hulya duman yazar
Hülya Duman

SEMERKANT VE FEDAİLERİN KALESİ ALAMUT 2

Merhaba. Ortaçağ’dan günümüze her dönemi titreten üç büyük deha Nizamülmülk, Hayyam ve Hasan Sabbah’ı konuşmaya devam ediyoruz.

Bana kitabı hediye eden arkadaşım, içine yazdığı notta şöyle diyordu:

“Uzun zaman önce heyecanla okudum. Sabbah’a karşı hem büyük bir hayranlık hem de öfke duyduğumu hatırlıyorum. Hala da karar veremedim ne hissetmem gerektiğine.”

 

Sabbah 11. yüzyıla damga vuran, tarihteki en gizemli isimlerden biridir. Kendi duygu ve düşüncemi daha sonraya bırakarak sizi onunla buluşturmaya çalışacağım. Bu kez, Semerkant rüzgârını arkamıza alarak, Fedailerin Kalesi Alamut’un kanatlarıyla Sabbah’ı daha sonra da huriler ve fedaileri çıkaracağız kaleye.
Kitapların kurgusuna göre, onlar aynı medresede eğitim almış üç arkadaştır. Dönemin yükselen güçleri Selçuklu ve Abbasiler, İran üzerinde baskın olmaya başlamıştır. Bu durumu hazmedemeyen üç arkadaş, toplumun üst makamlarında yükselerek, Selçuklu’yu çökertmek için birbirlerine söz verirler.
Nizamülmülk, Alparslan ile devlet kademelerine gelir.
Melikşah döneminde de Selçuklu’nun ünlü veziri olur ve dönemin ilmi mertebede İbni Sina’dan sonra en yetkin kişiliği Hayyam’ı saraya davet eder. Davet üzerine saraya giderken arkadaşı Hasan Sabbah ile karşılaşır, onu da beraberinde getirir. Hayyam, sultanın ve vezirin vereceği görevi ince bir manevrayla geri çevirir. Çünkü o, itaat altına girebilecek bir kişiliğe sahip değildir; kendisine sunulan göreve Sabbah’ı önerir. Sabbah’ın parlak zekâsı ve becerileri ile sultanın gözüne hızlıca girdiğini gören Nizamülmülk, kendisine bir oyun oynayarak gözden düşürür. Kellesinin gitmesi an meselesi iken, Hayyam araya girer ve saraydan sürülür. Sabbah arkadaşlarının verdiği sözleri unutmuş, dışlanan biri olması gerçeğiyle kalır. Artık tek başınadır; hem Nizamülmülk, hem de Selçuklu’dan intikam alacaktır.
Ama nasıl?
Akıllara zarar bir düşünceydi bu. Ne parası, ne ordusu, ne de gücü vardı. Sabbah’ın alametifarikası neydi? Meczup muydu yoksa? Elinde sihirli bir değneği de olmadığına göre bu ne cüretti?
Deylem bölgesi insanı kabadır, serttir, cahildir. Deylem bölgesi insanı kalıba giremez, başına buyruktur. Abbasi’yi de Selçuklu’yu da gam etmez kendine.
Sabbah genç, yakışıklı, iyi giyinen, büyüleyici konuşan, disiplinli, sistem kurucu, her alanda çok donanımlı, dünyanın yarısını gezmiş ve insan davranışını gözlemlemiş, dönemin en zeki entelektüellerinden biri olarak, buradaki insanları etkilemeyi başarmış ve Deylem bölgesi insanının Seyduna’sı olmuştur. Alamut’un ulaşılmaz olması, yerleşmek için çok caziptir. Kaleyi ise şeytani bir plan ile hiç savaşmadan, kan dökmeden, usul usul, içine yerleştirdiği adamları ve biraz altın karşılığında ele geçirmiştir.
Stefan Zweig eğer İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar kitabında Sabbah’a yer verseydi eminim ki tam da bu anı işaretleyecekti.
Daha sonra civardaki ona yakın diğer kaleyi de aynı şekilde ele geçirecektir. Sabbah Alamut’a yerleştikten sonra hiç dışarı çıkmamış ve burada da ölmüştür. Kalenin kapısı 1092 ilkbaharında, bu kez birbirinden güzel genç kızlar ve onun için gözünü kırpmadan ölüme koşan yiğitler için açılacaktır.
Kalenin içi ince ince hazırlanır. Bir tarafta cennetten bir bahçe yapılır, kuşatmalara karşı kalenin altında yıllarca yetecek su ve yiyecek depoları kurulur. Kendisine de kitaplarla dolu bir kule yaptırır. Öte yandan, Apama ve Meryem bu cennet bahçesinde kızlardan birer huri, birbirinden yetenekli Dailer’se yiğitlerden fedailer yaratacaktır.
Seyduna’ ya hayran, tüm variyetleri ile ona inanan, güçlü, yetenekli, sadık yiğitler haşhaş alıp cennet bahçelerine girince ölümden korkmayan, hatta ölüme seve isteye koşan birer fedaiye dönüşeceklerdi. Fedailer önce içerlere kadar sızacak, güven oluşturacak sonra da hançerle hedefledikleri kişiyi vuracak, kaçmayarak ölümü bekleyeceklerdi. Böylelikle hem “biz ölümden korkmuyoruz, kaçmıyoruz” hem de “biz her yerdeyiz ve herkesiz” algısı yaratarak, akıllara yıllarca süren korku salacaklardı.
İşte tarihin ilk suikastçıları böyle doğacaktı.
Başta Nizamülmülk olmak üzere üst yönetimlerdeki 50’yi aşkın görevli ve din adamı suikastlara kurban gidecek, çoğu da korkutulacak, susturulacaktı.
Sembolik silahlarıysa hançer olacaktı.
Bir avuç insanla böylesi bir güç yaratan Sabbah kuşkusuz ki çok zeki, karizmatik biriydi. Kendine de katıydı, disiplinliydi; sistem kurma becerisi vardı, matematik, astronomi ilim konusunda çok donanımlıydı. Etkileyici konuşurdu. Hatta büyü yeteneği olduğu bile söylenirdi.
Bartol’ a dönersek, Freud okumuştu, psikolojiye meraklıydı. Varoluşçu felsefeyi iyi harmanlamıştı. Sorgulayan, analitik zekâsı olan bir yazardı. Tüm bunlar eserini sarsıcı ve şaheser yapan özelliklerdir.
Bartol eserinde Sabbah’ın düşüncelerini, kişiliğini, gerekçelerini ve kişilik çözümlemelerini; Meryem’le (onun bazan meczup, bazan dahi olduğunu düşünen) Dailer ile ve Nizammülmülk’ü öldürdükten sonra Sabbah’ın oyununu çözerek, onu öldürmeye gelen, oğlu gibi sevdiği İbni Tahir’le konuşmaları ile vermiş. Ben de Bartol’den ödünç aldığım cümlelerle kitabı size teslim edeceğim.

 

                                                                                                                                                                                                 
Sabbah- Meryem:
“İçtiğin şarap, öptüğün dudaklar
 Her şey onlarla başlar
 O zaman düşün neydin dün, nesin bugün
 O vakit anlarsın yarın da olacaksın ancak bu kadar.
 “Ne kadar zekice” dedi Hasan, Meryem Hayyam şiirini bitirince. “Hepimiz geleceği çok fazla düşünüyoruz. Bu sebeple de bugünümüzü heba ediyoruz. Muhteşem bir dünya görüşü ”
 “Kâinat senin içinde. Sen de kâinatın içindesin.”  Demişti bir gün Ömer. O, farklıydı, sessiz, mütevazı ama çok zekiydi. Onu çok seviyorum.
(Konuşmayı özlediği tek kişi Hayyam’dı. Kaleye davet etmişti ama Hayyam ne kaleye ne de saraylara sığabilecek biriydi )
“Aklım erdiğinden beri dini eğitim aldım ve bir din âlimi olmak istedim. Gerçekleri gördüğümde ise büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Hala bazan Mehdilerin sırlarla dolu hikâyelerini özlerim. Gerçeğe gözümü açtığımda dünyadaki misyonumun hakikat yolunda çabalayıp, insanların gözlerini açmak, onları yalan ve cehaletten kurtarmak olduğuna inandım. Ne ki insanlara anlatmaya çabaladığımda her hareketim baltalandı, dışlandım, taşlandım. Daha zeki olanlarla konuştuğumda çoğu dikkatle dinledi evet, hak da verdiler ama bocalamaktansa onlarda bir dala tutunmayı seçtiler. İleri gelenlerle fikrimi paylaştığımda gerçeği bilinçli bir şekilde saklamış olduklarını gördüm. Kendime biçtiğim misyondan böylece vazgeçtim, on yıllık emeğim de çabam da bitmişti.
Ömer’i ziyaret ettim birbirimize yaşadıklarımızı anlatınca aynı düşüncede birleştiğimizi gördük.
“Nihai bir bilgi imkansızdır” çünkü duygularımız bizi aldatır aslolan düşüncelerimizdir. Demokritos ile Pythagoras’n söyledikleri aynıydı. Evet, tam da bu yüzden kitleler onları lanetlerken kendilerine yükseklerdeki cennetten bahsedip, masallar anlatan Platon’u baş tacı yaptılar “kitleler belirsizlikten korkar, kendilerine anlatılan saçma sapan şeylere; hakikat tutunacak bir dal sunmadığı için tercih edip, inanırlar.
Peki ama artık kim inanırdı cennet vaadine.
“Halklar da yaşlanır” dedi Hayyam, cennet düşüncesi eski önemini kaybetse de yepyeni bir dünyanın peşinden koşamayacak kadar tembeldirler. Onlara cennet kapılarını açacak anahtarı göstermek gerek. İşte ondan sonra bu planı kurdum Meryem.”
(Daha sonra bu ürpertici plana dayanamayan Meryem kendini öldürecektir)
Sabbah- Dai’ler :
“Neden zeki insanlar, kendilerini bilime adadılar. Epikür kişi bilinmeyen bir cennet hayaliyle hayatını idame ettiremez, ölümden korkmamayı öğrenirse gerçek mutluluğa erişir. Aslında inananlar ölümden sonra mutluluğu bulacaklarına iknalar. Peki, biz her gün yeni bir günle ölüme adım adım yaklaşırken nasıl huzur içinde uyuyacağız? İç hesaplaşmalarımızla nasıl baş edeceğiz? Nihai karanlığa koştuğumuzun farkında olarak belki de inananları kıskanmamız gerek.”
Sabbah- İbni – Tahir:
(Büyük bir öfkeyle ve sorularla gelmişti Ibni- Tahir.)
Biz üç arkadaştık ve Selçuklu işgalcileri kovmak için söz vermiştik. Hayyam şiirlere ve aşka, Nizamülmülk Selçuklu hizmetine girdi. Dilimizi, Firdevsi’nin, Ensari’ nin ve daha nice şairin dili olan o güzelim Farsçayı terk ettik. Zerdüşt’ün gururlu torunları Araplara ve Selçuklu’ ya boyun eğdiler. Ben savaşmayı seçtim.
Hayatta aldatmaca nerede başlar, hakikat nerede biter? Bunu söylemesi zor. Ezici çoğunluğun hakikat zerre umuru değil, sadece hayal güçlerini besleyecek masallarla kandırılmak istiyor. Peki ya adalet? Şahsi ihtiyaçları karşılandığı müddetçe bu kavramın zerre önemi yok.
Hiçbir şey gerçek değil, her şey mubah! Dünya renk ışık ve ısıdan oluşur. Algılarımızın besinlerdir bunlar. Bunlardan bir tek ışık huzmesi bile bize her şeyi bambaşka gösterebilir.
 Serbestsin oğul!
“Bir karga başka bir kargaya saldırmaz. Git buradan evlat! Oku, dünyayı tanı. Hiçbir şeyden korkma. Her türlü önyargıdan uzak dur. Her şeyi araştır. Cesur ol.”

 

Çevirmen, planını aşama aşama uygularken Dailer’ine hep söylediği “trajedimizin sonraki sahnesine geçiyoruz” cümlesine dikkat çeker.
Onun da her aşamada acı çektiği ve bunun aynı zamanda kendi trajedisi de olduğu yorumunu getirir.
Öyle ya, fedailerin ve kapısında bekleyen zebanilerin gerçeği anlayıp her an kendisini öldürme olasılığı vardır. Öte yandan aşırı gerçekçiliği ile kendini adeta kuleye hapsetmiş, ölene kadar kimse ile görüşmemiştir. Bir başına olmak da ölmek ile eşanlamlı değil miydi ki!
Kitap ile vedalaşırken ben; İbni Tahir ile hesaplaşma kısmında ısrarla çalan kapı zilini duymayıp kendime telefon ile geldiğimde ürpermiştim. Sanki duvarlardan içeri girmişti ve ben büyülenmiş bir halde gerçek dünyadan kopmuştum. Bir süre sonra kendime geldiğim ve birkaç gün sürgit sersemlediğim doğrudur.
Muazzam bir rastlantı ile başlamıştım ilk bölümde, yine muazzam bir rastlantı ile bitirelim:
Sıkı bir Irvin Yalom hayranıyımdır. Kitaplarını nerdeyse cümle cümle hatırlarım. Meryem, Dai ve Tahir kısımları, ünlü psikiyatrın Amerikan Psikiyatri Derneği’nin 2000 yılı “Oscar Pfister Ödülü” töreninde yaptığı Din Ve Psikiyatri* başlıklı konuşması ile handiyse birebir aynıydı. Çarpılmıştım.
*Ödül törenindeki uzun konuşma, Engin Geçtan’ın önsözüyle Din ve Psikiyatri ismi ile kitaplaştırılmıştır.
Yazı dizisinin ilk bölümünü okumak için:
https://www.panzehirdergi.com/semerkant-ve-fedailerin-kalesi-alamut-1-hulya-duman/
Yazarımızın diğer yazları için lütfen buraya tıklayın

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazımızı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla

Related Posts

13 thoughts on “SEMERKANT VE FEDAİLERİN KALESİ ALAMUT 2 / Hülya Duman

  1. Berfin dedi ki:

    Yine büyük bir hayranlık we keyifle okudum. Kalemine yüreğine sağlık dostum.

    1. Hulya dedi ki:

      Berfin asıl ben sana çok teşekkür ederim. Kitabı tanıştıran sensin:))

  2. Sevda erk dedi ki:

    Tebrikler.yazının birinci bölümüde ikicinci bölümüde harika.ellerine, kalemine sağlık.zevkle okudum.daha nicelerine…

  3. Meral Seferoğlu dedi ki:

    Her zaman olduğu gibi, bize anlattıkların, güçlü hafızandan damıtıp paylaştıkların ile harika bi zaman paylaştın caanım Hülya. Teşekkür ederim …

    1. Hulya dedi ki:

      Canım Meralim çok teşekkür ederim

  4. Hulya dedi ki:

    Asıl ben teşekkür ederim kitabi bana hediye eden dosta:))))

  5. Musa dedi ki:

    Çoğumuzun gözünden kaçan yada aklımıza gelip de kelimelere dökemediğimiz tespitler. O dönemin karanlıkta kalan isimlerin aydınlığa çıkma çabası. Yada bizim onlara biçtiğimiz roller. Kimisi iyi kimisi kötü kimisi çirkin. Artık biz hangisine neyi yakıştırırsak. Ellerinize sağlık Hülya hanım.

    1. Hulya dedi ki:

      Musa Bey değerli yorumunuz için teşekkürler ederim

  6. Sevil dedi ki:

    Elinize sağlık Hülya Hanım..

    1. Hulya dedi ki:

      Çok çok teşekkürler

    2. Hulya dedi ki:

      Çok teşekkür ederim Sevil

  7. Osman kafalier dedi ki:

    Felsefeci Ahmet Arslanin ifadesi ile devlet kurabilmek yada olabilmek için din gerekli ve yeter koşul sağlayan bir araç. Sabbah da bunu kullanarak (bir din yaratarak) kendi devlet düzenini kurmuştur. Tabiidir ki her din gibi dogmatik olduğu için biat gerektirir. İbni tahir ile başlayan biat dan kopuş ,yarattığı devletin yıkılışı olmuş. Burada atlanmamasi gerekenler Selçuklu kafası çalışanları bünyesine almış, kişiler gücü kendi hırsları için kullanmas, Ömer Hayyam da olduğu gibi üretebilmek için bir yağlı kapı her zaman gerekli. Politik oyunlara uyamayanlar ya yok olur yada kendi devletcigini yaratır. Ömer Hayyam için ileri sürdüğüm fikir Yunan felsefecilerin de dahi geçerlidir, kendisine yönelik değildir. Her iki kitap içeriği günümüze de tıpatıp uymaktadır. Sadece kişiler değişmiştir. Hülya yazınız tam bir kitap özeti gibiydi, teşekkürler

    1. Hulya dedi ki:

      Teşekkür ederim Osman hem katki icin hem de beğeni için.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir