İki Kitap Kurdunun, Lüzumsuz Kadın/ Rabih Alameddine Üzerine Konuşmalarıdır!
Lüzumsuz hissettirilen kadınlara atıfla…
“Her yere yetişilir hiçbir şeye geç kalınmaz” diyor şair ama şu ahir ömürde kitaplara yetişebilmek mümkün değil. Gönül ara ara klasikleri özleyip bir daha okumak istese de, edebiyat dünyasının durmaksızın çağıldayan şelalesinde yeni çıkan eserlerin ve yazarların çekim gücünden kurtulamıyorum.
Lüzumsuz Kadın’ı ilk gördüğümde Sait Faik’in Lüzumsuz Adam’ı geldi derhal aklıma. Yok, yok sadece isim benzerliğiymiş…
Sayfalar seri halde akarken şaşkınlığım büyüyor, sık sık kendi kendime gülüyor, konuşuyordum. “Evet, tam da bu Aaliya! Ama nasıl olur, benim gibi düşünen bir roman kahramanı var karşımda.”
“Edebiyat benim kum havuzum. İçinde oyunlar oynuyor, kaleler, duvarlar inşa ediyor, şahane zaman geçiriyorum.”
Şaka mıydı bu! Kitap bitiyor ve duygum değişmiyordu. Hani bazı kitaplarda okuyan başka biriyle konuşma ihtiyacı basar ya insanı, öyle. Kitapla ilgili araştırma yaparken “DİPÇE” başlığı altında dikkatimi çeken, kısa ama vurucu kitap yorumuna çarpıyorum. Sarsıntının gücüyle epey bir araştırıp buluyorum Sevgili Gonca’yı*. Başlıyoruz kitapla ilgili konuşmaya. Akış öyle hızlı ki çok sonra öğreneceğim Ankara’da genç bir edebiyat öğretmeni olduğunu. Sonra kendisine teklif ediyorum ve sohbetin ham halini de düzenleyerek size taşıyorum.
Kitapla nasıl tanıştın?
Gonca: Doğrusu kitaptan ve yazardan habersizdim. Kitabı, Dr. Saeed Yousefian adlı İranlı bir arkadaşım önerdi ve roman kahramanından kendime dair şeyler bulacağımı belirterek merakımı yükseltti. Böylece geçen yıl mart ayını Lüzumsuz Kadın‘la birlikte, bahsi geçen kum havuzunda oyunlar oynayarak geçirdim.
Gonca ben kitaba başladığımda uzunca bir süre yazarı kadın sandım. Meğer yazarımız erkekmiş. Sende böyle bir yanılsamaya kapıldın mı?
Gonca: Yazarın dişil bir dili var. Bu yanılsamanın sebebi bu sanırım. Yarattığı karakter Ortadoğu’nun gerçeği ve yazar bu gerçeği olabildiğince etraflıca görmeyi başarmış. Bu durum o karanlık dünya içinde tutunacak bir dal olabilir mi, diye umutsuzca bir umuda tutunmak istiyor insan. Böyle sıra dışı bir kadın karakterin yaratıcısını merak ediyor okur.
Rabih Alameddine’i biraz da bu güzelliğinden ötürü tanımak istiyoruz.
1959 yılında Amman-Ürdün’de dünyaya geliyor yazar. 17 yaşına kadar ülkesinde yaşıyor daha sonra mühendislik eğitimi almak üzere ABD’ye gidiyor. Fakat farklı unvanlarla tanınıyor: Ressam ve yazar Rabih Alameddine.
Sanata ve edebiyata tutunmak gereği hissediyor anlaşılan.
Lüzumsuz Kadın‘dan da yola çıkarak o aynı zamanda iyi bir okur diyorum.
Bir röportajında resimleriyle gurur duyduğundan ancak yazar olarak kendini daha rahat hissettiğinden bahsediyor.
Türk okuru da onu yazar olarak tanıdı diyebiliriz.
Türkçeye çevrilmiş başka kitabının olmaması bize haksızlık değil mi ?
Gonca: Evet, kesinlikle aynı fikirdeyim. Karakterlerime aşık bir yazarım, diyen bir yazarı daha çok okumalıyız. Buradan çağrı olabilir yayınevlerine.
Bombalanmış, saldırıya uğramış evinde yalnız yaşıyor kahramanımız, Aaliye Salahi.
Yalnızlığı kendi tercihi. İnsanlardan kaçıp kitaplara, yazarlara, metinlere sığınmış biri. “Yalnızlığın çaresi tecrittir” derken aklımın ipleri uçuyor, gözlerim irice açılıyor, geniş bir gülümseme yayılıyor yüzüme.
Ah, Aaliya!
22 yaşından itibaren her ocak ayının ilk günü bir kitap çevirmeye başlıyor Arapça’ya; metnin hem Fransızca, hem İngilizcesini okuyarak.
Şehrine bombalar yağarken, kendi sığınağında kitaplar çeviriyor Aaliya
Tüm kutsal kitapları ezbere bilirken inançsız olmayı seçen Aaliya, 37 kitap çeviriyor.
Ritüeli de var üstelik adeta ibadet eder gibi… Her yılın ilk günü törensel bir banyo yapıyor. Sonra Walter Benjamin için iki mum yakıyor.
Işık olsun (Eski Ahit’in Yaratılış bölümü)
Kendisine bin bir çeşit çiçekten oluşan ve kendisini tüm kötülüklerden, çirkinliklerden koruyan bir bahçe oluşturmuş. Daha da güzeli, ne görünür olmaya ihtiyacı var ne de alkışa. Çevirdiği 37 kitabı kimseye okutmadan kutulara koyup, evin kullanılmayan eski bir odasına kaldırıyor. “Önce yaratır sonra kutuya kapatırım”! Ne diyorsun Gonca?
Gonca: Bencil bir anneden artakalan sevgisiz bir evlat, başarısız bir evlilikten artakalan sahipsiz bir dul, babasız, çocuksuz, kocasız; o gereksiz bir uzantı, lüzumsuz kadın Aaliya!
“Uzun zaman önce tüm benliğimi kelimelere duyduğum kör bir tutkuya adadım.” diyen bir kadın karakter var karşımızda.
Yaşama başlama hikayesi hiç iç açıcı olmayan bir kadının hayata resti mi bu cümleler diye düşünmeden edemiyorum.
Hikaye, esasında çok tanıdık. Beyrut’ta dünyaya gelen Aaliya, iki yaşındayken babasını kaybediyor ve anne gelenekler gereği evdeki diğer erkekle yani Aaliya’nın amcası ile evlendiriliyor. Ardından üvey kardeşler, amca-baba dediği bir adam ve ayakta durmaya çalışan bir anneyle 16 yaşına kadar geçen bir çocukluk ve ilk gençlik dönemi.
16 yaşında evlendiriliyor Aaliya. Dört yıl süren örtülü yalnızlık dönemi eşinin boşamasıyla resmi yalnızlığa evriliyor. O artık boşanmış bir kadın olarak bir anda farklı biri olmaya itiliyor. İşte, Aaliya’nın resti burada başlıyor. Beyrut’a, annesine, üvey kardeşlerine, herkese…
“Beyrut’ta o yıllarda boşanmış çocuksuz kadınlar pek sevilmezdi. Bu duruma kendim düştüm. Basit, rahat ve münasip bir düşüş oldu.” diyor Aaliya.
Bak, bu alay eden, tiye alan hallerine bayılıyorum Gonca. İzninle bir yan sapağa dalıp, hemen yine sana bırakacağım sözü. Daha önce saptamada bulunup, bir arkadaşıma söylediğim “Sen aynı sen olsan da boşanmış kadın prestij kaybı yaşar bizim toplumumuzda, hatta başta aile içinde” cümlemin benzerini Aaliya kuruyor. “Faida, ben çiçeği burnunda gelinken bana hayrandı; boşandığımdaysa beni küçümser olmuştu.”
Ne de olsa şark kültürüyüz, illaki benzerlik olacak değil mi? Devam edelim lütfen.
Gonca: Romanın başında, kullanma talimatını okumadan saçlarına fazlaca uyguladığı Bel Argent marka şampuan nedeniyle mavi saçlı, 72 yaşındaki Aaliya ile karşılaşıyoruz. Geriye dönüşlerle Aaliya’nın kişisel tarihiyle beraber Lübnan’ın bahtsız tarihine de yol alıyoruz.
Karakterlere geçmeden Lübnan’ın acılı yakın ve yıkım tarihini konuşalım isterim.
Kitapla beraber aklımın bir yanı kendi kişisel tarihimde de yer bulan, medya aracılığıyla tanıklık ettiğim, Lübnan iç savaşına takılı kalıyor. Yan okumalar ile daha net anlamaya ve hatırlamaya çalışıyorum. Bu arada hazırlık esnasında farkında olmadan Arapça şarkılar dinlemeye başladığımı fark ediyorum. Aailiya’nın bahsettiği ve kendi bildiklerimden. Şarkılar daha hissederek yazmamı sağlıyor. Evet, kesinlikle bana Lübnan’a giriş bileti kesiyorlar. Okurken size de öneririm.
Bir tarafı Akdeniz’in laciverdimsi denizi, öte yanı tepeleri bembeyaz dağ; üstlerinde daima kar olması nedeniyle hep beyaz görünen minicik bir ülke, hani neredeyse bizim bir kentimizden bile küçük.
Akdeniz’e kıyısı olması nedeniyle denizci bir millet olan, Fenikeliler tarafından yurt edinilir ve dağlarındaki hiç erimeyen kar nedeniyle adı; “beyaz” anlamına gelen Lübnan olur.
Fenike sonrası çok fazla medeniyet var; Asur, Babil, Pers, Roma, Osmanlı, Makedonya, Suriye gibi.
1500’lü yıllarda Roma baskısından kaçan Hristiyanlar, bu dağlara gelmiş.1517’ de Yavuz’un fethi ile de 400 yıl Osmanlı bekasında kalmış.
1.Dünya Savaşı sonrası, eski gücünü yitiren ve yenilen devletler arasında saf tutan Osmanlı’dan kurtulmak isteyen bir Arap milliyetçiliği var. Ne ki yağmurdan kaçarken bu sefer de Fransa ve İngiltere’nin sömürgesine giriliyor. 2.Dünya Savaşı’nda, Nazilerin Fransa’ya girmesiyle Fransız mandasından kurtuluyorlar. Ancak Fransız gölgesi daha uzun zaman devam ettiği için Fransızca’ da Arapça kadar yaygın kullanılan bir dil oluyor, hatta İngilizce ’de.
Bunca medeniyet sonrası haliyle Lübnan’da farklı din- mezhep ve parçalı etnik bir yapı oluşmuş. Denge içinse yönetim her bir din grubuna yayılmış. (Cumhurbaşkanı Hristiyan, Meclis başkanı Şii, Başbakan Sünni şeklinde). Öyle ki bu denge bozulmasın diye 1930’ lardan beri ülkede nüfus sayımı yapılmamaktadır.
Bağımsızlık sonrası adına Kudüs’lü dahi dedikleri annesi Lübnanlı Yusef Beydoz, Arap-İsrail savaşının ardından Lübnan’a yerleşir. Bankalar kurarak, dünya zenginlerini, lüks otel ve kumarhaneler ile de sanatçıları buraya çeker. Ve işte bu dönem ülkenin özellikle başkentinin yıldızının parladığı, büyüyüp geliştiği, Ortadoğu’nun Paris’i yada Zürih’i denildiği yıllar.
Beyrut’a geleceğim…
Bu yıllarda Lübnan’ın komşuları Libya, Mısır, İran, Suriye arka arkaya askeri darbeler yaşamış. Sadece askeri çevre zenginleşirken, Lübnan bunları yaşamamış tüccarlar cumhuriyeti olmuş, başkenti de Ortadoğu’nun yıldızı haline gelmiştir. Tanıdık geliyor mu?
Peki, 1950’ li yılların bu şaşalı dönemi nasıl mı biter?
1960’lı yılların ortalarında Arap – İsrail arası gerilir, Lübnan’ın da kaderini değişir. Filistinliler nedeniyle İsrail’e karşı savaşan Mısır’a destek verince tüm yatırımcılar çekilir, rüzgar yön değiştirir, bankalar iflas eder.
Aslında bölgedeki ortak kader, 1948’de İsrail Devleti’nin kuruluşuyla ortak kedere dönüşür. “Nakba” (Filistinliler açısından felaket olarak görülen İsrail Devleti’nin bağımsızlık ilanı ve ardından gelişen olayları nitelemek için kullanılır).
Aklıma birden üzerinde hiç düşünmediğim; Mor ve Ötesi’nin “Nakba” isimli şarkısı geliyor:
“Kutlayanım var, ağlayanım da
Bak sana bayram, bana bomba
Kutlayamazsan ağla yanımda
Ruhumu al da yüzleş aklınla”
Ne tesadüf ki Gonca ben bu okumanın öncesinde Filistinli yazar, Adania Shibli’nin “Küçük Bir Ayrıntı” kitabını okumuştum. Nakba sonrası topraklarından koparılan öldürülen, kıyılan Filistinlileri anlatıyordu. Ne acı, ne acı! Olan hep halklara oluyordu.
Savaşlar, her zaman insanın; kadın, çocuk, erkek demeden silindir gibi üstünden geçer. Hatta doğanın, börtü böceğin de.
Neticede yaklaşık 700 bin Filistinli topraklarından sürülür, kıyıma uğrar. Kurtulanlar, Ürdün ve Lübnan’a göç eder. Elbette ellerindeki silahlarla. Düzenli bir orduya sahip Ürdün, Filistin Kurtuluş Örgütü’nün(FKÖ) İsrail’e kendi topraklarından saldırıların önünü keser, FKÖ’de Lübnan’a kayar. Ve İsrail operasyonlarını buradan yapmaya başlar. Lübnan Devletinin düzenli askeri gücünün olmaması FKÖ’yü neredeyse ayrı bir devlet yapar Lübnan’da… Artan gerilim, anlaşmaya zorlar. Anlaşmaya göre; FKÖ, Lübnan hükümetine saygı gösterip, tanırsa saldırılarına izin verilecektir. Bu anlaşma ile ülke 15 yıl sürecek iç savaşa sürüklenir.
Şuraya şöyle bir aşırı yorum koyarsak hiç de sakil durmayacaktır bana göre. Biliriz ki, iç savaşlara daima halkların arkalarında dolaşan gizli gölgeler arkadaşlık eder. Ortaya çıkmak için, zayıflık ve kargaşa anlarını sinsice beklerler..
Filistinliler, Lübnan’a gelince etnik yapı değişir. Müslümanların sayısı artar, gerilim tırmanır. Çok fazla etnik yapının olması iç savaş çıkması için sağlam bir zemindir. Tüm bu karmaşık yapıyı içinde barındıran, sırf bu denge için nüfus sayımı yapılmayan, okuma yazma oranı çok yüksek, 1970 öncesi herkesin tercih ettiği bir ülke olan, Lübnan; 1975 lerde, sağ- sol, Hristiyan- Müslüman, Filistin- Lübnan olarak ayrıştıkça ayrışır ve nerdeyse her ev silahlanır.
İlkin, Beyrut’ta kilise taranır sonra Falanjistler, Filistinlilerin olduğu otobüsü tarar. Ve buradan çıkarı olan, kaşıyan herkese unutulmayacak manzaralar çıkartır.15 yıl süren savaştan geriye ne mi kalır?
Geriye, tüm din ve mezhepleri hoşnut etmek isterken karnı mermilerle dolan, kolu bacağı kopan yanan, yaralı bir Lübnan kalır. Bu da yetmez iç savaş sürerken öte yandan Suriye ve İsrail işgali de kaymağı olur. Bölgesel ve küresel güçlerin de boş durmadığı savaşta silahlara veda edildiğinde(1991) geride yüzbinlerce ölü, yaralı ve göç kalır. Lübnan nüfusunun 3 katına yakını göç etmişken üstüne bir de ölümden beter bir yaşam süren Filistin kampları, Hizbullah ve bombalar…
1992 Hariri ailesinin dönemi başlar. İlk Hariri (Refik Hariri) yeniden küllerinden doğurmaya çalışsa da suikasta kurban gider.
Gonca sen karakterlere geçmeden Aaliya’ dan sonra Beyrut’a geçmek isterim.
Bana göre romanın baş karakterlerinden biri de Beyrut’tur.
Aaliya’nın “Beyrut varlığını Lübnan’ın dışında bir yerde sürdürüyordu; ayrıydı. Ortadoğu’nun bir parçası değildir” cümlesi de nevi şahsına münhasır bir başkent düşüncemi destekliyor.
Ece Temelkuran’ın Beyrut’ da yaşayarak yazdığı, “Muz Sesleri” geliyor aklıma: “Bu şehir büyük bir ön sevişme”. (Muz tarlalarında muz olurken çıkardıkları sesi hatırla!)
“Savaşa alışıklar; bir yerde bombalar atılıyor diğer yanda rakılar patlatılıyor” …
Bak Aaliya da benzer şeyler söylüyor. “Beyrut’ta yaşam fazlasıyla rastlantısal. Beyrut ve sakinlerinin ön görülemez olma konusunda şöhreti vardır. Avrupa’nın can sıkıntısıyla boğuştuğu sıkıldığı güvenilir ve her şeyin aynı olma haline zıt”.
Gonca: “Beyrut şehirlerin Elizabeth Taylor’ı; deli, güzel, dağınık, alt üst olmuş, yaşlanmakta ve daima dramların pençesinde. Beyrut da onun gibi, ne kadar uygunsuz görünüp görünmeyeceğine aldırmadan hayatını kolaylaştırma sözü veren herhangi bir karasevdalıyla hemen evleniverir.” Sözleriyle hem şehrin, hem Aaliya’nın hafızasında dolaşırız. Kadim bir kent, kadim bir kadın öyle bir bütündür ki; Alameddine Beyrut’tan bağımsız işleyemez Aaliya’yı. Görünürde şehirden muzdariptir ama onun muzdarip olduğu şehrin göbeğindeki inanç sürtüşmesidir, aldanışlardır, hayal kırıklığıdır. Kent de Aaliya’da yorgundur ve kabuğuna çekilmiştir artık. Aaliya kitaplar, mürekkep dünyasına kaçmakla tutunmuştur yaşama.
Geçmişi tekerrür değil, nakarat olan Beyrut ise, kafasını kuma gömmekle yaşamaya çalışır. Size Lübnan’ın güçlü sesinden bir şarkı ile veda edeceğiz. Siz, Feyruz’un “Li Beyrut” ağıdını dinlerken biz, ikinci bölümde roman, karakterleri ve çağrıştırdıklarıyla döneceğiz. Keyifli okumalar, iyi dinlemeler.
“Selam sana yüreğimin derinliklerinden ey Beyrut!
Kabul edin bu selamımı,
Ey denizler, evler ve eski denizlerin yeni yüzü çöller..
O ki benim halkımın hamurundan yoğrulmuştur, ekmeğim, içkim, yaseminim…
Ateşin ve dumanın tadı nasıl oldu?…
Kapısını kapattı Beyrut;
Kendisini sabah akşam el üstünde tutacak ve güzel günlere taşıyacak insanlara.
Sonra bir başına kaldı sabah akşam ve gecelerde.”
hulya.duman
@deu.edu.tr
* k.i.t.a.p_g (Gonca’nın kitap tanıtımlarının olduğu instagram sayfası)
Yazarımızın diğer yazılarına buradan ulaşabilirsiniz.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.
“Lüzumsuz kadın” kısmı; içerikte belirtildiği gibi kadın kadının kuyusunu kazdığından ve bu durum ortadoğu coğrafyasındaki insanların genetiğine işlediğinde ve yine aynı coğrafyada annesinin çektiklerini görmesine ve annesine düşkünlüğü gereğinden fazla olan coğrafya erkeğinin her nedense başta kızkardesi olmak üzere eşine bu davranislari mustehak görmesi ilginçtir.
Yazıda ortadogu coğrafyasındaki göçmen hareketleri (filistin) ve sonuçları benim daha çok ilgimi çekti. Anadolu coğrafyasındaki günümüz insanlarının çıkaracağı çok ders var. Görüyorum ki lubnanin bugunku durumu bizim geleceğimize ışık tutuyor. Düşündüklerimi irkci sayilabileceginden aktarmayacagim.
Her zamanki gibi güzel okunası bir yazı.
Teşekkürler
Osman senin gibi az beğenen çok eleştiren bir insanın beğenmesi ile havalara uçtum bilesin. Çok teşekkür ederim