalarına karışarak, hayatını bozan, yıkan, hiç istemediği bir şekle sokan?
Neden?
Son yedi gün de böyle geçmişti. Hiçbir şeyi görüp anlayamamış, sorularına cevap bulamamış, hiçbir şeye engel olamamıştı.
Rüyaları inat ediyor değişmiyorlardı. Değişen tek şey artık onlara kulak asmaması, güne etki etmelerine izin vermiyor olmasıydı. Hepsi bu.
Ev.
Evine geldi, ayaklarını uzatarak, rahat koltuğuna oturdu. Biraz dinlenmek, gevşemek, biraz bırakmak ihtiyacı vardı. Başı ağırlaşmış, bedeni gerilmiş, gücü tükenmiş hissediyordu kendini.
Evde olmak.
Anne sevgisiyle sarılıp, kundaklanmaya benziyordu. Sorumsuz, sorunsuz, korunaklı.
Bu duygulara teslim ederken kendini, rüyaları odanın loş kalan kuytu köşelerine bir sis gibi yayılmaya başlamıştı bile. Yarı uyur, yarı uyanık halde bakıyordu bu sis perdesine. İçinde hareket eden gölgeleri seçebiliyor fakat bir şey söylemek istese de sesini yükseltemiyordu.
“Gidin, gidin evimden” dedi, kendinin dahi duymakta zorlandığı bir sesle.
Gitmediler.
Uzağında duruyor, yaklaşamıyorlardı. Nerede duruyor olurlarsa olsunlar, biliyordu ki zihninin derinlerindeydiler. Dokunamıyor, seslenemiyor, içinden atamıyordu.
Uyanmaya çalıştı, uyumadığını fark etti o anda. Uyumuyordu. Rüyalar açık gözlerinden, açık zihninden geçiyorlar, evine, odasına doluyorlar ve onun algısıyla oynuyorlardı. Kıpırdanmaya çalıştı, yapamadı. Bedeni derin bir uykuda gibiydi. Gözlerini açıp kapadı. Sis perdesi açılmak yerine koyulaşıyor, sertleşip, güçleniyordu.
Etrafını sarmışlar, onu kuşatmışlardı. İçi içinde sıkışıyor, çıkamayacağı, kurtulamayacağı, bütün kapıların kapandığı bir kâbus yaşıyordu. Endişeler, korkular büyüyor, ortasında hareket edemeden kaldığı bir girdap, hızla etrafında dönüyordu.
Güçsüzlüğünün ve çaresizliğinin attığı çığlığı duymamak için, “Rüya Satan!” diye seslendi istemsizce; “Nerde bana verdiğin semboller?”
Keskin bir kahkaha çınladı o anda, duman duman yükselerek gezen rüyaların arasından. Tüyleri ürperdi.
Rüya Satan yavaş yavaş belirdi siste. Olduğundan uzun görünüyordu. Elinde, gözlerinden akan ışıkların renkleriyle parlayan koca bir satır vardı. Daha önce kadının boynuna sarılı olarak gördüğü yılan, şimdi başının üzerinde yükselmişti. Dişlerinden yeşil bir zehir püskürüyordu. Çıkardığı sesler, Rüya Satan’ın kahkahalarına karışıyor, ona başında biriken ağırlığın patlayacağı hissini veriyordu. Hiç bitmeyeceğini sandı bu giderek tizleşen sesin.
Elleri ile kulaklarını kapattı. İşe yaramıyordu.
“Al bunu” dedi kadın ve eline tutuşturdu koca satırı.
Yok olup silindi sislerin ortasında. Birden sustu her şey.
Elindeki satırla kalakalmıştı oturduğu yerde, bu ölümcül sessizlikte. Satırın parlak ve kaygan yüzeyinde yılanın zehri usulca akıyor, yeşil bir ışıltıyla parlıyordu.
Kalkmaya davrandı, olmadı. Küfretti. Küfretti ürpertisine sıkışıp kalan sesinin cılız çabasıyla. Gözlerinden yaşlar süzülüyordu.
Kalkamamıştı.
Elindeki satırı gelişi güzel sallamaya başladı. Ne olacağını bilmiyordu. Ne yaptığını da. Satır iradesini ele geçirmiş, savruluyordu.
Oluk oluk kanlar aktı. Öfkelendi, bağırdı, kıvrandı, eğildi, büküldü kanarken sis. Büküldü içinde belirmeye, bir şekle girmeye, var olmaya çalışan hayaller.
Koltuğu bir kan nehrinin içinde kalmıştı. Yoğun kan kokusu midesini bulandırdı ve kustu. Olduğu yere, oturduğu koltuğa kustu. Ağzından, burnundan, kulaklarından boşalan solucanlar, böcekler, kırkayaklar etrafa kaçışarak saklandılar. Bitkin düşmüştü, yığılıp kaldı.
Zor bir gece geçirmişti, Uyandığında ter içindeydi. Etrafına bakındı. Yavaşça kalktı yataktan. Başı döndü. Bir robot gibi, otomatik hareketlerle giyindi.
Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Hazırdı.
Baş ucundaki komodinin üzerinde duran kanlı satırı aldı, yıkadı banyo musluğunda. Kendine baktı sonra, aynadan yansıyan gözlerine baktı. İncecik bir sıvı, gökkuşağının renklerinde pırıldayarak aktı gözlerinde.
Gülümsedi.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.