KAPAK (64)
Sedef Ergürbüz

METİN AVCI’YLA ‘HOMUNKULUS’ ÜZERİNE

“Tüyler ürpertici tarafı işin; onda artık köpek kalbi değil, insan kalbi atıyor olması.”

                                                                                                                         Mihail Bulgakov – Köpek Kalbi

 

Hayranı olduğum Bulgakovun Köpek Kalbi adlı uzun öyküsünden uyarlanan tiyatro oyunu Homunkulus’un afişini gördüğümde çok heyecanlandığımı itiraf etmeliyim. Tabii ilk oyuna hemen gittim ve sahnede tek kişilik muhteşem bir performans çıkaran Metin Avcı’ya röportaj talebimizi ilettim. Kendisiyle keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

 

Tiyatro serüveniniz nasıl başladı?
İlk buluşmalar Avcılar Belediye Tiyatrosu’nda oldu, yıl 2002. Avcılar Barış Manço Kültür Merkezi’nde asılı dev afişte yazan “7’den 77’ye Oyuncu Yetiştiriyoruz” yazısını görünce çok heyecanlandım ve orada kursiyer olan bir arkadaşım beni ekiple tanıştırdı. Tiyatroya gönül bağı olan babamın desteği de her zaman benimle oldu.
Yıldız Kenter’in öğrencisi olan hocam Serhat Akkaş disipliniyle çalışkanlığıyla tanınan, döneminin en sevilen oyuncu ve yönetmenlerinden biriydi. İşe perde açmayı, kapatmayı öğreterek başladı. Çocuk oyunları o zamanlar bir saat on beş dakika olarak iki perde oynanıyordu. Şimdi oynandığı gibi otuz beş kırk dakika değildiler. Çocuk oyunu olduğu için masalsı bir havayla açılması gerektiğini, on beş dakika arada da perde finali olduğu için nasıl kapatmam gerektiğini anlatıyordu:
“Yazar, yönetmen olarak ben bunu yukarıda bırakıyorum, sen de perdeyi öyle bir kapatmalısın ki perde tamamlanmalı ve alkış gelmeli. İyi perde çekebilirsen diğer alkışı da alabilirsin.”
Ben de bir iki sene tiyatroda dekor taşıdım, ışık odasında bir şeyler öğrenmeye çalıştım, perde çektim, sonra ufak rollere çıkmaya başladım. Avcılar Belediye Tiyatrosu’nda iki yıl çalıştıktan sonra 2004 yılında yedi yüz elli kursiyerden sadece beşini kendi tiyatrosuna aldı. İki yıl boyunca dekor taşırken diğer taraftan da sahne dışında ufak rollerle denemeler başladı.
Sonrasında birçok tiyatroda çalıştım. Masal Gerçek Tiyatrosu, İstanbul Yeni Sahne, Çukurova Şehir Tiyatrosu, İstanbul Devlet Tiyatrosu bunlardan bazıları. Kurulum aşamasında olan Belediye Tiyatrosu’nda ilk oyunumuz komediydi: Ray Cooney’den Karmakarışık. Esprileri Türkçeleştirdik. İsimleri de bize uyarladık. Çok başarılı oldu. 3 ayda on beş bin seyirci izledi. Adana seyircisi çok iyidir. Sonra Ocak oyununu sahneye koyduk. Onda oynama fırsatı bulunca İstanbul’dan Adana’ya döndüm. Sonra da Necati Cumalı’nın Nalınlar‘ı sahnelendi. Ustam Erdal Cindoruk’un rejisiyle korku komedi denedik. Seyircinin çok hoşuna gitti.
Adana’dan İstanbul’a dönüşünüz ne zaman ve nasıl oldu?
Adana’dan İstanbul’a döner dönmez askere gittim. Askerde Erzurum’a turneye gelen oyunları seyrettim. On beş aylık bu zamanı çok iyi değerlendirdim. Kütüphaneden kitaplar alarak bol bol okudum, oyunlar izledim. Askerlik o bağlamda beni çok besledi. Döndüğümde ise İstanbul Devlet Tiyatrosu’na başladım.
Peki neden Bulgakov ve Köpek Kalbi?
O sıralar dublaj yönetmenliği yapıyordum ve tiyatroya geri dönmek istediğimden tek kişilik oyun arıyordum. Kitabı bana oyun arayışında olduğumu söylediğim Deniz Salman verdi. Çok oynanmış bir şey de istemiyordum. Bu eserin Türkiye’de dört versiyonu var. Son oyun 2019 yılında sahnelenmiş ve hiç tek kişilik yapılmamış. Başlangıçta uyarlamanın vakit kaybettirebileceğini düşünüyordum. Belgesel, oyun ve öykü yazarlığı da yaptığımdan kalemim de vardı. Denemek istedim. Yemek molasında kitabı aldım, kayıt aralarında okumaya başladım, hoşuma gitti, etkilendim. Eve gelip yemek yiyip hemen tekrar okumaya başladım. Sabah dört gibi bitti. Ritmi benim aradığım ritimle uyuşuyordu. Sahnede oyuncudan beklediğim ve benim de sahnede yapmak istediğim tamperaman ile uyuşuyordu. Gün içinde tekrar okudum ve notlar aldım. Kitabı o hafta üç, dört kez daha okudum. Ondan sonra artık ben bunu nasıl uyarlayabilirim diye notlar almaya başladım. Burası kaçıncı sahne olabilir, bunu şuraya bağlayabilirim gibi.
Bu çalışma iki buçuk ay sürdü. 15 Mart’ta tekst tamamdı. Yapmak istediğim performans ağırlıklı bir tiyatro değildi. Söz kısmı da önemliydi. Sonrasında yönetmen Şükrü Veysel Alankaya ile tanıştırıldım. Onunla çalışmak bizim tiyatromuzun bir şansı. Teksti okudu ve çok beğendi, işi yapmak istedi. Tüm özverisi ile her şeyiyle geldi. Bir oyuncu olarak yönetmenin kafasındakinin içindekini bilip ona göre hareket etmek istiyorum. Bana bir kapı açtığında ben o kapıdan içeri gireyim ama nasıl gireceğimi de ben bileyim. Sonuçta rejiye uygunsa kullanırız değilse kullanmayız. Bu anlamda kendisiyle kısa sürede uyuştuk. Metnin üzerinde fikir alışverişi yaptık ama o benim dünyama çok da fazla müdahale etmedi. İşin özünde ortaya bayağı iddialı bir şey çıktı.
Zaten yola çıkış çok iddialı. Yeter deyip kurulu düzeni bırakıp maaştan vazgeçip şirketten ayrılacağım dediğim anda oyun arayışına girdim. Çünkü artık yapamıyordum, yedi yıl olmuştu ve artık tiyatrosuz olmuyordu. Çok mutsuzdum. 15 Mart gelmeden istifa ettim, 15 Mart’ta provalara girdim. Veysel’le nisan ayının ikinci haftası anlaştık. Onunla provalara girdik. Çok kısa sürede ortaya gayet iyi bir iş çıktı. Onun gelemediği provalarda bile ben sanki yönetmen varmış gibi çalıştım. Tiyatroda disiplini çok seviyorum. Normal yaşantımda rahat biriyim. Ama konu tiyatro ise ben çok heyecanlanıyorum.
“Derdi olan yazar” denir ya hep, gerçekten de Bulgakov eserde kendisinin ve toplumun dertlerini hiciv yoluyla çok etkili yansıtmış. Bugün hala bu kadar çok sevilmesinin ve ilgi görmesinin nedeninin de bu dertlerden bazılarının halen devam ediyor olması olduğunu düşünüyorum. Kitapta sizi de etkileyen bu muydu?
Seyirci oyunu izlerken, kitaptan yaklaşık yetmiş yıl sonra bir köpeğin kafasına kürekle vurulup çöp arabasına atılmasını hatırlıyorsa mesele bu dert zaten. Konya’daki köpek katliamını unutmadık. Bulgakov’un yazdığı şey bugün hala yaşanıyorsa bu sorun çözülmemiş demektir ve benim bu sorunu çözmek adına bir adım atmam gerekiyordur. Bu durum kitapta da vardı zaten. Ben sadece biraz daha altını çizdim.
Oyunda geçen bazı kelimeleri kimlerin bize kullandığını hepimiz gayet iyi biliyoruz. Kimlere söylediğimizi de herkes biliyor. Seyircinin dudak ucuyla gösterdiği reaksiyon da verdiğimiz mesajın yerine ulaştığını gösteriyor.
Bulgakov’un anlattığı başka bir dert daha var: Yenilik diye bize ne sundunuz? Sunduğunuz yenilik bizi ne hale getirdi? Nice ucubeler, nice Homunkuluslar çıktı bu anlamda. Mevcut sistemleri pek çok kez değiştirerek bizi bir şeylere dönüştürdüler. Maalesef böyle bir gerçekle yüz yüzeyiz. Bu yüzden bu iş benimle örtüşüyor. Mesele sadece bir köpeğin hikâyesi değil. Mesele aslında bizi kimlerin köpekleştirdiği ya da Homunkulus haline getirdiği. O yaratığın sürekli kadını rahatsız etmesi bizi de rahatsız etmiyor mu? Gayet normal bir şey gibi anlatıyor. Kadını ne için ısırdığını sorduğunda “o da tokat attı” diyor. İyi de kadın tokadı memesini sıktığı için attı. Mesela metrobüslerde her gün benzer durumlar yaşanmıyor mu?
Benim öğrendiğim tiyatro anlayışına göre suya sabuna dokunmadan tiyatro yapılmaz. Yıllar önce hocamız Göksel Kortay’a sormuştum “hocam nasıl tiyatro yapmamız gerekiyor” diye. Tek kelime söylemişti: “Çarpıcı.” Günümüzde yaşadığımız çarpıntıları bir araya getirerek eseri çarpıcı hale getirebiliyoruz. O yüzden Köpek Kalbi iyi bir seçimdi ve iyi de bir uyarlama oldu. Ben aslında bu oyunla birlikte kendi kalemimi de biraz daha tanımış oldum. Eseri bozmadan bir şey yapmaya çalıştım ve orada Bulgakov’un düşüncesiyle benim düşüncemin örtüştüğü eklediğim yaklaşık üç sayfa tiratlar var. “İnsanlık sanki evrimini bir günde tamamladı. Yok davranışlarım hayvaniymiş. İyi de ben mi istedim ameliyat olmayı? Ben mi istedim değişimi?” gibi cümleler.
Lise dönemimde Dönüşüm’ü okuduğumda çarpılmıştım. Hep oyunlaştırmak istedim ama yapılmıştı. Ben özgün ya da farklı bir bakış açısıyla bir şeyler sahneye koyma derdindeyim. Bir anda böceğe dönüşmek yerine Bulgakov’un hicviyle, tatlı tespitlerle ve köpeğin karakterinin de ortaya çıktığı o şirinlikle anlatmak daha etkili bir ilaç gibi geldi. Şarik o kadar sevimli ki her şeye sizi ikna edebiliyor. Kendinden emin, ilginç tespitleri, tatlı esprileri, şakaları olan ve gerçekten içimizden biri gibi hepimizin zihniyle alay eden bir köpek var karşımızda. Siz ne yapıyorsunuz diyen bir köpek. Bu yüzden onu bu kadar çok sevdik. İnsana dönüştüğünde yaşadığı varoluş sancıları, askerlik ve sendika sorunu gibi insana dair dertlere sahip bir köpek. “İsteseler de askere gidemem zaten, insan öldürmeye de niyetim yok” diyor. Hala benzer sorunları yaşıyoruz. İnsan oluyoruz da ne derece insan oluyoruz? Kimlerin insanı oluyoruz? Ya da bizi insana çevirdiğini zannedenler nasıl bir insana çeviriyor? Yenilik diye karşımıza koydukları ne? Bunların cevaplarını bulmak lazım.
Aslında bu oyun cevap bulmaktan ziyade soru sordurma oyunu. Yani bu oyundan çıkan seyirci ne yapıyoruz biz diye bir kere bile düşünse bu bizim kazanımımız olur. O yüzden oyun bana çok kuvvetli geliyor. Gerçekten tüm sorunlarımızla, tüm dertlerimizle çok güncel bir tekst oldu.
İnsanlaşmaya başladığımızı zannettiğimiz evrede kirlenmeye başlıyoruz. İnsan hata yapmak üzerine kurulu bir canlı. Köpeklerde ya da hayvanlarda böyle bir şey yok. O kadar arî bir duyguyla yaklaşıyor ki hata yapması neredeyse imkânsız. Tek hatası güvenmek oluyor. Ama biz zaaflarla doluyuz.
 
Köpek Kalbi’nde çok başarılı bir hiciv var.
Evet, köpeğin dünyası acılarla dolu olmasına rağmen o kadar eğlenceli ki dalga geçiyor ve korkaklara dair yaptığı tespitler var. “Niye korkuyorsun ki?” diyor. “Madem korkuyorsun yanına al.” “Eğer bir şeyden korkuyorsan bunu hak etmişsin demektir.” Bu benim eklediğim bir cümle. O kadar örtüştü ki asla kimsenin gözüne batmadı, hatta hoşlarına gitti. Uyarlama zaten öyle bir şey, diğeri oyunlaştırmak oluyor. Uyarlamada kendi yorumunuzu koyabiliyor, kendi kaleminizi gösterebiliyorsunuz. Uyarlama mı oyunlaştırma mı bu kararı en başta vermek gerekiyor. Eğer oyunlaştırsaydım o zaman tam kadro oynamak gerekirdi. Eseri uyarlarken bir köpeğin zihninde ölmeden önceki on dakikayı bir saate yayıp yaşadıklarını anlatmak gibi bir dramatik örgü kurarak yola çıktım. Madem uyarlama o zaman kendi sözlerimi de ekleyebilmeli, kendi yazarlığımı da ortaya koyabilmeliydim. Oyunumuzun şu ana kadarki genel izleyici kitlesi kitabı okuyup bilip ve severek gelen seyircilerdi. Roman böyle bitmiyor ama yaptığınız dokunuş hiç de göze batmadı diyenler oldu. Başladığı yerde bitirme fikri zaten işi uyarlarken aklıma yatan bir şeydi. Bu romana da çok uygun bir şey. Romanda köpek ölmüyor. Konuşan bir köpek olarak hayatına devam ediyor. Orayı açık bırakmış ve anladığım kadarıyla Bulgakov halkını öldürmemiş çünkü hala bir umudu var.  Biz bu yüzden sahnede öldürdük. Dertlerimiz de bunlar zaten. Bırakın söyleyecek iki lafımız olsun. Bu da aslında bir halk yergisi. Seyirci anlamaz kaygısında da değilim. Zaten tiyatromuzun manifestosunda yazan hikâye de bu. Bu kaygıyı biz reddediyoruz. Çünkü tiyatro evrenseldir.
Oyunun ismi neden Köpek Kalbi değil de Homunkulus?
Evet bu Bulgakov’un Köpek Kalbi kitabından uyarlanan bir oyun ama Homunkulus isminde hepimizden bir şeyler var. Homunkulus dememizdeki ve işi biraz daha evrimsel bir yaratığın üstüne yükleme fikri hem oyunu daha çarpıcı, hem de romanı daha ilgi çekici hale getirdi. Romanı bilen ya da okuyup gelen izleyici dışında ben bu oyunu izledim romanı da okumam lazım diyen izleyiciler de oldu.
Oyunun afişi de oldukça etkileyici?
Afişte korkunç ve sert bir köpek görüyoruz. Ama izlediğimiz köpek şahane. Afişi beğenmeyenlere dönüşüm sahnesindeki köpeği görmedin herhalde diyorum. Dönüşümden sonraki sahnede köpeğin saldırganlaşması aslında insanlığa ilk adım. Afişte de bunu vermek istedim. Çarpıcı olmasını istediğim nokta buydu. İcraat Ofisi’nden sevgili arkadaşımız Emre bu anlamda muazzam bir iş çıkardı. Oyunun müziklerini yapan Muzaffer Doğan’ın da bu oyuna dâhil olması muazzam bir şans.  Bu gerçekten birçok doğru kişiyi bir araya getiren bir proje oldu.
Sahnede oldukça zorlu bir performans sergiliyorsunuz. Oyunun çoğunu dört ayak üzerinde oynama fikri nasıl doğdu?
Yaklaşık sekiz saat dört ayak üstünde, ellerim ayaklarım şişene kadar buz kompresleri ile çalıştım. Dizlik kullanmama rağmen yaralar oluştu.  Başlangıçta hiç böyle bir düşünce yoktu. Hatta ben köpek var diye dört ayak üstünde mi oynamak zorundayız demiştim. Sonra oynamak zorundayız evet düşüncesi belirdi. Çünkü o ayrımı vermem gerekiyordu. Yani o iki ayaklı insan haline dönüştükten sonraki hikâyeyi de anlatmam gerekiyordu. Dolayısıyla köpeğin o tatlı halini dört ayaklı oynamak, eğer iyi yapılırsa çok beğeni alacağına inandığım bir şeydi. Ben de böyle bir performans izlesem benim de hoşuma giderdi diye düşündüm.
Devlet Tiyatrosu’nda ilk yer aldığım oyun yakın zamanda kaybettiğimiz kıymetli Alparslan Karaduman’ın muhteşem koreografisi ile Kızılırmak idi ve o da dört ayak üstünde oynanıyordu. Oyuncu sahnede zorlanıyorsa işin daha da tadı çıkıyor bence. Amaç sıradan bir şey yapmak değil.  20 yıl sonra bir hayalimi gerçekleştirdim bu tiyatroyu kurarak. O zaman dişe dokunur oyunculuk adına bana da lezzet verecek şeyler olmalıydı.
 
 
Oyuncu canlandırdığı karakter ile özdeşleşir. Ancak karakter köpek olunca bu oldukça zor bir durum. Nasıl üstesinden geldiniz?
Çocuk tiyatrosunun etkisi çok fazla. Orada genellikle hayvan rollerinde oynuyordum. Benim ilk profesyonel rolüm de Yıldıray’ın Rüyası Arı Maya oyununda bir köpekti. Arkadaşımız setinden dolayı gelemediğinde ve  “ben hazırım hocam” dediğimde 16 yaşındaydım. Çok enteresan karşılaşmalar var bu oyunla ilgili. O tarafı da beni çok cezbetti. Ayrıca sekiz yıldır evimde kedilerle yaşıyorum. Pek çok köpeğimiz de oldu. Hayvan sever bir aileden geliyorum. Kaplumbağa, tavşan gibi çok çeşitli hayvanlarla büyüdüm. Oyunda da seyirci koltuklarına sokak köpeklerine verilmek üzere mama bırakıyoruz. Kendi kedilerimle birlikte yaklaşık 20 yirmi kediye bakıyorum. Yıllardır bu böyle, bu benim keyfim. Yolda gördüğümüz bir Şarik’in karnını doyurmamız üç dakikamızı bile almaz. Zor bir şey olmasa gerek. Oyunun her temsilinden sonra dışarıda o akşam ya da ertesi gün birkaç köpeğin karnının doyması hususunda seyircimizle işbirliği yapıyorum. Hedeflerimiz arasında barınak açmak da var. Onlarsız bir hayat düşünmüyorum. Onları göz ardı ederek yaşamak bana yaşamak gibi de gelmiyor. Bize en samimi davranan onlar.
Gerçekten sokak köpeği Şarik’in nefes alışını, üstünden yayılan kokuya kadar hepsini hissettik. Üzerindeki pireleri gördük. Uzun süre etkisinden çıkacağımı sanmıyorum. Bir oyun için en güzel ödül bu olsa gerek.
Evet doğru. Bu oyunu uzun bir süre oynayacağıma eminim. Direnebildiğim son raddeye kadar direneceğim. Galiba seyirci de bu oyunu oynatacak. İki oyunda bile Bodrum’dan gelen seyirci var. Bu insana umut veriyor. Galiba doğru bir yerden yakaladım diyor insan kendi kendine.
Dış ses kullanma fikri nasıl oluştu?
Tek başıma çıktığım bu yolda on dört kişiye ulaştık. Oyunun dış seslerinde öyle sesler var ki bir araya getirmeniz cidden zor. O da dublaj da kast yönetmenliği yapmamın faydası. Tek kişilik oyun izlemek seyirciye genelde azap gelir, çok zor takip edilebilir. Oyunun ritminin bu kadar yüksek olmasının nedeni de bu. Seyirciyi sürekli dinamik tutacak, sürekli bir soru işareti doğuracak, finalde de o soru işaretinin cevabını verebileceğim bir şey olmalı. Eğer iyi insanlarla ve iyi kayıtlarla alınmıyorsa dış ses çok iter ve çok rahatsız eder aslında. Ben bu alanda oldukça şanslıydım. Bu riski göze almamın sebebi de gerçekten temelinde tiyatro yapan ve seslendirmede de çok usta isimleri bir araya getirebilmem oldu. Bu da yaklaşık yedi yıl geçirdiğim seslendirme dönemimde o insanlarla kurduğum iyi iletişim, kendimi iyi ifade edebilme, tiyatroya olan hayranlığımı anlatabilmem sayesinde oldu. Bugün Aydoğan Temel gibi bir usta her projeyi kabul edebilecek bir ses değil. Tiyatro adamı olarak da öyle değildir Aydoğan ağabey. Gerçekten iyi bir oyuncudur. Profesörü ondan daha iyi kimse konuşamazdı.
Nazan Diper de zaten tiyatroda divalarımızdan biri. Onun tiyatro sanatına, oyunculuğa ve oyun yapımına bakış açısını biliyorum. Dublaja olan hayranlığının ve bunca yıldır muazzam bir şekilde bunu idame ettirmesinin farkındayım. Özgür Özdural, İlham Erdoğan, Kutay ve Ceren Kırşehirlioğlu, Emin Yaraç hepsi Türkiye’nin seslendirmede önde gelen, sevilen sesleri. Gerçekten alanında usta, çok başarılı seslerin bana destek vermesi müthiş bir kıvanç. Oyuna ve oyuncuya kendimizi kaptırmışken sesler girince birden irkilip yabancılaşma sayesinde kendilerine geldiklerini, oyunun içine daha da çekildiklerini belirtti izleyenler. Dış ses koymayıp o karakterleri ben de oynayabilirdim. Şarik’ten çıkıp Filipp olabilirdim. Evet bu da oyuncu olarak performansı çok zorlayan ve iç gıdıklayıcı bir şey olabilirdi. Ama yetersiz kalabilirdi. Bu riski göze alamadım. Böyle çok daha renkli olduğuna inanıyorum. Ben sahnede tek başıma oynamıyorum aslında. Dış seslerin geldiği andaki tepki ve ardından verilen cevap, cevabın doluluğu, altının çizilmesi çok çalışıldı ve hepsi çok uzun zamanlar aldı. Hocam Serhat Akkaş “rüyanda görmüyorsan, uykuların kaçmıyorsa o iş olmamıştır” derdi. Ben bu oyunu rüyamda çok gördüm. Aydoğan ağabey ile Filipp’i karşılıklı oynadığım rüyalarım var.
Aslında bu bir tiyatrocu dayanışması gibi oldu. Böyle büyük ustaların destek vermesi ile rüzgârı arkama almış gibi hissettim. Sahne kiraları elverdiğince bu oyunu oynayacağım. Seyircimizin maalesef kim oynuyor sorusunu çözemediğimiz sürece ben sahne aramaya, onlar da tanıdık birilerinin oynadığı oyunları tercih etmeye devam edeceğiz.
Oyunun prömiyeri ve ilk iki oyun Feyk Sahne’de oldu. Başka sahnelerde de görecek miyiz bu güzel oyunu?
Feyk Sahne arkadaşlarımın tiyatrosu. Hepsi ile yaklaşık on beş yılı aşan bir dostluğum var. Feyk Sahne’nin de adını duyurmamız gerekiyor çünkü çok güzel bir şey yaptılar. Orayı cidden tırnakları ile kazıyarak oluşturdular. Benim de çok hoşuma gitti. Sanki kendi tiyatrom gibi oyunu da orada çıkardım. Kendi oyunları da var. Onun haricinde yine birçok sahnede oynamak istiyorum tabii. Ama yer bulamama sorunumuz var. Şişli Tiyatrosu’nun sahibi sevgili Mustafa Kalkan hiç kimsenin yapmadığını yaptı ve oyunu sahnelememiz için büyük kolaylıklar sağladı. 30 Kasım’da o sahnede ilk kez oyunu oynayacağız.
İyi oyunlar sahneleyen tiyatrolarda oynamak istiyorum. Onlar da iyi oyunlar istiyorlar. Bu konuda oyunuma güveniyorum ve bu oyunun kulaktan kulağa yayılacağını düşünüyorum. Ruh, felsefe, düşünsel yaşam, günümüz insanlarının edebiyata yaklaşımı, edebiyatın günümüz insanlarının ihtiyaçlarını karşılaması; hepsini bir araya topladığımızda bu oyun çıktı. Geriye artık seyircinin merak edip oyuna gelmesi kalıyor.

Daha fazla Panzehir Söyleşiye  buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

2 thoughts on “METİN AVCI’YLA ‘HOMUNKULUS’ ÜZERİNE/ Sedef Ergürbüz

  1. Eren dedi ki:

    Harika bir röportaj olmuş tebrik ederim…

  2. Sema dedi ki:

    Çarpıcı!Hem oyun hem de söyleşi.Teşekkürler…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir