AY IŞIĞINDA
Tutku ne denli kılık değiştirirse değiştirsin, karanlık oluşuyla bile kendini ele verir. Boşuna saklanmaya çalışan bir bakışın ardından tüm heyecanını açığa çıkarır. Hangi kılığa bürünürse bürünsün hep aynı ikiyüzlülüktür bu. Soğukluk ya da öfke, hatta kibir ya da nefret maskesini kuşanır ama iş işten geçtikten sonra.
Bin bir türlü kıyafeti olan bu karanlığın hikâyesini anlatmama izin verin. İyiden iyiye yeşile bürünen bahçe, çiçeklerini dökmüştü. İspinoz gün boyu ötüp durdu. Eskiden olduğundan daha güzel olduğunu düşünmeye başladığım küçük odamın iki penceresi akşama kadar açık kaldı. İlk zamanlar bazen elimdeki kitabı okuyor bazen de ispinozların şakımasını dinliyordum. Artık başlamak zorunda olduğum bir hayatın beni beklediğini düşünerek bu tam yaşama alışmaya çalışıyordum. Ara ara kısa uykulara dalıyor, uyandığımda etrafımdaki her şeyin yenilendiğine, değiştiğine şahit oluyor ve bir şeyler yemek istiyordum. Bazen cam kapısı salona açılan kilere reçel için uğruyor bazen de gündüzleri kimsenin olmadığı hizmetlilerin odasına ekmek almak için gidiyordum. Hizmetlilerin odasında gündüzleri yalnızca, kaçınılmaz son olan ölümün nedense unuttuğu, zayıf, uzun boylu, sakallı, yaşlılıktan iyice çökmüş görünen, dedemin ihtiyar aşçısı Gürbüz yatardı.
Mutluluk ve o günlerde kesinlikle başlaması gereken mutlu yaşam umutları… Bunun için derin uykulardan uyanmanın, ekmeğin peşine düşmenin, balkona kahve içmeye çağrıldığımı duymanın, kahveden sonra ata binmenin ve göz alabildiğine doludizgin sürmenin yeterli olduğunu düşünüyordum.
Ay büyülüydü. İspinozların bile sustuğu geç saatlerde uyanıyordum. Her yer öyle sessizdi ki beni uyandıranın o sessizlik olduğunu sanıyordum. Ama içimi birden bir korku sarıyor ve genç yaşta ortadan kaybolan, günlerce arandıktan sonra ölmüş olacağına inanılan küçük amcam Kamuran’ı anımsıyordum. Tam o sırada salonda bir gölge ortaya çıkıyordu. Gölge geldiği gibi bir anda yok oluyordu. Odanın yarı karanlığında belirsizce bir duvar köşesi beliriyordu. Açık pencerelerinin arkası ise aydınlıktı. Issızlığın aydınlığıyla bahçe parlıyordu.
Yerimden kalkıyor, salonun kapısını dikkatlice açıyor, dedemin bana bakan portresine göz atıyor ve mehtabın bulutlarla örtüldüğü kış geceleri unutulmaz saatler geçirdiğim bu odayı izliyordum. Oda olduğundan daha küçük görünüyordu; çünkü ay, yazın evin sazından dolaşıyor ve salonu görmüyordu. Kuzey penceresinin yanındaki ıhlamur, gölgesiyle pencereyi büsbütün örtüyordu. Buradan çıktığım balkonda gecenin güzelliği, acıya benzer bir duyguyla beni şaşırtıyordu. Her şeyin aynı olduğu, yağmur yemiş ot kokularıyla üzeri çiyli dulavrat otlarının kokularını ayırt edebildiğim o zamanlar başımdan geçenler neydi? Bir tarafı ay ışığıyla ışıldayan büyük çam, yalnızdı ve gökyüzüne yükseliyordu. Gökyüzünde ise küçük bir yıldız göz kırpıyordu.
Yıldızlar uzak ve küçüklerdi fakat öyle güzeldiler ki onlara karşı diz çökmek ve dua etmek istiyordum. Evin önündeki ıssız orman alabildiğine açık ve parlaktı. Dolunay, bahçenin üstünde tüm görkemiyle dolaşıyordu. Epeydir birbirimizi tanıyan ben ve ay, birbirimizden bir şeyler bekleyerek uzun uzun bakışıyorduk. Sonra gölgemle birlikte bin bir renkli ıslak otların üzerinde yürüyor, küçük göle giden ağaçlı yola dönüyordum. Ay da beni bağlılıkla izliyordu. Çevreye bakınarak yürürken ay, ayna gibi ağaç yapraklarının arasından bir görünüp bir kayboluyordu. Gölün çiy düşmüş kıyısına gelince duruyor, çevreye bakıyordum. O zaman ay da durup çevresine bakardı. Önümde, gölün kırılgan suları ve başlarıyla ayaklarını saklayıp uykunun tadını çıkaran ördekler dururdu. Gölün diğer tarafında tarlalar ve biraz uzakta köyün otlağı ve evlerin karartıları görünürdü. Olağanüstü bir sessizlik… Ben yürüdükçe ay da benimle yürürdü.
Böylece tüm bahçeyi dolaşır, hep aynı şeyleri düşünürdüm. Yaşamın o büyülü mutluluğunu, mutlu olmak zorundaki geleceğimi ve kuşkusuz Neriman’ı. Kamuran amcamı gittikçe unutuyordum. Hafızamda da çoktan ölmüştü. Misafir odasındaki fotoğrafından başka ne kalmıştı ki? Aynı dedem gibi, aynı babaannem gibi. Neriman ile yeni evlendiğinde çektirdiği resmin odada asılı olduğunu görür gibi oluyordum. Eski düşünceler yeniden aklıma geliyordu. Ona ne olmuştu, başına ne gelmişti? Bütün bunlar kocaman bir muammaydı. Şimdi olduğu söylenen yerdeki sonsuz yaşamına alışabildiğini sanmıyordum, çünkü yeryüzüne de alışmaya fırsat bulamadan kaybolmuştu.
Neriman’ı düşünmek gün geçtikçe daha fazla acı veriyordu. Gündüzleri bile baktığım her yerde, okuduğum, düşündüğüm her şeyde o vardı. İçimde onunla ilgili anıları, onu nasıl sevdiğimi, birlikte geçirdiğimiz vakitlerde dünyanın nasıl güzel olduğunu söyleyememenin acısı vardı. Kaygılı yüreğimde harlı bir ateşin beni yavaş yavaş nasıl sardığını, oradan içime işleyerek damarlarıma, iliklerime yayıldığını tutkuyla duyumsuyordum. Kamuran’ın kaybolduğu, öldüğüne inanılan o günlerde, Neriman onun yokluğuna kahroldukça, içimi acıyla birlikte büyük bir öfke kaplardı. Kendime ve içten içe yokluğuna sevindiğim Kamuran’a öfkelenirdim. Birlikte büyürken benden sadece birkaç yaş büyük olmasına rağmen, beni hep küçük görüp kolladığı günlerin kâbusu dolanırdı ay ışığının altında.
Ah Neriman! Kamuran’ı varlığında ne kadar sevdiyse, yokluğunda daha fazla sevmişti. Ne var ki zaman geçiyordu. O da yavaş yavaş bir masala dönüşmeye ve canlı simasını yitirmeye başlamıştı. Neriman’ı yalnızca şiirsel güzellikte bir kadın olarak algılıyor ve düşünüyordum. Bir gün mutlaka benimle olacağına inanmıyordum. Umudum yoktu. Fakat her şeye ve herkese rağmen, bunun böyle olmaması için ne gerekiyorsa yapmaya hazırdım.
O akşam hava kararırken yola çıktık. Neriman, babam ve ben, Neriman’ın ailesinin yaşadığı şehir merkezine gitmek için hazırlıklarımızı tamamlamıştık. O artık çiftlikte yaşamak istemiyordu. Kamuran, hayalinin dokunduğu her şeyde ve her yerde onunla birlikteydi. Bundan sonra kendi ailesiyle birlikte yaşayacaktı. Bu, onu artık istediğim zaman göremeyeceğim anlamına geliyordu. Neriman, Kamuran kaybolmadan önce de kendisine olan ilgimin farkındaydı fakat gözleri daima aşkla Kamuran’a bakardı. Onun bu bakışlarını bir an olsun kendime çevirebilmek için neler vermezdim. Ama olmadı. Neriman’ın gözü de kalbi de hep Kamuran’da kaldı. Şimdi de gölgesini benden mahrum bırakacaktı.
Tüm gece ağır yüklerinin altında ezilen zayıf atların aksak adımlarıyla ilerledik. Ne yolculuktu ama! Rüzgâr deli gibi esiyordu. Doğudan gelen bulutlar iyice kararmaya, gökyüzü giderek kızarmaya başlamıştı. Yarım saat kadar sonra rüzgâr daha da şiddetlendi. Ara sıra pembe, beyaz şimşeklerin tepemizde gürültüyle çaktığı zifiri bir karanlık çevreyi sardı. Çok geçmeden fırtına başladı. Şimşekler çıldırmışçasına yılanlarını aşağıya, üzerimize gönderiyordu. Paltomun dikleşmiş yakaları üzerinden gizlice Neriman’ı seyrediyordum. Bundan tarifsiz bir zevk alıyordum. Örtündüğü ceket sırılsıklam olmuştu. Ne bu cehennem ne de tufan umurumdaydı; aşkımın tutsağı olmuştum.
Düşen yıldırımlardan korunmak ve biraz dinlenmek için yol üzerinde gördüğümüz terkedilmiş bir ahırda konaklamayı teklif ettim. Küçük kafilemiz hırpalanmış ve yorgundu. Babam ateş yaktı. Atımın eyerinden indirdiğim çaydanlığa su koyup kaynadıktan sonra demledim. İkisinin de tek ihtiyacı olan şey sıcak bir çaydı. Bardaklarını doldurup uzattım. Neriman “Teşekkür ederim Tarık, çok naziksin” derken gözleri ilk defa beni keşfediyor gibiydi. Babam “Bu fırtına gece boyu sürer, dinlenip sabah çıkarız yola” diyerek aramıza girdi. Sanki Neriman o an üzerimdeki ilgisini kaybetti.
Çay bardaklarını ikinci kez doldurmaya niyetlendiğimde ikisinin de bakışları bulanıklaşmıştı, vücutları uykuya teslim olmaya hazırlanıyordu. Beş dakika geçmeden gözleri tamamen kapanmış, derin bir uykuya dalmışlardı. Şimdi Neriman’a dokunabilir, ay ışığında göle düşen hayaline sarıldığım gibi sarılabilirdim. Hatta belki de daha fazlasını da yapabilirdim. Tıpkı bahçede onunla el ele dolaşmayı hayal ettiğim gibi elini tuttum. Dudakları kıpırdamıyordu. Ufak, soğuk bir öpücük kondurdum. Bunu kimse bilemeyecekti. Neriman bile. Onun pürüzsüz, beyaz tenine dilediğim gibi, istediğim kadar dokunabilmek… Bu ihtiras dolu duygu tüm benliğimi kaplamıştı. O sırada, hiç ummadığım şekilde barakanın tam ortasına Kamuran’ın uğursuz gölgesi düştü. Bana öylece bakıyordu. Ben de ona baktım. Neriman’ın ve babamın çaylarına kattığım ilacın etkisi birkaç saate geçerdi. Ama benim işim de uzun sürmeyecekti.
Kamuran “Yapma Tarık!” diyordu acıyla, bıçağımın ucunu Neriman’ın pembe yanaklarında gezindirirken. İşimi burada değil, yağmurla birlikte çağlayan suların akan kanları alıp götüreceği dere yatağında halledecektim. Babam horul horul uyuyordu. Neriman’ı kucaklayıp dışarı çıkardım. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmura inat patika boyunca yürüdüm. Kamuran’ın gölgesi de bizi takip etti. Arkamdan sürekli “Yapma Tarık, ne olur yapma!” diye yalvarıyordu. Kucağımdaki ağır yükle, hiç aldırış etmeden ilerledim epeyce. Ay görünmüyordu ama cılız bir mavi ışık etrafı aydınlatıyordu. İndirip çakıl taşları üzerine boylu boyunca yatırdım onu. Nefesi güneşten bile sıcaktı. İçimi ısıtıyordu. Altın sarısı saçlarını koklayıp okşadım. Kamuran bağırıp duruyordu tepemde. “Alçak herif!” diye haykırıyordu. Bir an için vazgeçecek gibi oldum. Sonra birden yakıcı bir öfke kapladı yüreğimi, beynime kan sıçradı. Bıçağı ilk kalbine sapladım Neriman’ın. Hiçbir zaman bana ait olmayan kalbine. O an gözleri açıldı; ben saplamaya devam ettim. Boğazı, göğüsleri, gözleri kızıl bir gölle kaplandı.
Dizleri üzerine çökmüş ağlayan Kamuran’ın gölgesi ve hıçkırıkları yavaş yavaş silikleşip yok olmaya başladı. Ruhu şimdi Neriman’ın ruhu ile birleşebilirdi. İkisinin de bedenleri artık bu dünyaya ait değildi. Sevmek, işte bunun için hayatın soyluluğudur. Güçlü duygular beslemek için yaratılmış insanlara bunca acının karşılığı olarak bağışlanan sadece bir andır. Tıpkı Kamuran’a olduğu gibi, Neriman da kayboldu zannedilecek, zamanla ardından “Ölü” denilecekti. İkisinin de ruhları, ay ışığımda büyüyen aşkımın gölgesinde sonsuza dek süzülecekti.
Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.