????????????????????????????????????
Gül Parlak

EKSİLEN

“Harnup ağacı kayıp da ne demek” diyor annem. “Koca ağaç kaybolur mu?”

“Geçen yağmurda devrildi, sizlere ömür.”

Sözleri alaycı. Bunu sormaya mı geldiniz? Burun kıvırması var yüzünde. Karşısındakinin beklemediği kadar üzgün olduğunu fark edince,

 

“Yaşlıydı, nereden baksan yüz yıllıktı, ayakta zor duruyordu, dayanak verdik olmadı. İçi kofmuş, yıkıldı işte.”
Yengem, çaresizliğe kırıyor cevabın yönünü.
Üç kişi zeytin kırıyor. Dayım, eşi, gelin. Önlerindeki yeşil öbekten çektikleri zeytinlerin tık tık kırılma sesi avluyu dolduruyor. Elleri, demli çay karası. Şaşkınlar. Görmeyi beklemedikleri, çağrılmayan misafirleriz. Nereden çıkmıştık, böyle habersiz? İki sandalye atıyorlar annemle bana. Ekim güneşine karşı oturuyoruz. Bitirilmesi gereken işin tam ortasına.
“Gelin bir kahve yap!”
Alaycı değil sesi bu defa. Buyurgan. Gelin kahve yapmaya gidiyor, üst kata. Çarçabuk. Taşlardan birinin sesi eksiliyor. Yetişiyorum ardından.
Sofada yanan ocak, yan yana dizilmiş odunlar.  Büyükçe bir tencere var ateşte. Ne piştiğini anlamıyorum. Sadece is kokusu geliyor burnuma. Dik merdivenlerden dama çıkıyorum. Rüyalarıma girecek kadar ürktüğüm, aşağı bakmaktan korktuğum, korkuluksuz dama. Talvarda kalan, kuş hakkı üzümler kurumuş.
Dev lap incirlerinin arasından eğile büküle şehre giden yola bakıyorum. Annemin neredeyse benim yaşımdayken babamı gözlediği yola. Kırmızı kamyonun sırtında üzüm taşıyor babam. Sandıklar,  şehre dolu gidip boş dönüyor. Uzun bir süre mektuplaşıyorlar. Posta kutularıysa, her dem yeşil harnup ağacı. Mektupları ağacın çatlaklarına mı, geniş dalların arasına mı sakladıkları hâlâ sır. Evlenmelerini kimse istemiyor. Bir gece vakti kaçıyorlar. Sabah olduğunda, terliklerini göremeyince, uyanıyor işe evdekiler.
Kahve tepsisi, çemberi dolaşıyor. Annem hızlıca yudumluyor. Yüzünde bir ekşimeyle:
“Evi üzerine geçirmişsin.”
Peşinden hızlı hızlı soruyor:
“Biz kardeş değil miyiz? Şuncacıktan beri tarlada, bahçede çalışmadım mı seninle?”
Soluk almadan sıralıyor içinde kabaran cümleleri.
“Bu evde doğup büyüdük, birlikte doyduk ocağından. Yabanın yazının hakkından birlikte gelmedik mi? Benim de senin kadar emeğim yok mu?”
Cevap vermiyor dayım. Zeytinlere vuruyor. Aralıksız. Ağzı açılan zeytinlerden yağ sızıyor.
Dibe çökelip kalmış telveye benziyor annemin yüzü.
“Zavallı kadını kandırmışsın. Biz kardeşiz, hakkı neyse vereceğim demişsin. Boş mu konuştun? Versene!”
Geldiğimizden beri hiç konuşmayan dayım, zeytin taşını elinden bırakmadan “O şoföre kaçarken düşünecektin” diyor. “Anneni de kandırmadım, kendisi he dedi. Senin hakkın makkın yok, beğenmiyorsan işte mahkeme!”
Sesi, çatıya dikilen düğün bayrağı gibi kıpkırmızı dalgalanıyor.
Dayımın son sözüyle patlıyor annem. Koca engerek mi, demiyor, benekli yılan mı? Köyde yaşayan tüm zehirli, zararlı varlıkların sıfatlarını dayıma yükleyip kalkıyor öfkeyle.
Olacak olanı düşünmekle olanı görmek arasındaki o boş alandan çıkınca, bir süre kendimize gelemiyoruz. Kapının dışında durup bekliyoruz. Tatlı, mayhoş köy kokusunu içime çekiyorum. Bu kokuyu belki de bir daha hiç duyamayacağım.
Ninemin bağından, taş evden, yıkılan harnup ağacının oyuğundan, çocukluğumun yaz cennetinden, temelli ayrılış. Aniden tıpırdıyor akmasına engel olamadığım yaşlar. Annem geçmemiş öfkesiyle sertçe siliyor gözyaşlarımı. “Ağlama!” diyor. “Ağlama!”. Sekilerde, kırmızı, sarı ışıldayan asmalara bakıp “Hakkımı kimseye yedirmem, mahkemeyse mahkeme!”
Yola koyuluyoruz. Ardımızda, kırılan zeytin sesleri.

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir