SEDEF KAKMALI SANTUR FOTO
Derya Erkenci

SEDEF KAKMALI SANTUR

Rüyamda, yattığım bakımsız somyanın üzerinde havada gezinen ve yüzünde çizilmiş bir türlü rahat durmayan resim, bazen bir peri kızına bazen de çizgi roman kahramanı boynuzlu Kinova’ya doğru evirilen meleği sinek kovar gibi kovalamaya çalışmış olmalıyım. Uykudaki ruhumu hiç dinlemeden başına buyruk hareket eden robot kolum, başucumdaki kubbemsi sürahiyi devirdi ve tuzla buz olma sesine hiç benzemeyen bu tuhaf şangırtının iç sesiyle uyandım. Uykunun yalnızlığı, telafisi mümkün bir ölümdür. Orada bile bir arkadaş aradım.

 

Dostlar, büyük ve ışıltılı bir otelin resepsiyonunda asılı duran, bordo renkli kadife anahtarlıkta yan yana dizili anahtarlar gibi. Kurgu odalarının kapılarını yakından tanıdığımız o insanlar açar. Muhabbet üzerine düşündükçe, kaçınılmaz bir şekilde ihtiyar heyeti tarafından bilhassa özensizce düzenlenmiş, yarı resmi belgelerin getirdiği buhrana benzer sabırsızlıklarla terliyor yapılar. Susamış ıhlamur ağaçları, öğle tatiline çıkan, rüyalarını asla anımsayamayan insanların iç çamaşırlarında çimlenen manasız sızıyı bir nebze gölgeliyor. Her yere dolan, kaskatı donan genel suskunluk, arzın merkezini düşündürten volkanik mevzular gibi hayatın arasına sıkışıyor.
Bahriye grisi damarların işgal ettiği bembeyaz narin bileklerine şeftali suyu kokusu sinmiş kızların kıvırcık saçlarında inşaat kalaslarıyla sörf yapan periler, deliler ve hatta bazı gemiler, bana kafasında yarattığı görüntüleri çözümlemekten yorulmuş biriymişim gibi davrandıkça, gerçekten sevilmesi gereken şeylerin neler olduğuna ilişkin, keskin ve her durumda yanlış alınacak kararları okumakta güçlük çekiyorum. Deniyorum, her deneyişimde af diliyorum. Yapıyorsun yapıyorsun özür diliyorsun diyor mavi. Kırmızı, hatıraları tercih edip beni terk eden yağlı bir boya. Lav gibi eriyip damarlarımda geziniyor, silikon tabanlı yeni nesil gayya kuyusunda.
Hep yaptığım gibi, bir nevi kendimi hedef gösteriyorum cemiyete. Biliyorum; alnımın orta yerinden, bayramlarda ılık kurban kanı sürüle sürüle yer etmiş kör üçüncü gözümden vuracaklar beni. Arkamdan serseri diyen yaşlılar, adam yerine koymaya başlayacak. Her buhranda başvurduğum gibi babamın bıyığından bırakacağım belki de. Allahtan göğüs kafesimi doldurabiliyorum suçluluk duygusuyla her nefeste. Sürekli boğazımı sıkıyorum; bu kabahatlilik hali beni sarsak ve kekeme etmekte.
Anarşi yaratmaya başlayan kaşlarımı ve ense tıraşımdan dökülerek sırtıma saplanıp yeni bir hayat arayışına çıkan kırılmış saçları yoldum. Bütün dişlerimi söktüm, ölü bir futbol hakeminden yadigâr kerpetenle. Ödünç alınıp geri verilmemiş yan keskiyle ses tellerimi kestim. Pencere denizliğinden aşağıya sarkıttım telleri, hardal gazı mağduru konuşma engelliler, sedef kakmalı bir santura gerip akort etsinler diye.
Hep acıdım işkencecilerime. Yorulduklarında kollarıma girip patlayan tabanlarım üzerinde, kaba pösteki tuzu dökülmüş su birikintilerinde yürüttüler beni. Dalgalanan sudan şavkıyan hilal, döviz bürolarının sayısal çehrelerini yaladı. Çocukların hiç fark ettirmeden masumiyetlerini bu kadar çabuk yitirebilmelerine şaşırdım. Karpit parçacıkları doldurup boğazıma, üzerine bol su içtim. Dışarı açılan bütün deliklerimi diktim, Balkan kaçkını dedemin paslı çuvaldızı ile.
Kendimi hırpaladıkça bir şeyler kaybediyorum. Yitirdiklerimiz tıpkı kuş ölümleri gibi. Bir sürü ölüyorlar ama cenazelerin hangi musalla taşından kaldırıldığını hiç bilemiyorsunuz. Yani ben kendimi bir insandan çok sağa sola hareket etme ihtimali taşımayan bir ağaca benzetiyorum şimdi. Yürümenin çocuksu erdemini deneyimleyemiyorum. Sürekli dimdik durmak ve rüzgârdan eğilmemek kaygısıyla doluyum. Köklerimin derinliği gittikçe artarken, evdeki yeri benim yerim gibi hiç değişmeyen bulanık aynaya bakıyorum.
Koridorlara terkedilmiş portmanto çekmecelerinde unutularak çimlendirilmeye çalışılan teberru makbuzları gibi, ilköğretim karnelerimiz de kirlenmiştir. Şunu gönül ferahlığıyla söyleyebilirim ki çok şükür geçmişte kalan ölü gençliğimiz, düş kaynaklı güçler tarafından dejenere edilmiştir. Kendi kendini yozlaştırmak ise apayrı bir özveriyi ve dengeli bir zanaatkarlığı ortamında barındıran havai mavi tahterevallidir.
Eskişehir işi tuğlalı sobaların arkalarında, haşlanmış yumurta ve kırık pirinç taneleriyle perşembe pazarından yaygarayla satın alınıp toz nalbur boyasıyla boyanmış masum civcivler beslenen evlerin hazin kokularını içimize çekerek büyüdüğümüzden, cesaret içermeyen sancılı bir nefretle bakarız televizyondaki savaş sanatı tekniklerine. Karanlık bir dışkı çukurunun içinde, ailecek kaç kere napalm ile yakıldığımızı unutmuşuzdur.
Önceden üzerinde çalışıldığı belli olan bir gülümsemeyle, üstelik sırf televizyonda sunuluyor diye, kertenkeleliklerini parlak insan suretleriyle örten hain ziyaretçilerin istila planlarına safça maruz kaldık. Hepimiz karaktersiz casuslar olduğumuz için birbirimizin yüzüne hala arsızca bakabiliyoruz ne güzel. Benim biricik aşkım yok etmek. Her şeyi dümdüz edeyim diyorum. Üzerime yığılmış bütün eski pencereleri açıp henüz hiç kapanmamış kapılarınızı acımasızca mühürlemek istiyorum.
Kalbi kırılan adamlar, ne kadar da kaypaklar. Çabuk vazgeçeceklerini bildikleri halde kadınsı hayaller kuruyorlar. İnsanlığın yaradılıştan gelen zaaflarını öldürmek için yine kadınları kurcalarlar. Az düşünmeye çabalarlar mümkün mertebe. Anlamaya başladıklarını hissettikleri anda oradan uzaklaşırlar. Zaman karşısında yaraların derinliği manasızlaşıyor. Bir düşünce değil ki zaman, sınırlarıyla var oluyor. Topu topu yetmiş tane bilinçli yaz yaşanıyor bir ömürde. Yetmiş kere vapur bileti alınıyordu acenteden. Yetmiş kar özlemli kış, yetmiş adet dip köşe bahar temizliği, yetmiş tane tirsi mevsimi.
Eğer doğurmak üzere yaratılmış olsaydım, bana sonsuz haz veren bu duygular dimağımda belirgin bir manaya otururdu. Kendimi başkalarının yerine koyup düşünebilme yetisinden öte hiç bir olasılık barındırmayan, imkânsız, beyhude bir annelik duygusunun, kadınlara karşı arzuyla dolu bir erkek bünyesindeki şu garip tezahürünün anlamı nedir? Bu hâllenmelerin şifresi yalnızca şefkat ve vicdan üzerine düşünülerek çözülebilir midir? Anneannem öldü, sorularımı işitemiyor. Sabah ezanı okunurken -nurla gizlenmiş bir günah gibi bembeyaz- divanda tespih çekiyor. Düşlerimde, dedemin yasını tutuyor.
“Andız ağacı” diyor adam kararmış tespihi göstererek, “Çektikçe siyahlaşacak böyle”. Sanki dünyanın devimini anlatır gibiydi. Ak saçları sigara dumanından sararmış tespihçinin öğüdünü tutarak andızı bileğime taktım. Ahşabın kadirşinas kuvvetini hissederek yürüdüm bedenimde. Neticede tespih de bir nevi devran gibidir. Tespih çekmek, kendi küçük dünyanı kat etmektir. Her yolculuğun sonunda başladığın yere gelirsin.

 

 

Yazarımızın  diğer yazılarına  buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Diğer deneme yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazımızı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir