????????????????????????????????????
Engin KÜKRER

AYRILIĞIN KIYISINDA

                                                                                                                 3 Kasım 2023

Sevgili(m) Nermin,                                                                   

                                                                                                           

Bugün beni terk edip gidişinin kırkıncı günü…

O günü halen dün gibi hatırlıyorum. Nasıl unutabilirim ki? Çiçekli bir etek giymiştin. Üzerinde kısa kollu bir beyaz tişört vardı. Mavi kelebekli kolyen, her zamanki gibi, boynundaydı. Koyu kestane saçlarını yine arkada toplamıştın. Saçlarını toplarken toka yerine hep kırmızı bir tükenmez kalem kullanırdın. Bilmiyorum neden yapardın bunu? Fakat sana çok yakışırdı. Zaten ne giysen ne yapsan ne söylesen sana çok yakışırdı. Beni bırakıp gittiğin gün de çok güzeldin.

 “Hiçbir şeyime itiraz etmiyorsun. Ne desem yapıyorsun. Hep özenlisin. Seninle kavga bile edemiyoruz” dedin bana.
İlişkimizde heyecan kalmamış. Çok bunalmışsın. Öyle söyledin. Buna da itiraz edemedim. Etsem ne olacaktı ki? Biliyorum eninde sonunda gidecektin. Ben de onun yerine sessizce ufkumda batışını izledim. Titreyen ince uzun ellerinle sigaranı yakışını, ağlayışını (timsah gözyaşlarıydı belki de), beni teselli ederken dudaklarının kıpırdayışını… Hepsini teker teker ruhuma kazıdım. Ayrılmadan hemen önce sağ elin ıslak yanaklarımda şöyle bir gezindi. Sonra gözlerin gözlerimden ışığını çekti. Başımı okşayarak “Ayrılığın acısı en fazla kırk gün sürer, sonra alışırsın Metin” dedin.
“Çok sevdiğimiz birisinden ayrılınca ilk gün içimizde kırk tane mum yanarmış. Her geçen gün bu mumların biri sönermiş. Kırkıncı güne gelindiğinde ise son kalan mum hiç sönmezmiş. İnsan o son mumun ateşini içinde hep hissetse de alışırmış sevdiğinin yokluğuna. İster ölüm ayırsın ister koşullar, ayrılık acısının ömrü en fazla kırk günmüş” en son bunları söyledin bana veda ederken.
Ve çekip gittin…
Şosede kırmızı pabuçlarınla kırık taşların arasında yalpalayarak o telaşlı gidişin halen gözümün önünde. Arkana bile bakmamıştın köşedeki terziden sola dönmeden önce. Sen gittikten sonra bir müddet yerimden kalkamadım. Yer bulamayan birisi sandalyene oturmak istedi, izin vermedim. Soranlara “Sevgilim bir yere kadar gitti, şimdi gelecek” dedim. Halen bekliyorum seni. Sahi, gelecek misin?
Adnan Abi de inanıyor geri döneceğine ya da ben üzülmeyim diye öyle söylüyor. Biliyor musun, pastanede yer kalmasa bile masamıza kimseyi oturtmuyor. Masamızın üzerindeki üçgen kartonda kargacık burgacık harflerle “Metin ile Nermin’e rezerve” yazıyor. Adnan Abi işte, bilirsin candır. Sen gittin gideli hiç kaldırtmadı masamızdan o yazıyı. Hiç olmazsa orada birlikteyiz. Geçen gün kartondaki yazıda aramıza giren “ile” kelimesine bile tahammül edemedim. Giderken bana hatıra olarak bıraktığın kırmızı tükenmez kalemle hemen çizdim üzerini. Bu mektubu da o kalemle yazıyorum. Senden bir parçayla sensiz beni sana anlatıyorum.
Yokluğunda mahallede hiçbir şey değişmedi. Arabalar yine virajı alamayıp parkın oradaki çöp tenekesine çarpıyor. Parktaki çocuklar bıkmadan usanmadan halen aynı oyunları oynuyor. Beni görünce hemen seni soruyorlar biliyor musun? Senin onlara hep verdiğin şekerlerden dağıtıyorum çocuklara. “Nermin ablanız memleketine gitti, gelecek yakında” diyorum. Hemen inanıyorlar, çocuk aklı işte! Bana da “Çocuk gibisin Metin” derdin. Haklıymışsın.
Sen şimdi mahallenin kedilerini de merak etmişsindir. Merak etme, hepsinin keyfi yerinde. Akşamları oturduğumuz bankın önünde her gün besliyorum onları. Hiçbirine de isim koydurmadın ki hangisi ne yapıyor, nasıl anlatayım? Sen belirsiz olanı seversin. “Anlam yüklemek büyüyü bozar” dersin. Hamile olanı doğurdu, o kadarını söyleyeyim. Tam altı yavrusu oldu. Kıskançlaştı. Yanına yaklaştırmıyor hiç kimseyi. Tombul olanını oturtuyorum kucağıma, tıpkı senin yaptığın gibi, ellerimle ona süt içiriyorum. Eski iştahı yok köftehorun. Bence o da çok özledi seni.
Parkın karşısındaki dedikoducu teyzeler de bütün gün balkonda çay içip çekirdek çitleyip mahalleyi gözetliyorlar. Ben önlerinden geçerken bakışları keskinleşiyor, ses tonları alçalıyor. Fısıldaşırlarken “Nermin” dediklerini duyabiliyorum. İsmini duyunca göğsümün tam ortasından mideme doğru bir sıcaklık yayılıyor. Hani senin kırkıncı güne kadar sönecek dediğin mumlar var ya. İşte onların içimde alevlendiğini hissediyorum. Yine de susuyorum. Kaldırıma damlaya damlaya devam ediyorum yoluma. Kendimi pastaneye zor atıyorum.
Pastane neredeyse bıraktığın gibi. Bir sen eksiksin, bir de ben yarım. Sırtımı diğer insanlara dönerek hemen köşedeki yerimize oturuyorum. Kırmızı kalemin hep elimde. Bütün gün listemizdeki kitapları okuyup sevdiğim yerleri çiziyorum. Bir gün geri döndüğünde satır aralarında beni tekrar bulacağını ümit ederek ufak ufak notlar alıyorum kitapların kenarına. Ayrıca sen çok seversin diye masanın ortasındaki vazodaki kır çiçeklerini tazeliyorum sık sık. Cebimden lavanta kolonyasını eksik etmiyorum mesela. Gelince sigara içersen diye -bir tek ondan hiç vazgeçemedin- çakmağım da diğer cebimde hazır. Yokluğunda kısaca durum böyle.
Ama en güzel haberi sona sakladım sevgilim. Sana halen sevgilim diyebilir miyim?  Bilirim, sürprizleri çok seversin. Sıkı dur o halde. Babamdan miras kalan parayla parkın yakınında bir daire satın aldım. En üst katta, tek odalı, denizi görüyor. Küçücük de bir mutfağı var. Evi alır almaz bütün duvarları boydan boya kitaplık yaptırdım. Odanın ortasında yatağımız… Her şey tam hayal ettiğimiz gibi. Kafka, Sartre ve Pirendello’nun ne kadar kitabı varsa raflarımızda artık. Hepsini başucumuza dizdim. Her sabah yatakta gerinirken elim mutlaka bir tanesine çarpıyor. Bilirsin, ben de Sabahattin Ali’yi, Yaşar Kemal’i ve Aytmatov’u severim. Onlar da bir üst raftaki komşularımız oldu. Cebimde kalan son parayla da diğer tüm rafları kitaplarla doldurdum. Tüm oda mis gibi kitap kokuyor.
Bu arada inadımdan vazgeçip sonunda Selvi Boylum Al Yazmalım’ı izledim. Aytmatov gücenmesin ama filmi kitabından daha dokunaklı. Yine haklı çıktın.  Hatta öyle ki filmin afişini bulup başucumuza astım. Asya ve İlyas sarmaş dolaş, bense tek başına yeni evimizde tam kırk gün seni bekledik. Gelmedin. Söneceğini iddia ettiğin mumların hiç birisi de sönmedi. Biliyorum, hayalindeki İlyas ben değildim ama Cemşit’in olmaya razıydım. Zaten Asya da sonunda onu tercih etmiyor mu? Gerçi filmlerde, romanlarda, masallarda olur öyle şeyler. Bir şarkıda söylendiği gibi “Düşlerle gerçekler ayrı ayrı yaşar”.
Neyse lafı daha fazla uzatmayayım. Sen şimdi iki satır mektup okumaktan da sıkılırsın. Sonra bunu da yarım bırakırsın. Bu mektupla beraber Adnan Abiye evin anahtarını ve gerekli tüm evrakları bıraktım. İçindeki kitaplarla beraber ev artık sana ait. Lütfen hayalimizi, benim yerime de güzelce yaşa.
Benden bu kadar. Yalancının mumu yatsıya kadar yanar derler ya. Senin yaktığın mumların kırkı da sönmedi. Ben şimdi içimde ateşin, eriye eriye buralardan gidiyorum. Tükendiğim yerde nefesimi bedenimden sökeceğim. Biliyorum bir gün, belki de koluna başkasını takarak, bu sokağa tekrar geleceksin.
Çünkü her katil, er ya da geç, cinayet mahalline geri döner.
Elveda…
Metin(‘in)

 

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir