????????????????????????????????????
Defne Karadağ

YARIMLIK

“Ben hep gidiyordum. Gittiğim her yere, onları da götürüyordum. Durmaksızın ilerliyordum; kendimi bir daha geri getirmemek üzere…”

Tekinsiz olduğu iddia edilen evlere dikkat ettiniz mi hiç? Bahsi geçen bu evler, çoğunlukla terk edilmiştir, sonra mutlaka şehir merkezine uzaktır ve tabii oldukça da eskidir; bitmedi, mezarlığın da tam dibindedir.

Bu iddia tam bir zırvalık. Aksine insanlardan uzak olan her şeyin tekin olabileceğine inanırım ben. İşte tüm bu safsatalara o zaman da inanmamıştım ve benim sığınabileceğim tek yer orasıydı, dışarıdaki tehlikelerden korunabileceğim tek yer.
Buraya gelişimin üzerinden kaç mevsim geçti bilmiyorum. Daha dün gibi geliyor bazı kereler, o kadar yakınımdaymış gibi hissediyorum her şeyi. Sonra bir o kadar uzak geliyor. Ana rahmine düştüğüm ânın bilinmezliği gibi kimseyi, hiçbir şeyi anımsayamıyorum. Nihayetinde buradayım, annemin doğduğu bu tekinsiz evde. Mıhlandım hatta; hiçbir yere, hiç kimselere gidecek de değilim. Köklerim sapasağlam ve bilindik, hafızalara yer edinmiş, öylesine güçlü. “Ninen” diyorlar “doksan yaşına kadar yaşadı, maşallahı vardı rahmetlinin, ölüm döşeğinde bile hinlik düşünürdü. Deden altmışında öldü, ah o ninen yok mu ninen, rahmetli az çekmedi o ninenden”.
Babam da annemden çekmişti. Sonra ben… Beni salyaları akan yüzlerce köpeğin önüne atıp etimin parçalamasına sebep olan o pezevenkten!
Herkes bir yerlerde, en yakınlarından en derinlerine açılmış, kapanmayan koca bir oyukla nefes nefese yaşıyordu işte. Sonra ölüm, son nefeslerinde ihtişamlı bir kurtuluş hikâyesi sunuyordu tepsiyle önlerine. Ve onlardan geriye, köklerinden olanları avuçlarını ovuştura ovuştura bekleyen lanetli bir miras bekliyordu.
Saat gecenin üçü, yattığı şilteyi kaldırıp altında bir şeyler arıyor, korkmuş gibi. Kamburuna aldırmadan şiltenin ağırlığını da hiçe sayarak tekrar kaldırıyor, diğer eliyle şiltenin altını yokluyor. Aniden bana dönüyor. Karanlığın hikmetine sığınıyorum. Göremiyor, sağına soluna bakıyor, çıkardığı hırıltılı sesler giderek artıyor. Nefesimin sesini duymasın diye iki elimle var gücümle ağzımı kapatıyorum. Avluya doğru yöneliyor, kilime takılıp düşecek gibi oluyor; telaşlanıyorum, son anda toparlıyor. Başına doladığı yemenisini düzeltiyor, avlunun tam ortasında bir süre öylece duruyor, sonra mutfağa doğru yürüyor ve gözden kayboluyor. Beklemekten yorulup uyuya kalıyorum.
Buraya neden geldiğimi çok soruşturdu köylü. Merak, insanı coşturan bir şeydi buralarda hatta yaşama tutunmalarını güçlü kılan bir sebep. Muhtarı, imamı, yaşlısı, genci, kadınları hepsi yokladı niyetimi. Ne işin var kızım bu dağ başında bir başına, aman kızım, sakın kızım, git buralardan kızım. Bitmedi zırvalıkları. Diyemedim; ölmemek için kaçtım bu dağ başına, etimin geri kalanını kollamak için attım kendimi bu harabeye. Ahırdan hallice olan bu evi adam etmeye gelecek kadar çıldırmış olamazdım ya. Onlar öyle sandı, dededen kalma bu tekinsiz evi hâle yola sokmaya gelmiş delinin teki olduğumu.
Saat gecenin üçü, odaya giriyor. Vücudu, kamburu daha da ağırlaşmış gibi öne doğru bükülüyor. Yorganın altında titreyen beni yine fark etmiyor. Karanlığa şükrediyorum. Yorganın ucunu yavaşça kaldırıp onu izliyorum, odanın köşesine çömeliyor. Odayı, beni nefes almama pişman edecek hayvan leşi gibi bir koku sarıyor. Dayanamayıp öğürüyorum yatağımın yanı başına. Kafamı kaldırıyorum, kendimi ele vermemin pişmanlığı ve ne olacaksa olsun umursuzluğu ile odayı kolaçan ediyorum. Karşı odanın kapısında beliriyor silueti. Bekliyorum, kusmuğuma baka baka uyuya kalıyorum.
Beni gördükçe yollarını değiştirmeye başladı köylü. Cüzzamlıymışım gibi bir kaçış bu. Korku ve iğrenme birlik olmuş gibi. Hepsinden daha çok aklım başımdaydı benim, sadece hayatta kalmaya çalışıyordum oysaki. Yüzüme kapanan kapıların, seslendiğimde duyulmayan cümlelerin, geri çevrilen ellerimin, hepsinin alacağı vardı onlardan. Yanlarına kalmayacaktı elbet. Azrail’le baş etmiş, bir pezevengi alt etmiş; peşindeki köpeklere izini kaybettirmiş bir Havva kızıydım ben! Burada bitmeyecekti.
Saat gecenin üçü; odaya taktığım gece lambasının yaydığı loşluk, zifirden besleneni rahatsız etsin istiyorum. Yüzü daha belirgin oluyor. Gözlerini o buruş buruş olan elleriyle ovuşturuyor, arada bir inliyor, ne beni ne de yeni taktığım lambayı fark ediyor. Ağzından çıkardığı dişliklerini elinde gezdiriyor. Odanın tam ortasında iki büklüm durup bir öne bir arkaya sallanıyor, iniltiler hırıltıya dönüşüyor. Elindeki dişlikler açılıp kapanıyor, hızlı hızlı tıkırdamaya başlıyor. Cesaretimi toplayıp yatağımdan kalkıyorum. Parmaklarımın ucuna basa basa yanına yaklaşıyorum. Kimsin sen diye sormak istiyorum hatta onu hırpalamak…
Mezarlıkta bir uğultu peyda oluyor. Öfkeli bir rüzgârla o uğultu, pencereden içeri üfürülüyor. Evin bütün kapıları açılıp kapanıyor, avludaki lamba yanıp sönüyor. Bir köşeye siniyorum, ellerimle kulaklarımı kapatıyorum, gözlerimi acıta acıta sıkıyorum. Yüzüme değen o delirmiş gibi savrulan rüzgârın leş kokulu bir nefese dönüştüğünü hissediyorum. Başımı dizlerimin arasına saklayıp ninemin öğrettiği ninniyi söylüyorum:
Hu hu hu kuşu
Uyu hadi dağ kızı
U-yu-mazsan gelirler
Seni alıp giderler
Hu hu huuu…

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 
 
 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir