Yaşamak Kaygısı

 

Sabah vizitesinde koğuşları dolaşan nöbetçi doktoru, Hasan oğlu İlyas’ın tabelasına bakarken;

-Bugün, seni taburcu ediyorum, dedi

Hasan oğlu İlyas, ağlar gibi yalvardı:

– Doktor, daha birkaç gün yatamaz mıyım?

Nöbetçi doktoru, taburcu edilecek hastanın iç sızısını duymuyor değildi; fakat iş düzeni yüzünden kaygı etmiyor görünüyordu.

-Artık İyileştin, bir şeyin kalmadı. Seni nasıl yatırırım? Sıra bekleyen o kadar hastalar var… Ağır hastalar açıkta kalırsa sağlamlara yatak verilir mi?

İlyas, göz pınarlarına dolan yaşları, yenlerine içiriyordu:

– Çok değil doktor, bir iki gün daha… Bak bir deri, bir kemiğim. İyi toparlanamadım, ayağa kalktığım, fazla yürüdüğüm zaman ek yerlerini tutmuyor, dizlerim kesiliyor. Gözlerim kararıyor.

-On beş gündür yatmaya alıştın da ondan… Hele bir yürü, çabucak açılırsın… Bugün öğle yemeğini de yer çıkar gidersin.

– Nereye?

– Artık onun orası, senin bileceğin şey…

Nöbetçi doktoru, hasta bakıcı ile birlikte yürüyüvermişti.

On beş gündür, içinde yatıp ısındığı yatak, Hasanoğlu İlyas’ın vücudunu üşütmeye başlamıştı. Temiz beyaz çarşaflar, yastık yüzleri, o ana kadar Hasan oğlu İlyas’a ılık kumru göğsü gibi geliyordu; doktorun bu kati emri, bu ılık beyazlığı kar tipisine çevirmişti. Artık bu ılık yatak, bu ılık koğuş, ona yabancıydı; birkaç saat sonra eski, yamalı, yırtık çaputlarını giydirecekler, içi boş dağarcığı sırtına vurup sopasını eline verecekler,

– Haydi, çık bakalım! diyeceklerdi.

Peki, nereye gidecekti? Hastaneye girmeden evvel işsizdi. Şimdi bu titrek halinde ne yapar, ne iş tutardı, iş bulabilecek, bulsa da çalışabilecek miydi? Bu çok su götürürdü…  Kanı canı çekilmiş, eti, derisi, kemiği kurumuş, erimişti. Bu sarsak et ve kemik külçesi, zora ne kadar dayanırdı.

Demek yine aç, çıplak sürünecekti!

Pencereden baktı. Kara bulutlar, gökyüzünü sıvama kaplamıştı; karayel, demir çerçeveli camları sarsıyordu.

Hasan oğlu İlyas yatağa uzanmak, yorganı başına çekmek istedi. İki üç saatlik dinlenme, ısınma neye yarayacaktı? Ellerini, derilerini, kemiklerini ılıklığa, sıcaklığa, gevşekliği değil soğuğa, karayele boğuşmaya, didinmeye alıştırmalıydı.

İçi katılacak gibi ürperiyor, dişleri birbirine çarpıyordu. Hasanoğlu İlyas, kaloriferi yanan hastane koğuşunda değil, karlı buzlu bir tepede oturuyorum sanıyordu.

Sol köşede yatan hasta,  İlyas’a Seslendi

– Darısı başımıza… Sen, bugün taburcusun ha!

Hasanoğlu İlyas, cevap vermek istedi, Fakat Boğazı tıkanmıştı, acı acı sırıttı.

Öbür hastalar da Hasan oğlu İlyas’a takılıyorlardı. Hasan oğlu İlyas ıspazmoz nöbetleri içinde kıvrana kıvrana taburcu edileceği saati bekledi. Yalnız gözleri, ikide bir pencereye kayıyor, kara koyun sürüleri gibi şimalden cenuba akın eden bulut kümelerine bakıyordu. Yağmur, her serpintisi r avuç iğne ucu gibi dağılıp savuracak bir kış yağmuru, başlamak üzereydi.

Hastabakıcı

-Hasan oğlu İlyas…  Gel bakalım, dedi.

İlyas etüve konan, eski, buruşuk çaputlarını sırtına geçirdi, boş dağarcığını omuzladı, sopası elinde, hastanenin kapısında ağır ağır çıktı.

O dakikaya kadar hiçbir şey söylememiş, şikâyet etmemişti. Lakin Sokakta bir iki adım atınca dizleri bükülüverdi; kendi kendine zorla edinmeye çabaladığı bütün dinçliği kırılmış, ezilmiş, tükenivermişti. Kaldırımın kenarına çöktü.

Vakitsiz basan akşam karanlığı içinde, hastane koğuşlarının Işık dolu pencereleri, göz ısıtan güneş kızıllığı gibi parlıyordu. Yağmur ince ince çiseliyordu.

Hasan oğlu İlyas, içini çekti.  Hastanede akşam yemeği zamanı yaklaşmaktaydı. Bu gece hoşaf da verilirdi.

Fakat o sıcak çorbadan vazgeçmişti, kuru ekmeği istekle dişleyip kemirecekti.  Yalnız sıcak bir dam altı bulabilseydi!.

Keşke hastaneye girmeseydi, keşke doktorlar onu göğsünden itip alma saydılar…  Şimdi rahata alışmıştı…

On beş gün…  On beş günlük rahat,  onun bütün hayati kuvvetini, dinçliğini kırmış, yıkmıştı.

Sokakta çamurlu kaldırımın üzerinde, ıslak aç bir köpek gibi de beni de bedeni geberecek miydi? Önünden kan gözlü bir otomobil, bir şimşek hızı ile geçmişti. Hasanoğlu İlyas’ın gözleri otomobilin kanlı gözlerinden daha fazla parladı. Ufacık bir kaza geçirirse,  onu hemen hastaneye alırlardı… Bir kolu, bir bacağı sakat da olsa ne olurdu? Ölmezdi ya!… Yaşayan o kadar çolaklar, topallar kötü ölümler vardı. O ölmek istemiyordu, ölmekten korkuyordu…

Dağarcığını omuzladı, sopasını eline aldı. Son bir davranışla ayağa kalktı, yolun ortasına gidip oturdu. Bir otomobil geçerken, kaçıyor gibi yapacak, kendini çarptıracaktı!…

Taburcu edildiğinden iki saat sonra, hastanenin kapısını Hasan oğlu İlyas için tekrar açtılar. Fakat bu sefer giren, Hasan oğlu İlyas değil, onun ezik, parçalanmış cesediydi.

Hasan oğlu İlyas’ı “yaşamak kaygısı” öldürmüştü!

 

Mahmut Yesari/ YAKACIK MEKTUPLARI

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir