????????????????????????????????????
Fatih Altınbeyaz

 

ASKININ UCUNDA

Siz hiç ilkokuldan sonra ana, babanız tarafından, acımasızca yatılı okula gönderildiniz mi? Dişleyici akşamlar, ruhunuzu yontarak şehrin üstüne ve yüreğinize çöktüğünde, demir kapılar abullabutça yüzünüze kapandı mı? Sarsak hareketlerle sıraya girip çukur tencerelerden metal tabaklarda yavan yemekler alırken, mutlulukla sofra başına oturan aile hayali kurdunuz mu?

 Ah! Her şey nasıl zordur, sinsice takılıp kalır ve ne denli ıstırap verir insana. En rencide eden de gündüzlü öğrenciler, ikindiüstü güle şakalaşa evlerine, anne, baba ve kardeşlerinin yanlarına giderken yatılı kalanlar, teneke, pas, kimsesizlik ve çorap kokusu içinde pansiyona çıkarlar; kendilerinden, futbolculardan ve kızlardan başka bir şey düşünmeyen sivilceli suratlı büyüklerle baş başa kalırlar. İşte Rıfat da hayatın zalim yüzüyle çok erken karşılaşmış bu talihsizlerdendi.
Seneler sonra eski havasını, kalabalığını yitirmiş Köprübaşı Kahvehanesi’nin yanından geçiyordu. Anayurt Oteli adlı filmde, Zebercet’in sonuna kadar gitmeyi kafasına koyarak, nahifçe içi parçalanarak horoz dövüşü seyretmesi, kırçıllı horozun kendinden geçerek yönünü diğer tarafa dönüp yenildiğini ilan etmesi, okul çıkışı öğrenci kalabalığı, yatakhanenin pencere kenarlarında, uzak köylerin titreyen ışıklarına, sokak lambasının aydınlattığı noktaya düşen yağmur damlalarına bakarak sılasına özlem duyması, elbise askılarıyla kurduğu o manevi bağ ve gece yarılarına kadar Doğan Şar’ın yoluna bakması ayrı ayrı gözünün önündeydi.
Okulun ilk günü köprünün üstünde, kendisi kabul etmek istemese de hafiften yaşlanmaya başlamış biricik dedesine araba çarpıyordu. Aracın şoför mahallinde bulunan meymenetsiz kadın, şehir içinde sürat yapmalarını örtbas ettirmek için el hareketleri yaparak koskoca adama bağırmıştı yolun ortasında. Parasız yatılı sınavını kazanamadığı yetmemiş gibi felçli buzağıyı bir başına bırakmıştı. Kendisi yokken asabı bozuk babasının buzağıyı mezbahaya vereceğini düşününce yüreği ağzına geliyordu. Isrardan bıktırarak dedesinin ağzından söz almıştı.
“Tamam oğlum, sen hiç tasalanma, buzağıya gözüm gibi bakacağım.”
Boydan dolapların kapılarından çıkan madeni sesler iç gıcıklıyor, can sıkıyor, keder veriyordu. Okul üniformalarını değiştiren çocukların atletlerinden ter ve kir kokuları yayılıyordu etrafa. Biraz daha üst sınıftakiler baksırlarla, paçalı donlarla ortalıkta gezme rahatlığına sahiplerdi. Birbirlerine arsızca pandik atıp küfürle karışık sulanıp kaçarken orta bire yeni gelmiş, kenara çekilmeyi başaramayanlara çarpıp zavallıları düşürüyorlardı. Hele lise son sınıflar, eski hükümlüler gibi saygı ve itibar görüyorlardı; onlar heybetle yürürken koridordaki insan kalabalığı kendiliğinden açılıyordu.
Bıkkınlıkla etrafına bakan Rıfat, eşyalarını tıkıp dolabının kapısını kapattı, parmakları acıyıncaya kadar tuvalet duvarını yumrukladı. Biraz kırgın olduğu annesini, kardeşlerini, dedesini ve yatalak buzağıyı kafaya taktı. Hâlâ anlamıyordu. Nasıl olmuştu? Bazı insanlara nüzul geliyordu, bir hayvanın kötürüm kalmasını ilk defa görmüştü. Baytar Efendi de sağlıklı bir açıklama yapmamıştı.
“Hadi oğlum içine mi düştün lan?” diye kapı ikinci kez vurulunca, çıkıp lavaboda elini yüzünü yıkadı, koğuşuna gitti. Alt kattaki yatağına uzandı. Pazartesi pazarı dağılıyor, dağ köylerinden gelenler Willys ciplerle, Dodge, Fargo kamyonetlerle evlerine dönüyorlardı. Yaşam kendi seyrinde özgürce ne hoş akıyordu. Karnı ağrıdı, nefes almakta zorlanıyordu. Sanrılar eşliğinde canından geçer gibi oldu. Sıçrayarak uyandığında herkes koridorda toplanmış, isimler okunuyordu. İçine bir sevinç yayıldı; lise ikinci sınıfta okuyan Doğan Şar ile aynı koğuşa düşmüşlerdi. Aralarındaki yaş farkına rağmen sapanla kuş avlamaya gittikleri, tüfekle arı kuşu peşinde koştukları, öğlen sıcaklarında zenginlerin asmalıklarından kardinal üzümü çaldıkları ağabeyi onu bu çatı altında koruyup kollayacaktı.
Derslerini asan, ortalıkta pek görünmeyen Doğan Şar geç vakit geldi “Vay kardeşim, ne haber?” diyerek sarıldı. Hâl hatır sorma faslından sonra Rıfat’ı, Ersan Sarıdayı’ya emanet etti ilkin.
“Akrabam olur. Dedesi köyümüzün gözünü açan insandır. Dikkat et, ezmesinler çocuğu.”
Rıfat heyecanlandı, mırıldanarak, ağlamaklı ağlamaklı gezdiği için kendisini kınayan, küçümseyen sınıf arkadaşlarına göz ucuyla, büyüklenerek baktı. Bir boşluğu doldurur gibi kafası karışık, Doğan Şar ile ortak dostlardan, köyler arası voleybol maçlarından, boğa güreşlerinden ve incirlerin bu yılki kalitesinden konuştular.
Ama Doğan Şar hep gece yarıları geliyordu yatakhaneye. Hangi öğretmen nöbetçi olursa olsun açık bir pencereden, renk renk, desen desen bir yığın askı ile pansiyona girmeyi başarıyordu. Rıfat ilk günlerde kendisine gelen hediyeleri garipsemedi. Çünkü kıyafetlerini bunlar sayesinde dolabına güzelce istifledi, bazan şişinerek abanozları arkadaşlarına hediye etti. Fakat bu kadarla kalmıyordu. Adamın elbise askılarına karşı ayrı bir sevgisi, ilgisi vardı. Çelik, plastik, antik bakır veya tel…
“Sayın ağabey, bu kadar askıyı ne yapacaksın?”
“Öyle deme. Bu iş çok mühim bir meseledir oğlum, askıların hayatın içinde görevleri vardır, her şeyden önce elbiselerimizin kırışmasını engeller” dedi Doğan Şar ciddi bir yüz ifadesi takınarak.
Rıfat gülmesini zor tuttu. “Hadi ya, bak ben bunu hiç bilmiyordum” diyecekti az kalsın. Ertesi gün kendisine sataşan Allum Buker lakaplı çocuğun üzerine kalın bir demirle yürüdü, çocuk yelkenleri suya indirince askının ne kadar mühim bir mesele olduğunu o zaman daha iyi anladı.
Birkaç gün geçtikten sonra yaşına göre fazladan olgun Ersan Sarıdayı, Rıfat’ın yanına sıkıntıyla geldi. Cüce Şaban Hoca’dan, kara büyüden, muskalardan, Köprübaşı Kahvehanesi’nden, Hint horozlarından, polis baskınlarından bahsettikten sonra daha sarih hadiselere adım attı. O kadar dil dökmesine rağmen Doğan Şar’ın yazılı sınavlara girmediğinden, işi sıkı tutan öğretmenlerden dolayı onu sınıfta idare edemediğinden ve böyle giderse kendisine yazık edeceğinden dem vuruyordu.
Doğan Şar ya karanlık bir örgüte katılmıştı ya da aşırı bir tarikatın peşinden gidiyor, yakın arkadaşları, ailesi dâhil kimseyi dinlemiyordu. Üstelik uzun süredir bir cinsilâtifi seviyordu ancak kızdan karşılık alamıyordu. Bu sefer farklı yollara sapmış, cüce Şaban Hoca’dan öğrendiği bir duayı okuduğu suyu içtikten sonra kızı kendisine körkütük âşık etmişti. Nakledildiğine göre artık kız onun peşinden ayrılmıyor, göz hapsinde tutuyor, hatta cılkını çıkarıp hayatını çekilmez hâle getiriyordu.
Günler geçiyor, orta birinci sınıfa giden Rıfat yatılıya alışamıyor, memleketine hasret duymaya devam ediyordu. Dersler bittikten sonra pansiyonun son giriş saatine kadar şehrin içinde koşturuyor ve köyden birisini görebilir miyim diye can atıyordu. Hayvan pazarına koyun satmaya gelmiş, her lafıyla insanı sarakaya alıp canını sıkan uzak bir akraba, serserilik yapıp gazinolarda, barlarda babasının parasını yemekten başka amacı olmayan, sürekli Hüseyin Altın şarkıları dinleyen başka biri, sesini duyurup arabesk kaset çıkarmak için İstanbul, Unkapanı’ndaki yapımcılara çok para döküp babasının incir bahçelerinin defterini düren bir diğeri Rıfat’ın en yakın ahbabı oluyor, onlarla doğup büyüdüğü yerlerden, köyde yaşanan gelişmelerden, yerel seçimlere neredeyse bir yıl olmasına rağmen her gün yenisi çıkan muhtar adaylarından konuşmak bir nebze olsun yüreğine su serpiyordu.
İşler yolunda gitmeyip çarşıda tanıdık kimseyi bulamadığı zamanlar, sövüp sayarak pansiyona geliyor, üstünü başını değiştiriyor, kıyafetlerini envaiçeşit askıya asıyor, etüt salonuna geçip verilen ödevleri yapıyor, didaktik şiirler yazıyor, roman okuyor ve Doğan Şar’ı beklemeye koyuluyordu. Oysa bu genç adam, melodram bir Yeşilçam filminin karizmatik artisti gibiydi; akşam yemeklerine, çalışma saatlerine ve yatma vakitlerine katılmadıkça daha da merak uyandırıyordu.
Gün gün acıyla büyüyen Rıfat, felçli buzağı için dua ederek yorganı çekip hıçkırarak uyuyup kalıyordu. Rüyalarında bir sürü büyükbaş hayvana bakmaktan bıkmış babası; haşarı inekleri, aksi, kara eşeği, Dasti adlı, kıstırdığında tavuk yiyen kahverengi köpeği küreğin sapıyla dövüyordu. Sonrasında sıra buzağıya geliyordu; diğerleri gibi kalkıp yürümüyor, iki de bir baytar parası verdiriyor diye ona da kafa göz saldırıyordu. Rıfat yüreği ağzında, dedesinden öğrendiği duaları okumaya çalışıyordu.
 “Yemliha, Mekselina, Mislina, Mernus, Debernuş, Şazenuş, Kefeştatayyuş, Kıtmir Kıtmir… Pis su birikintilerinden, ıssız yerlerden, merdiven altlarından, gök gözlerden, kem dillerden, fesat nazarlarından, kalbi taş kesilmiş, şefkat yoksunlarından uzak olalım yarabbi. Âmin Allah’ım âmin.”
Sabah, ranzasının yanında gri pantolonuyla dolaşan, bir takım ilahiler, hüzünlü ezgiler mırıldanan, sanki kara haber vermeye yatkın Ersan Sarıdayı’yı gördü. Bir şeylerin ters gittiğini anladı.
“Doğan Şar, okulu bırakmış. Tasdiknamesini almış dün.”
Beyninden vurulmuşa döndü. İşte bu hiç olmamıştı. Sahi şimdi ne yapacaktı? Ersan Sarıdayı onu koruyamaz, ezilip takaza edilmesini, defterlerinin, kitaplarının çalınmasını zinhar engelleyemezdi. Çok ağırkanlı, fazladan sağduyuluydu. Oysa ortalığı kesip alanlar kimseye acımıyorlar, bir aksaklık gördüklerinde küçük, zayıf dinlemeden tekme tokat girişiyorlardı. Bu merhametsizlerin hakkından sadece Doğan Şar geliyordu; onun pansiyonda bulunduğu akşamlar farklı koğuşların elebaşları bile etrafta görünmüyorlar, pinpon masasının, televizyonun yanında eğleniyor numarası yapıyorlardı.
Kim ona hediye getirecekti? Kim askıların insanlara benzemelerinden, hayatın temelini oluşturmalarından bahsedecekti uzun uzun? Onu avutmayı düşünemeyen Ersan Sarıdayı hafifçe gülümseyip koğuştan çıktı. Rıfat kendi gerçeğiyle ve Doğan Şar’ın yokluğuyla baş başa kaldı. Ranza kollarına vurdu, bağırdı, onu yatılı okula gönderen babasına ilenirken hırsından altına işedi. Beyaz bir çarşafla avret mahallini sarıp hamamcı olmuş gibi banyoya gitti. Duş alırken gözyaşları suya karıştı.
Doğan Şar’dan hatıra kalan askılar Rıfat’ın en yakın dostları olmuştu. Kimi zaman ahşaplarla uyuyor, kimi zaman parıltılı işlemelileri yatağının içine, yastığının altına koyuyordu. Pantolonlarını, gömleklerini asarken onları incitmiyor, ayrı ayrı isimler taktığı her biriyle içinden günün kritiğini yapıyordu. Artık hafta sonları köye de gitmiyordu; arada torununu ziyaret eden dedesinin bıraktığı harçlık ve uyarılar ona yetiyordu. Derslerinde de başarılıydı. Köyüne, evine olan özlemini inatla ders çalışarak dindirdiği için 6/D sınıf birincisiydi. (Arkadaşları tarafından sevilmemesi için yeter sebepti.)
Lakin çok yalnızdı. Sonbahar, kış akşamları siyah pantolon, beyaz gömlek ve kırçıllı ceketten oluşan kombini bir poşete koyar, Doğan Şar’ın öğrettiği pencerelerden atlayarak pansiyondan kaçardı. Devlet Su İşleri binasının karaltısında giyinir, o mahalleden, tanımadığı insanların düğünlerine gider, arka masalardan birine yerleşir, gece boyunca ikramlardan atıştırıp düğün sahiplerini ve konukları seyrederdi. İnsanlar bu davetsiz misafirin hüznünü bildiklerinden midir nedir, kimse ona sen necisin, kimsin diye sormuyordu. Cemiyetlerden çıktıktan sonra yaşı küçük falan dinlemeyip bir yetişkininin refakatinde barlara, gazinolara gidiyor, kulak çınlatmaktan başka bir işe yaramayan baslı müzikler dinleyerek, vara yoğa gülen, genç çocukları utandırmayı seven kadınlarla başarısız ilişkiler kuruyordu.
Bazı geceler rüzgârlı sokaklarda deli gibi dolaşıyor, daha evvel gittikleri mekânlarda Doğan Şar’ı arıyor, anlayış dilenerek ötekine berikine umutsuz haberler bıraktıktan sonra Köprübaşı Kahvehanesi’nde alıyordu soluğu. Konulan gözcüler eşliğinde, arka bölmede yapılan dövüşlerin saatini gerilimle bekliyor, her seferinde kaybedecek olana oynuyor, al kanlar içinde kalan, boğazına mahmuz yiyen, gözleri kör olan, son bir vuruşla çıldırıp haykırarak iki metre öteye zıplayan horozlarla hüsrana uğramış vaziyette pansiyona dönüyordu. El mecbur, askıları şakır şukur etüt salonuna götürüyor, sıraların üstüne yayıp krom kaplamalı, sedef kakmalı, organizer, sihirli, akıllı, lüks ya da basitleri tek tek ele alıyor, şefkatle konuşuyor, hayattaki karşılıklarını düşünüyor, Allum Buker’in başını çektiği diğer çocukların tuhaf, alaya alan bakışları altında sıranın üzerinde sızıyordu.
Bir gün, başarılı geçen bir yazılı sınavdan çıkmıştı, Ersan Sarıdayı’nın ivedi olarak onu görmek istediğini söylediler. İçinin bir tarafı korkuya kapıldı, diğer yanı, yaptığından pişman olan Doğan Şar’ın müdürden affını isteyip tekrar okula başladığı bildirisini almak için yanıp tutuştu.
Nefes nefese koşturdu, Ersan Sarıdayı’yı koğuşta buldu. Alt ranzanın kenarına oturmuş, camdan görünen Karıncalı Dağı’na, ünlü eşkıya Çakırcalı Mehmet Efe’nin vurulduğu yere bakıyordu.
“Sayın ağabey beni çağırtmışsın. Hayrola, yoksa hayırlı bir haber mi var?”
Bir müddet susan Ersan Sarıdayı en çok o gün konuştu belki de. Demir bir askı, sağlam bir urgan diyordu. Dolaba girip kendisini içeriden kilitlediğini söylüyordu. Gören, duyan olmadığından, ağır bir kokudan bahsediyordu. Makinelerin temizliğini yapmaya çalışan birisi tesadüfen bulmuştu.
“Ölmüş mü?” diye sordu Rıfat, yatağın yanına, ucu yırtık halıfleksin üstüne çöktü.
Ölmemişti fakat boynu zarar gördüğü için ömür boyu felç kalacak ve bakıma muhtaç olacaktı. Ancak, başka bir dolapta bulunan güzeller güzeli genç kız, tüm müdahalelere rağmen kurtarılamamıştı.
Siz hiç korkunç bir yalnızlık içinde, pansiyondan kaçıp istenmediğinizi bile bile babanızın teyzesinin gösterişli evine misafir oldunuz mu ve horoz dövüşlerinde bir öğrenciye göre çok paralar kaybettiniz mi? Siz hiç barlardaki, gazinolardaki, sizden büyük, hissiz kadınlara âşık oldunuz mu? Yahut yerde sürüklenen, kıvrılan, ürkek bir buzağının ve hayatınızı bütünüyle etkileyen sevdiğiniz birinin, yatak yaraları arasında, yavaş yavaş eriyip gitmesine şahit oldunuz mu? Siz yıllarca, zorla yatılı okullarda kaldıktan sonra ruhsuz, şaşırmaktan yoksun ve duyarsız bir insan oldunuz mu?
Siz hiç…

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir