slide_1bw
Seyhan Aslan Hanotte

ARSHILE GORKY'NİN ANNESİNİN ELLERİ

“Bir şey bittiği zaman ölmüş demektir. Ben sonsuzluğa inanırım. Hiçbir zaman bir resmi tamamlamam.” 

Bu sözler Ermeni asıllı soyut dışavurumcu ressam Arshile Gorky’e ait. 1915 olaylarından kaçarak gittikleri Erivan’da çok zor şartlar altında ve yiyecek kıtlığının tam ortasında yaşamaya çalışırken annesi bir gün başını on beş yaşındaki oğlunun kucağına dayar ve bir daha da kaldıramaz. Ölmüştür kadın. Beslenememekten, açlıktan.

Sonradan ikisinin bir fotoğrafından esinlenerek yaptığı resimde annesinin ellerini bitirmemiştir. Bilerek yapmıştır bunu. Tablosundaki bu bitirilmemiş anne elleriyle çok sevdiği annesini sonsuza kadar yaşatmak istemiştir belki de. Çünkü dediği gibi, bir şey bittiği zaman ölmüştür.
Gorky’nin hayat hikâyesini ve bu sözlerini okuduğumda, hislerimin açtığı bir zaman tünelinden 2016 senesinin aralık ayına yürürken buldum kendimi.  Tünelin sonuna vardığımda önüme açılan kadrajda hastaneden bir sahne. Annem ve ben.
Annem yoğun bakımda. Komada. Yer yer morarmış eli başımın üstünde.
Hayır, o koymamıştı. Koyamayacaktı. Bize, üç insana ayrı ayrı dünyalar kurduğu elleri suskundu artık. Onu beklerken, artık kımıldatamadığı elini alıp başımın üstüne koymuştum. Arshile Gorky nasıl ki tablosunda annesinin ellerini yarım bırakmışsa ben de kendimce çare arıyordum bitmemesi için. Yıllarca avucuna sığdırdığı ne varsa ellerinin içinde, başımın üstünden akıp ruhumu yıkasın ve her bir hücremde kalabildikleri en canlı halleriyle kalsın istiyordum.
Öyle bir kalsın ki bedenen artık var olmayacak annemin çocuğu olarak kalabileyim ben de. Ömrümün bitimine kadar.
İçgüdüsel bir şeydi bu. Bilinçsizce bilinen bir şey; her türlü hissin aşiyanı olan o eller, bir gün nesnel olarak var olmadıklarında bile duyumlarımızda yaşar çünkü. Yaşarlar çünkü bir el, cisim varlığının ötesinde daha derin bir varoluşu da barındırır. Katman katman anlamlar sızmıştır çizgilerinin her birinin içine. Bu yüzdendir ki insanın en güçlü hafızası ellerdedir. Hele ki bu eller bir anne eliyse kendi vücudundan var ettiği insanın fiziksel acısının dışındaki, ruhundaki yaralara dair acıları da tek tek kaydetmiştir belleğine. Bunun için işte en çok anne elleri teselli edebilir insanı. Alır, tiril tiril turkuaz mavisi bir suda bir güzel çitileyip paklar sancılı tinlerimizi.
Anne ile bebeğin doğumdan ve birbirlerini ilk görme anlarından itibaren iki beden arasındaki sınırlar yavaş yavaş uzaklaşır.
Önceleri zahirî sonraları ise batini bir göbek bağıyla bağlı bu iki insan doğum sonrasında birbirileriyle en çok ellerle iletişim kurarlar. Anne çocuğu emzirir, kundaklar, bezini değiştirir, elinden tutar, yemekler yapar, sarar sarmalar bu ellerle. Uzaktan da yapar bunu. Arar, sorar ve hatta dokunur. Gerektiğinde on parmağından sığınak bile yapar çocuğuna.
Maxim Gorky’nin Ana romanının anne kahramanı Pelageya Nilovna gibi. 
Oğluna olan sevgisi öyle yoğundur ki Pelageya’nın, etrafındaki olan biteni ve herkesi bu sevgiyi temel alarak yorumlar. Ananın sevgisini metaforik olarak duygu yüklü eller olarak düşünürsek; oğlu bu ellerin üzerinde, bu ellerden güç alarak devrim yolunda savaşır. Keza annesi de oğlunun siyasi mücadelesine bizzat katılır, destek olur, aktif olarak çalışır.
Siyasi mücadeledeki analardan bahsedince ister istemez bizim ülkemizdeki Cumartesi Anneleri ve Galatasaray’da çocuklarının fotoğraflarını tutan elleri geliyor akla.
Kaybedilmiş çocuklarını ararken sayısız kere gözaltına alınmış, gaz bombalarına maruz kalmış analar. Onlar da isterdi, sembolik mezara dönüşmüş olan Galatasaray’da beklemektense çocuklarının gerçek mezarlarında beklesinler. Tabii darbenin dokuz generalini yargılatmayı başaran Arjantinli anneler gibi kayıplardan mesul olanların, yani suçlu olanların suçlu bulunmalarıydı esas gönüllerindeki ama işte bir mezara da razıydılar. Şu dertli elleriyle taşlarını okşayabilecekleri bir mezar. Ama bırakın mezarı Uluslararası Af Örgütü’nün her kayıp adına bir ağaç dikerek oluşturduğu Kayıplar Ormanı’nındaki ağaçları sulamalarına bile izin verilmemiştir. Polis Emine Ocak’ın oğlu adına dikilmiş ağacı sularken, elindeki şişeyi alıp karakola götürmüştür onları. Ve annelerin elleri yine boş kalmıştır.
Bazen bir şeyin altını çizebilmek, vurgusunu tam yapabilmek için tam tersi olan durumlardan da dem vurmak gerek.
Misal; güçlü, yapıcı, kollayıcı, şefkatli hislerin mekân edinmediği, bunların yerine olumsuz hislerin çocuğa aktığı anne ellerinin yaptığı yıkım belki de bu anlamda anne sevgisinin ruh ve beden sağlığı için ne denli önemli olduğunu daha da derinden duyumsatabilir. Çocuğunu başka bir insan olarak değil de kendi vücudunun bir ürünü, istediği gibi manipüle edebileceği, ruhtan yoksun, kas, sinir ve kemikten ibaret gören, hükmünü çocuğunun üzerinden eksik etmeyen annelerin yaptığı yıkımdır bu.  Öyle ki bu anneler hükmetmeye izin verilmediği zaman merhametsiz olabilecek denli yanlış annelik yaparlar. Bu bağlamda bırakın güzel duygularının aktığı, zulme dayalı bir yetiştirmenin aracı olan anne elleri söz konusudur.
Şair Rimbaud keskin bir örnektir bu konuda.
Terk eden bir koca yüzünden beş çocukla tek başına kalan ve belki de hayattaki zorluklarla baş etmeyi çocuklarına karşı çok sert davranmakta arayan bir anne. Sık sık evden kaçan ve sonunda derin duygusal boşluğunu uyuşturucu ile doldurmaya çalışan Rimbaud’nın asıl kaçtığı, sürekli parmak sallayan, sallamadığı zaman ise tehditkâr bir tutuşla ne yapılması ya da yapılmaması gerektiğini gösteren bir anne eli ve onun yıkıcı etkisidir.
Oysa güven verici bir anne elinin yarattığı sıcacık bir dünyaya kıvrılarak ısınmayı kim istemez.
Rimbaud gibi bu şansa sahip olmayanlar, rahimden zamanından önce ayrılmış bir embriyo çaresizliği içindedirler hep. Bu çaresizliğe benim bizzat tanık olduğum bir örnekte; annenin sevgisini esirgemesinin yanı sıra bir de çocuklardan biri onun elinin yani hükmünün altından çıkmak istediğinde, diğer çocuğunu asi çocuğunun önüne asker gibi dikmesiydi. Bu durum sevgisizlik hissini iki kat çoğaltıyordu gördüğüm kadarıyla.
Herhangi bir nedenle annelerinin şefkat göstermeyi reddettiği çocuklar ömür boyu içi boş fakat dibi delik bir kutuyu doldurmak istercesine diğer insanlarda ararlar bu şefkati. Telafi edilemeyecek bir şey telafi edilsin diye boşa sallanan kürekler. Çoğu hiç tatmadıkları ama insan varoluşunda kendiliğinden mevcut olan bu sevilme hissinin yokluğunu, adlandıramadıkları bir varoluşsal bunalımla dindirmeye çalışır. Kimisi sanatla, kimisi uyuşturucuyla, kimisi yemekle, kimisi de şiddetle.
“Koparılması mümkün olmayan tek bağ anne ile evlat arasındaki bağdır” demiştir ya Sokrates.
Gerçekten de insanın kara kutusudur annesi ve onunla ilişkisi, yaşadıkları. İyi, kötü hangi düzlemde olursa olsun. Rahmin içinde geçirdiği zamandan başlayarak (rahimden çıktıktan sonra bir daha annesini görmeyeceklerin bile) alt benliğinde gizli gölgeler şeklinde kalır anneye dair izler.
İnsan davranışlarını gözlemlemek açısından ilginç olan lunaparklarda bu izlere dair ipuçlarını görebiliriz. Cesaret gösteren çocukların annelerinden buna dair bir şeyler duymak ya da küçük çocukların eğlenme duygusunun hemen bitişiğindeki kaygı hissiyle annelerin bakışlarından yardım alma isteği.  Henüz tanımadıkları, ötesini bilmedikleri, yabancı, netameli bu dünya, çevrelerini saran bir plazmadır henüz onlar için. Bu plazma içine her an gömülüp oradan bir daha da çıkamama hissinin tek panzehri ise tutunacakları anne eli. O el, her yerden bir hamlede çekip kurtarabilir çocukları. Ama yoksa. Çocuk elini uzatır da boş kalırsa…
Annemi kaybettiğimin ikinci haftasında, bir gece avucunun içiyle bastıra bastıra saçımı okşadığını hissetmiştim.
Sıçrayarak uyanıp elimi başımın üstüne götürmüştüm. Annemin elinin sıcaklığı hâlâ oradaydı. Komadan önceki gün düşmüştü aklıma ister istemez. İyice semirmiş kanser hücreleriyle annemin bedeni artık onun himayesinde değildi.  Hareket edemiyordu. Hastabakıcılar çarşaflarını değiştirmek için görkemli ama canı çıktı çıkacak bedenini çaresiz döndürüyorlar, büküyorlar, itiyorlardı.  Elleri savruluyordu annemin istemsizce. “Çık” demişti bana. ‘Son’un eşiğindeyken bile beni, çocuğunu düşünmüştü. Onu o halde görmemin bende yapacağı hasarı o anda bile hesaplayıp… Beni düşünmüştü; bütün ömrünce yaptığı gibi.
İyi ki alıp koymuştum elini başımın üstüne. İyi ki.
Ne demişti ressam Arshile Gorky:
“Resim yaptığım zaman sık sık kendime öyküler anlatırım. Yaptığım resimle alakası olmayan öyküler. Annemin uzun önlüğüne yüzümü kapatıp gözlerimi yumduğumda pek çok öykü dinlerdim ondan. Portresinde gördüğümüz gibi uzun beyaz bir önlüğü vardı. Bir de işlemeli önlüğü. Anlattığı öyküler ve önlüğündeki işlemeler kafamda sık sık birbirine karışırdı. Tüm hayatım boyunca annemin anlattığı öyküler ve önlüğündeki işlemeler belleğime resim olarak sökün etmiştir.”
İşte annesi hep anlatsın diye öyküleri, tablodaki elleri yarımdır.
Biz şefkatli bir annenin gölgesinde büyüyen şanslı çocuklar, dinlemeyi bilirsek daha çok öykü dinleriz annelerimizin ellerinden. Artık gerçekten başımızın üstünde olmasalar bile…

Diğer deneme yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazımızı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir