KAPAK (65)
Berrin Yelkenbiçer

MEZOPOTAMYA’NIN ‘KAPI’LARI

Ayağınıza rahat bir çift ayakkabı, başınıza geniş kenarlı şapka geçirip turist olarak gezince her şey nasıl da güzel.

Diyarbakır’da sizin için hazırlanan kahvaltı sofrasındakileri görünce gözünüz öyle doyuyor ki sunulanların hepsini yiyemiyorsunuz. Dar sokaktaki cami binasından azade minarenin altından geçince mi yoksa etrafında yedi kez dönünce mi dileklerin gerçekleştiğini hep beraber tatlı tatlı tartışıp işi garantiye almak için her ikisini birden yapınca baş dönmesine kahkahalarınız karışıyor. Narin ve kıvrımlı akan Dicle nehrinin adını, yörenin kız çocuklarında devam ettirmesine kulak veriyorsunuz. Oğlan çocuklarında akan deli ve hırçın Fırat’ı merak ediyorsunuz.

Hasankeyf’in köyünü metrelerce aşağıda bırakan Ilısu Barajı’nın gölünde tekneyle gezerken hoparlörden bangır bangır çalınan türküleri dinliyorsunuz. İtirazınız türküye değil de sesin yüksekliğine ama tam o sırada alçalmaya başlayan güneşin etraftaki yansımalarını görünce her şeyi unutup sulardan fırlayan ağaç dallarına tünemiş siyah kuşlara el sallıyorsunuz. Başınızı kaldırıp Raman Dağı’nın tepesindeki petrol kuyularının inip kalkan sondaj aletlerine hafif bir gönenmeyle bakıyorsunuz.
Yıllar önce boşaltılmış bir Ezidi Köyü’nün taşları arasında rüzgârın bile sessizce dolaştığı mezarlığında, rengârenk çaputlar bağlanmış ağacın altına geçip sessiz dileklerinizi tekrarlıyor, çaput bağlamazsanız dileğinizin gerçek olup olmayacağını bir çocuk gibi merak ediyorsunuz.
Sıfır noktasındaki Suriye sınırında, adını Pers Kralı Darius’tan alan Dara’nın yerin on beş metre altındaki su sarnıcında, oraların kocaman gözlü bir kız çocuğundan Özdemir Asaf’ın Lavinia şiirini dinlemenin şaşkınlıkla karışık hayranlığını yaşıyorsunuz. Birlikte gömülüp İsa’nın doğudan yeniden yükseleceği günü hep beraber bekleyen ölülerin kemikleri üzerindeki cam platformun, projeye ayrılan paranın bitmesiyle yarım kalmasının hikâyesini içiniz yanarak dinliyor, mağaranın başka çıkışı olmadığı için dönenlerle gelenlerin karmaşasına mecburen kendinizi bırakıyorsunuz.
Midyat’ın incecik ve zarif telkâri gümüşlerinde kendinizi kaybediyor, her köşe başında ikram edilen Süryani şarabıyla liköründen hangisinin daha lezzetli olduğuna başınız dönerek karar vermeye çalışıyorsunuz. Şahane işlemelerle süslenmiş taş evlerin gölgelediği dar sokaklarda kayboluyor, hangi sokağın hangi televizyon dizisine set olduğunu bulmaya çalışmanın gereksiz çabasına dalıyorsunuz.
Halep sabunu kokulu Mardin’de kendinizi hurmalı Süryani Çöreği ile mor badem şekerine veriyor, Kasımiye Medresesi’ndeki hayat çeşmesinden deli deli doğup çocukluk, gençlik, ihtiyarlık havuzlarında akan ve mahşerde son bulan suyun neresinde olduğunuzu tahlil etmeye çalışıyor, aklınıza gelen düşünceyi elinizle kovalıyor, Deyrulzafaran Manastırı’nın avlusundaki kuyuların yamacında soluklanıyorsunuz.
Sonra akşam olup ayakkabılarınızla şapkanızı çıkardığınızda, günlerdir üzerinize çöken tanımlayamadığınız tuhaf ağırlıkla baş başa kalıyorsunuz. Aynaya baktığınızda gördüğünüz kişi üç gün önce Mezopotamya’ya doğru yola çıkan siz değilsiniz.
Birden aklınıza yanında yöresinde yedi kez dolaşarak hayallerinizin peşine düştüğünüz minaredeki derin ve meçhul kurşun izleri geliyor.  O dar sokakta nasıl olup da gülebildiğinize şaşıyorsunuz. Diyarbakır’ın ekmeğini yemiş, suyunu içmiş Ahmed Arif’in, o prangaları hangi hasretle nerede eskittiğine kafa yoruyorsunuz.
Hasankeyf’in insanlarının yüzlerinde, derin suyun altında kalmış geçmişlerini yüklenip artık ölülerini ziyaret edecekleri bir mezarları bile olmayışının ağırlığının okunduğu aklınıza geliyor. İkram ettikleri bademli hurmalı kahvenizi yudumlarken pek üzerinde durmamışsınız.
Bomboş Ezidi köyünün hâlâ yaşayan mezarlığının taşlarına kazınmış doğum ve ölüm tarihleri geçiyor gözünüzün önünden. Ne çok genç ölüm var. Siz de utanmadan o tanık ağaçtaki renkli çaputlardan medet ummuşsunuz.
Midyat’in telkâri gümüşlerindeki sabrı ve göz nurunu, sarı katori taşlarındaki dantel oymaların emeğini, şaraplarla baharatlı likörlerdeki kan kırmızısını atlamışsınız.
Gündüzleri seyranlık geceleri gerdanlık Mardin’in Ulu Cami minaresindeki yedi cennet kapısını geçmeden sekizinci kapıya varılamayacağını anlıyorsunuz.
Fırat’la Dicle’nin sarmaladığı kadim Mezopotamya’daki bütün o savaşların, ölümlerin, ölülerin, kayıpların ağırlığı göğsünüzün üzerine iyice yerleşince, gündüz boynunuza astığınız gök mavisi firuze taşından yapılmış yedi cennet kapılı Süryani nazarlığına parmak uçlarınızla dokunuyorsunuz.
Pek işe yaramıyor. Binlerce yıldır etrafta yaşayan sessiz acılardan kaçamıyorsunuz.
Sonra karşınıza bir film çıkıyor.
Daha ilk sahnede, Berlin sokaklarında yürüyen Kadir İnanır’ın yüzündeki çizgilerde benzer bir acıyla karşılaşıyorsunuz.
Süryani ahşap ustası Yakup’la karısı Şemsa’nın yükleri çok ağır. Yıllar önce Mardin’den Berlin’e göç etmişler. Torunlarının doğum gününü kutladıkları bir günde çalan bir telefon onları geri çağırıyor.
Bir kuyunun dibinde onlarca insan kemiği bulunmuş. Acaba içlerinden biri uzun zaman önce kaybolan oğulları olabilir mi?
Yirmi beş yıldır bekledikleri oğullarının öldüğü gerçeğiyle yüzleşmek midir zor olan yoksa beklemenin umutsuz karanlığında kaybolmaya devam etmek mi?
“Oğlumun gelmediği gece o yirmi beş yıldan bile uzundu” diyor Yakup Usta.
DNA testi yaptırmak için Mardin’e döndüklerinde Kıllıt Köyü’ndeki talan edilmiş evlerinin kapısının bile yağmalandığını görünce acıları katlanıyor. Yakup Usta “Orası benim evimin muhafazası” diyerek yanına torunu Nardin’i katıp kayıp oğluyla birlikte yaptığı kapının, üzerindeki Asur çiçeklerinin, nar yüklenmiş hayat ağacının, güvercinlerin, oğlunun terinin peşine düşüyor.
Yolları önce kaçakçı İsmet’e, onunla birlikte Elazığ’ın Ermeni mahallesine, İstanbul’un Çukurcuması’na düşüyor. Nardin yol boyunca elindeki deftere çizdiği hayat ağacına nar motifleri işliyor.
Çukurcuma’nın kibirli antikacısı, bir kapının peşine düşmelerine burun kıvırıp yanlarındaki Konyalı bir dervişin iki yüz seksen yıllık neyini işaret ediyor.
Yirmi beş yıldır koklayamadığı oğlunun ter damlarının peşindeki Yakup Usta “Derviş ruhunu neye üflerse değerlidir” diye cevap veriyor ona, “orada durdukça değil!”
“Kapıyı kime sattığımı söylemem etik olmaz” diyerek kibrine devam ediyor antikacı.
İşte burada Kadir İnanır’ın yüzündeki acılar iyice derinleşip uçuruma dönüşüyor. “Nedir etik?” diye haykırıyor “Gencecik çocukların ne uğruna öldüğünü bilmeden yitip gitmeleri mi? Bir annenin yirmi beş yıldır her gün gelecek diye oğlunu beklemesi mi? Yabana gidip hiç vatanın olmaması mı etik?”
O sırada Vahide Perçin’in can verdiği Şemsa, misafir edildikleri Deyrulzafaran Manastırı’ndan çıkıp oğlunun kemiklerinin bulunduğu kuyuya gidiyor, kenarına diz çöküp içindeki karanlığa çığlıklar atıyor. Bıraksanız tüm acılarını yüklenip yuvarlayacak kendini o dipsiz kuyuya.
Tüm kayıp evlatların acıları, bir annenin haykırışlarıyla o kuyudan taşıp dağa taşa, yere göre yayılıyor.
Üç gündür üzerinize çöreklenmiş ağırlığın sebebini şimdi daha iyi anlıyor, boynunuzdaki firuze boncuğa bir nefes olsun diye daha sıkı sarılıyorsunuz.
Nihat Durak yönetmenliğindeki 2019 tarihli film, suç ya da suçlu aramıyor, hedef göstermiyor, nefret dili kullanmıyor.
Birbirinin devamı bazı sahnelerde uyumsuzluk ve sarkmalar olsa da bir ara yol filmi kıvamına gelip sonra tekrar eski haline dönerek kafa karıştırsa da hikâyesi, kurgusu ve özellikle oyunculuğuyla iyi bir film.
Süryaniler hakkında çekilen ilk film olmasıyla da çok değerli.
“İddia ediyorum ki Türkiye, evrensel sinema değerlerini taşıyan çok özel bir film izleyecek” demiş Kadir İnanır.
Bazı acıların dili, dini, sınırları, zamanı, mekânı yok. Gezip dolaşırken ve kendinizi turist sanırken zamanın kelepçelerinden kurtulup binlerce, yüzlerce, onlarca yıl sonra kuş olup üzerinize konuyor, taş olup yüreğinize çöküyor da insan yerlerinizi ağrıtıyor.
Birhan Keskin’e selâm olsun.
İşte Kapı filmi, bu acıların dile gelmiş, isme, cisme, renge bürünmüş hali.
Yazarımızın diğer yazılarını okumak için lütfen buraya tıklayın.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

1 thoughts on “MEZOPOTAMYA’NIN ‘KAPI’LARI / Berrin Yelkenbiçer

  1. Nebalet Özkök dedi ki:

    Harika bir sunum.Binlerce yıldır yaşanan acıların,savaşların,zaferlerin yaşandığı kadim toprakların ağırlığını üstünde hissediyor insan. Kapı Filmini mutlaka izleyeceğim. Teşekkürler.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir