Hülya jp
Hülya Duman

İki Kitap Kurdunun Lüzumsuz Kadın/Rabih Alameddine Üzerine Konuşmalarıdır. Bölüm:2

“ Sizi sevmek bir intihar saldırısıdır.

  Beyrut’u Telaviv’ den özlemek gibi

  oda dolusu kurumuş gül gül ve rüzgar bırakarak

  gözlerinizde mülteci olmamak için

  yurduma gider gibi matmazel,

  bu akşam Sabra Şatilla’da ölebilir miyim”*

“Hatırlamak, şu anımı yiyerek ziyafet çeken habis bir tümör” diyor,  Aaliya. Hatırlaya hatırlaya yol alacağız biz de. Bu bölüm onun anlattıkları ve  çağrıştırdıklarıyla ilerleyecek, Beyrut sokaklarına, aile yapılarına bakacak, karakterleri tanıyacağız. Aaliya’nın eşsiz yorumlarıyla edebiyat dünyasının karakterlerinde soluklanacağız, hayretler içinde!

Evet, Gonca nerede kalmıştık?
Gonca: Aaliya’nın kaderi kadar Beyrut’un kaderi de kederlendiriyor bizi ve bir yerde Aaliya’yı Beyrut’tan daha cesur buluyorum.
Tam bu noktada Ahmad takılıyor markajıma. Ahmad’a kitapta makul oranda yer veriliyor ama Aaliya’nın ondan ‘benim Ahmad’ım’ diye söz etmesi aslında Aaliya’nın hayatına çok daha fazlasıyla sızmış olduğunu düşündürüyor bana.
Ahmad ile 1967’de kitapçıda tanışıyor Aaliya. ‘Düzen Adamı’ adlı kitabı okumaya geliyor her gün ve 4 yıl boyunca hiç para almadan kitapçıya uğruyor. Aaliya’dan yaşça küçük ama aralarında bir bağ kuruluyor. Kitapların okuma sevgisinin oluşturduğu, sorgusuz sualsiz bir bağ bu.
Daha sonra Ahmad’ı Aaliya’dan uzakta bir yerde buluyoruz.
Katıldığı örgütte ‘Mütenebbi’ takma adını alıyor Ahmad. Yazarın karakterlerine ihtimamını görüyoruz bu isimde. Zira Mütenebbi, 10.yy.da yaşayan şair “Ahmed bin Hani el- Hakemi”’nin de takma adı. Tefekkür ve umut eden anlamlarına geliyor. Bir örgüt üyesi için fazla edebi, fazla nahif bir isim bu.
İç savaş başladığında Aaliya destek almak için Ahmad’a ulaşıyor. Ona ulaşmasıyla o eski dostane bağ çok farklı bir yerde düğümleniyor. Şaşırtıyor okuru ama Aaliya’nın çok da şaşırmadığını görüyoruz. Ahmad, Beyrut’tan bir parça. Gerçek bir parça. Geldiği konumdan gittiği sona, yitmişliğine kadar. Sanki tüm Beyrut böyle bir bir kopuyor parçalanıyor gibi bir his doğuruyor.
Bir diğer karakter ise Hannah.
“Hannah’ı tanıyana kadar sesimin bir sığınağı olmamıştı” diyerek okuru da Hannah’la dost kılıyor yazar. Ve tüm olumsuz düşüncelere inat nevi şahsına münhasır kadın karakterler yaratıyor tıpkı apartmandaki üç cadı kadın gibi.
Tabii Hannah, Aaliya’nın da okurun da kalbinde farklı bir yerde.
Hannah’la birlikte Beyrut’ta kız çocuğu olmanın rengini daha da net görüyoruz. Beyrut sanki kadını bir şekilde sona sürüklüyor. Direnmek içinse Aaliya olmak gerekiyor.
Üst kattaki sevimli üç cadıya geçmeden aile ve aile yapısı üzerinde duralım isterim. Beni en çok acıtan yerlerdi.
“Marguerite Duras’la bağ kurabiliyorum, Alice Munro’nun vücuduna bürünebiliyorum ama kendi öz annemle bağ kuramıyorum”.
..
“Anneme baktıkça onu daha çok bir Çehov karakterine benzetiyorum uzun bir yolculuğun arifesinde dinlenir gibi … annem, bana ait olmayan sisli bir dünyada yaşadı. Rembrandt’ın annesinin tablodaki yüzü anneminkinden daha tanıdık”
Şu cümlelere ne dersin Gonca?
Gonca: Aaliya ile annesi arasında sağalmaz düzelmez bir kopukluk var. Yazar, Aaliya’nın  zihnindeki  anneyle de bir medeniyeti sorgular, onun azametinin sonuna geldiğimizde elimizde akıl almaz bir çığlık kalır. O, uçup giden bir sesten ziyade somut bir kalıntıdır, bir ağrıdır ve bir tükenmişlik anıtıdır.
Bu imge, Aaliya’nın korkularıdır… Kaçtığı ve kurtulamadığı…
Öte yandan bu bölümde eskimeyecek bir Orta Doğu perdesi de vardır; oğlan çocuğu masalı!
Baba öldüğünde evdeki erkek kardeş sihirli bir şekilde evin erkeğine, reisine dönüşür ve öyle kalır.
Kültürlerarası benzerlikler! Evet, evet dikkatimden kaçmadı güzel yere getirdin Gonca. Ezilen, sonra da aynı ezilmişlikle kızını, gelinini ezen kadınlarımızın davranış biçimini buldum karşımda… Anne onca ezilmişlikle Aaliya’nın kaldığı büyük evi kızına hak görmeyip “Sen teksin, ağabeyinin ailesi var, çık bu evden ağabeyine ver” diyordu. Bizim Anadolu toplumunda da yok mudur bu kayırma, önceleme hikâyesi; yemeğin iyisi, tarlanın verimlisi, paranın çoğu erkek evlada haktır. Tam da aynı sebeple Aaliya’nın kapısına; cüretini feodal gelenekten alan ailesi zorbalıkla dayanmıştır. Bu dayatmadan, olası suistimalden kurtulması en etkileyici sahnelerden biriydi benim için. Yukarı kattaki üç cadıdan Fadia’nın elinde tüfekle Aaliya’nın yanında durması ve aileyi geri püskürtmesi nasıl da ferahlatıcıydı.
Gonca: Evet, öte yandan ne olursa olsun oğlunun evinde, yanında ölmek isteyen bir geleneğin sesi tırmalar kulakları. Anne kızını tanımadığı için değil, ait olduğu yere gitmek, oğlunun ve gelininin oyununu bozmak için kadınsı son gücünü kullanarak rolünü oynar.
Şimdi tekrar Aaliya’ya dönelim. Aaliya çokça da Rabih Alameddine çünkü!
Gonca: Evet. Aynı zamanda birlikte zerrelere ayrılan, tekrar doğrulan, tekrar vurulan Beyrut’un da hikâyesi…
 Ve elbette Alameddine’nin özleminin hikâyesi.
Rabih Alameddine, bu gereksiz uzantıdan bir karakter yaratmış onu edebiyat havuzunun içinde yoğurmuş, Beyrut’un iç savaşından kalkan toz bulutlarıyla kaplamış bir Arap rapsodisi içinde büyütüp, Pessoa’nın ellerine teslim etmiş. İnancın, geleneğin, kan bağının ve giderek tüm insanların zincirlerinden kurtarmış, muazzam bir evrensel kültür yüklemesiyle, okumaktan ağrıyan sırtının acısından çok, zevkini duyan dev bir kadın yaratmış.
Rabih Alameddine, inanılmaz bir okur aynı zamanda.
Kahramanlarını,  yaralarını, kültürünü, duvarları çiçek bozuğuna durmuş sevgili Beyrut’unu anlatırken karşınıza müthiş bir veri dosyasıyla çıkıyor. Yetmiyor, üstüne zekâsını, keskin mizahi dilini ve tespitlerini ekliyor. Hayran olmaktan, belleğinize ödünç almaktan ve kendinize miras yapmaktan başka çareniz kalmıyor.
 Bakınız:
“George Santayana’nın “Geçmişi hatırlamayanlar onu tekrar yaşamaya mahkumdur” teranesini kazıyabiliriz.
Nietzsche’ye sor “sonsuz geri dönüş” veya Hegel’e “tarih tekerrür eder” ya da James McCourt’a “tarih hıçkırık” gibi yineler.
Beyrutlular şehirlerindeki savaşlara karmaşık bağlarla örülmüşlerdir
Ben daha çok Mark Twain sözünü seviyorum tarih tekerrür etmez ancak kafiyelidir.
İsrail ne zaman cinai maçoğlunu sergilemek için felekten bir gece çalsa biz travma geçiririz ama hemen bir açıklama getirip, üzerinde durmayız. Onlar bizim gibi insanlar değillerdir. Bu sürekli aletinin ne kadar büyük olduğunu ispatlama derdinde olan bir komşuyla yaşadığımız için ödediğimiz bedeldir.
Eminim İsrail’ den kendini büyük görme hastalığının paçalarından aktığı bu cüce devletten hoşlanmadığımı fark ettin yine de saygı duyduğum pek çok dev de yahudidir.
Gel de katılma! Bir iki şeye daha değineceğim Gonca. Son zamanlarda kafamı çok kurcalayan meselelerdi. Burada bulunca çok sevindim. Dinle bak!
 “Alain Robbe-Grillet bir keresinde, romanın başına gelen en kötü şeyin psikolojinin sahneye çıkışı olduğunu yazmıştı” Bu cümleyi okuduğumda güldüm. Rabih dedim, keşke Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü de okusaydın! Bak orada da Dr. Ramiz karakterine şunu söyletmişti, Tanpınar.
 “Psikanaliz çıktığından beri herkes biraz hastadır
Son zamanlarda metinlerin, dizilerin, sinemanın çoğunda rastladığımız bir saplantı var ki Rabih Alameddine tam da buna isabet buyurmuş:
“Karakterlerinin davranışının ardında bir motivasyon olmasını beklediğimizi anlatmak istediğini düşünebilirsin. Sürekli bir nedensellik ilişkisi kurmak! Örneğin kadın kahramanın aşkı yaşayamama nedeni taciz edilmiş olması.”
Haftanın dört günü Gülseren Budayıcıoğlu dizileri izliyoruz biz de değil mi, o da yetmiyor; You Tube kanalları, kitapları, sinemalar vs.
“Ancak, anlaşılan o ki insan açıklamalardan kurtulamıyor; sürekli olarak kendimizi ve her şeyi açıklarız; çevremizdeki her şeyi, kendimizi bile mahvetmeyi başarana, kendimizi ölümüne açıklayana dek.
Herkesin bir açıklamaya ihtiyacı vardır. Nedensellik süsü vermek! Hiçbirimiz acının tesadüfü doğasıyla nasıl başa çıkılacağını bilmiyoruz.” 
Tokat gibi değil mi, Gonca? Ben bu bölümde çok keyiflendim. Başımıza gelenlere sürekli nedenler aramak,  bulmaya çabalamak; illa ki peşine düşüp, bulabilince ya da o zan ile rahatlayabilmek. Hani nerede eskilerin tevekkülü, olduğu gibi alıp, göğsümüzde yumuşatabilme gücü? O bitmek bilmeyen ve çok tüketici olan açıklama ihtiyaçları da neden, ah..!
Gonca: Benzer şekilde başka bir ayrıntı daha “Yaşlanmak sızlanmaktır” diyor çok gerçekçi!
Bugünlerde yayımlanan kitapların çoğu bir dizi sızlanma ve onu takip eden aydınlanma ve aşmışlıktan oluşuyor. Her şeyin üstesinden geleceğiz falan” Alameddine, sadece iyi bir okur da değil sorgulayan, çözen, saptayan hakkı ya da haksızlığı teslim eden de.
Has edebiyatla vitrin süsü işleri ayırıyor. Onu boşuna sevmedik. Öte yandan Aaliya’nın dostlarına bakıp, tat almamak mümkün değil. Pessoa ile çok iyi anlaşıyor, Sebald’i, Spinoza’yı ve diğerlerini seviyor. Nabokov’u “sinsi Nabokov” diye çağırıyor. Kahkahayı basıyorum. Aaliya gibi hissetmek nasıl da mutlu ediyor beni. Onlarla bir muhabbette ki sorma! Seni de dışarda tutmuyor, katıyor içine. Nasıl da keyifli ve ara ara okunası.
Yarattığı bu korkusuz, çılgın, estet karakteri, Aaliya’yı sevmemek de imkânsız. Onun kendine nasıl emek verdiği, müzik keşifleri “30 yaşımda tek bildiğim Chopin’di, nasıl müzik dinlemem gerektiğini öğrenme zamanı gelmişti…” ve daha niceleri.
Çeviriye âşık bir kadın yaratarak, Aaliya üzerinden müthiş bir derleme yapmış yazar. Çeviren kişinin, çevirmenin yazar kadar önemli olduğunu vurguluyor ki son yıllarda, edebiyatseverler arasında da kitap çevirileri ve çevirmenler arası lezzet farkı sıkça konuşulur oldu. Rabih Alameddine, bu konuyu yazarlar üzerinden örnekliyor ki değme gitsin tadına!
“Marguerite Yourcenar’ın, Kavafis şiirini, Fransızca’ya çevirirken şiirleri nasıl değiştirip, kendi şiirini yaptığını Kavafis değil de Yourcenar’ı okuyor olduğumuzu söylesek haksız olmayacağımızı ancak Yourcenear çevirilerinin de kendi içinde ilginç bir konu olup, Kavafis’e zarar verirken şiirlerini şampanya gibi başka yepyeni şeye dönüştürdüğü gerçeği…”
“Walter Benjamin Çevirmenin Görevi’nde şunu der ‘Eğer çeviri özü açısından özgün yapıtla benzerliği amaçlasaydı, o zaman çeviri diye bir şey olanaksızlaşırdı.’
Yani, kendine has kafa karıştırıcı üslubuyla eğer bir sanat eserini çevirirken eserin aslına çok yakın olacağım diye uğraşırsanız özgün eserin içeriğini yüzeysel olarak göstermede ve içindeki bilgiyi açıklamada başarılı olur ancak eserin sözcüklerle ifade edilemeyecek özünü kaçırmış olursunuz. Başka bir deyişle işin önemsiz yanlarıyla meşgulsünüzdür.”
Bununla beraber çeviride özü de közü de kaçırmış olanlara da haksızlık etmeye gönlü el vermiyor yazarımızın ve onları tüm çabaları için alkışladığını söyleme inceliğini ihmal etmiyor.
Evet, iki bölüm de yetmedi konuşmaya. Hakikaten öyle çok ayrıntı var ki bizi mest eden. Toparlayalım yavaştan ekleyeceklerin varsa ekleyelim Gonca
Gonca: Kitabın metaforlarına bakarsak kulaklarımızı şu an dahi tırmalayan bir çığlığa odaklanırız ilkin. Evet, çığlık bir dışavurumdur, çaresizliğin titreşimidir, bir şoke olma resmi, bir imdat koludur, uzar gider. Tüm bunların dışında bir annenin kızını görünce attığı çığlıktır okuru etkileyen.
Bu çığlığın nedeni, Aaliya gibi okuru da meşgul eder. Ben, annenin çığlığında Beyrut’un yazgısını duydum. Beyrut’un kan kaybedişini, oğullarının cesetlerini ve kızlarının yok sayılmalarını! Bu bir hafıza yitimi değildi bence, bir ah, bir ağıttı. Nitekim sonrasında pişmanlıkla Aaliya diyen annenin, o suskun annenin, kızının mavi saçlarına kelimeler sarf edişindeki çırpınışı bunu destekliyordu.
Hadi şimdi muhteşem Beyrut’un cadılarını ziyaret edelim.
Gonca: Joumana, Marie-Therese ve Fadia
Onlar, Beyrut’un kadınları…
Onlar, modern zaman kadınları. Fadia, asi olmayı, farklı olmayı başarmış görünüyor olsa da özeline odaklandığımızda kanayan yarayı görebiliyoruz. Onları her sabah kahve sohbetinde buluşturan şey; birlik olup, bir olup zamana ve geçmişe karşı diri durmak. Aaliya’nın elinin tersiyle ittiği dünyada var olabilmek. Aaliya’yı ayakta tutan şeyi, romanlarındaki kalabalık dünyayı keşfedemeyen, bu nedenle birbirlerine sığınan kadınları; romanın sonunda tek bir hamlede, o müthiş kadın dayanışmasıyla temize çekiyor yazar. Aaliya’nın elinden kayıp gitmekte olan ömrüne kol, bacak, omuz olma gayretleri ile. Feminist bir kıvılcım sıçrıyor damarlarıma…
Rabih Alameddine’ye sarılıyorum ve diyorum ki; ne güzel Beyrut’un kadınlarının nezdinde tuttuğunuz her kadın eli için teşekkürler.
Gonca gerçekten bu teşekkürü ve alkışı öylesine hakediyor ki yazar. Kendisini muazzam bir kıvraklık ve incelikle bizim Rabih yapıyor.
Tam herşeyin bittiği anda olan dayanışma ile umudu tekrar dürtüyor ve kucağımıza koyuyor, yüzümüzü yeniden güldürüyor, Rabih
“Mari–Therese nin merdivenleri tırmandığını duyuyorum. Sahanlığımda duruyor şu an. Cadılarla öğlen yemeği yemenin zamanı geldi. Yourcenar’ mi çevireyim, Coetzee mi?
Marie-Therese zili çalarsa bir sonraki projem, Hadrianus olacak kapıyı tıklatırsa, Barbarları Beklerken”
Kitabın beni şaşırtan ve çok da mutlu eden inanılmaz sonunu burada açık etmek istemiyorum. Ama o son sayfaları “kadın kadının kurdu” yerine bambaşka bir sıcaklık bırakarak, bitirmesinden ötürü minnettar kalıyorum. Hem sağlam kadın duruşu, hem de daha ayrıştırmadan gidersek insani duruş için, kollarım yettiğince sevgiyle kucaklamak istiyorum kendisini.
 Bu muhteşem sonun bana hatırlattığı Kızarmış Yeşil Domatesler (Yönetmen: JonAvnet. Senarist: FannieFlagg) filmine de bir selam gönderelim.
Sizi umutlu bırakmak istiyorum ama film demişken, İçimdeki Yangın (Yönetmen: Denis Villeneuve. Senarist:Wajdi Mouawad) filmini de şuraya not düşelim.
İyi ki buldum seni Gonca. Hiç karşılaşmasak da Aaliya ve seninle yolumun kesişmiş olması harika bir duygu.
Gonca: Yazarı okumak, Aaliya’yı tanımak ve seninle konuşmak bana da inanılmaz keyif verdi. Yaşasın kitaplar ve kitap dostları.

*Fadıl Öztürk

 

hulya.duman

@deu.edu.tr

* k.i.t.a.p_g (Gonca’nın kitap tanıtımlarının olduğu instagram sayfası)

 

 

Yazarımızın diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir