hulya duman yazar
Hülya Duman

SEMERKANT VE FEDAİLERİN KALESİ ALAMUT 1

 

Ardışık okuduğum iki kitabın, ilginç okuma öyküsüdür. Bazı kitaplar bazı zamanları bekler. Öyle rafta vakur bir şekilde bekler, itibarının iade edileceğinden emin bekler hem de. Siz gidip geldikçe kütüphanenize, göz dahi kırpmaz, öylece bekler, bilir vaktinin geleceğini.

Geç okumuş olmamın telafi cümleleri olsun. Hayata karşı militan duruşlu bir kadın arkadaşım “mutlaka okumalısın” vurgusu ile verdiğinden beri kara kapağına bakıp kaldırmışım kitaplığıma. Gerçekte, kapağa dikkatli bakarsanız esrarengiz bir kale görmektesiniz.
Bahsettiğim kitap, rafa kaldırıladurduğundan epey bir zaman sonra elime Amin Maalouf’un Semerkant isimli kitabı geçti. Ödünç aldığım kitabı hızla okumaya başladım. Akıcı diliyle bir çırpıda okunan Semerkant’ın üç büyük kahramanı vardı; Ömer Hayyam, Nizamülmülk ve Hasan Sabbah…
Nişaburlu Ömer Hayyam’ a teğet geçmedim elbette bunca yıldır; oradan buradan dokunmuşluğumuz oldu birbirimize. Rubaileri ve şarabı ile bilinse de en başta büyük bir bilim adamıdır. Matematik dahisidir ki batıda cebir kitabı yıllarca okutulmuştur. Yine özellikle Kuantum fiziğinde bir otördür. Astronomi bilgisi derya denizdir ve de Farsçanın bülbülüdür. Selçuklu’nun büyük veziri; Machiavelli’nin Prens‘ i batı için ne ise, doğu için de Nizamülmülk’ün Siyasetname’si odur dedirten, bilge vezir de tanıdıktı bana.
Ne ki; Hasan Sabbah ile pek de tanışık değildik doğrusu. Seyduna ve Haşhaşilik tarikatıydı duyduğum hepi topu. Semerkant “herkes bir okusundu canım nasıl olsa okurdum” gevşekliği ile epeydir aklımın köşesinde duran bir kitaptı. Okudukça Hasan Sabbah’ı deşelemek isteyen zapturapt altına alınamaz merakım ile bilgi edindim. Henüz Semerkant’ı bitirmemiştim ve fakat benim derdim Sabbah olmuştu. Mevlana okurken de ara verip Şems peşine düşmüşlüğüm vardır benim. Hemen Sabbah ile ilgili bir kitap almalıydım.
Tarih severim, köklerinde Pers kültürü olan İran daima ilgimi çekmiş, Farsça beni hep büyülemiştir. Aynı dönemde yaşamış, kitaba göre bu büyük insanların etrafında dönenlerse inanılmazdı.
İrkildiğim ana geliyorum, dikkat!
Gecenin ilerleyen saatleri, elimde Semerkant’ın son sayfaları, sabah işe gideceğim, uyumaya duruyorum. Uyku ile arama giriyor Sabbah. Birden Alamut Kalesi diyorum ve şüpheyle yataktan kalkıyorum. Ama inanılmaz bir rast geliş bu!
Evet, doğru tahmin ettiniz. Dostumun hediyesi, içeriğini bilmediğim, getirip gözü kapalı rafa kaldırdığım, kara kapaklı kitap; Fedailerin Kalesi Alamut.
Rastlantıların önünüze böylesi düşüşü sizi büyülemez mi?
Sen yıllarca okuma, yüzüne dahi bakmadan rafa kaldır, Semerkant’ı okurken Sabbah’a takıl, gecenin bir yarısı koşarak Alamut’u eline al ve kaçıracakmışsın gibi uyurken yastığının altına sakla.
Mutlu olmak için böyle sebeplerimiz de var şükür.
Birbirinin devamı gibi olan bu iki kitabı tesadüfen böyle okumuştum. Ama ben
“illaki bu kitapları arka arkaya okuyun lütfen, önce Semerkant, sonra da Alamut” diye özel bir vurgu yapacağım size. Semerkant’a yeri geldikçe kısa, bir iki cümle için dönebilirim ama daha ziyade Fedailerin Kalesi Alamut’ta ağırlamak istiyorum sizi. Hazırım. Hazır mısınız?
Alamut, Farsça da ’Kartal Yuvası’ demektir ve rivayete göre kendisine güvenli bir kale yaptırmak isteyen Deylem Kralı, Alamut yakınlarından geçerken bilge kartalını gökyüzüne bırakır ve izlemeye başlar. Çünkü kartallar yuvalarını en güvenli yere yapmak isterler. Kartal, çıkılması zor, yekpare bir kayanın üzerine konar. Ve kartal yuvasına benzeyen kale böyle inşa edilir.
Ulaşılması zor kaleye iki yoldan çıkacağız. Az yoracağım sizi!
Vladımır Bartol, 1938 yılında Slovenya’ da küçük bir kasabada, yaklaşık 9 ayda yazdığı kitap için on yıl çalışmıştır. Yazar olma isteği ile Paris’e gittiğinde, bir Sloven arkadaşı Marco Polo’nun seyahatnamesini, özellikle de Dağların Yaşlı Şeyhi bölümünü okumasını salık verir. Okur bizim Bartol. O da irkilir benim gibi oysa kendi yaşadığı yere, kültüre ne kadar da yabancıdır.
Marco Polo İpek Yolu gezisinde, İran civarında huri gibi güzel kızlarla gizli bir cennet bahçesi yaratarak; genç, yiğit erkekleri istediği zaman cennete gönderip getirme kabiliyetinin olduğuna ikna eden bir diktatörden bahsetmektedir. Elinde büyülü haşhaş çubuğu tutan bu diktatör, daha sonra intihar saldırıları yaptırdığı bir avuç özel eğitimli, gözü kara yiğitle, giderek güçlenen ve tarihte eşi benzeri olmayan bir yöntemle, etrafa büyük bir korku salacaktır.
Bartol derinden etkilenir, araştırır. Haşhaşileri ve Hasan Sabbah’ı yazmak giderek tutku haline dönüşür. O kadar heyecanlanır ki kitabını bitirip yayımlayınca kadar yaşaması için kadere yalvarır. Emindir, Alamut eşsiz bir eser olacaktır.
Kurguyu, Marco Polo’dan okudukları üzerine yapar.
Ancak bu on yıllık süreçte çok şey de değişecektir. Yazma sürecinde, Hitler ve Mussolini’nin savaş sesleri çıplak kulakla duyulacak kadar yakınına gelecek, Tito baskısının ağırlığı da üstüne üstüne yığılacaktır. Dönemin ruhu nedeniyle, kitabı aynı zamanda kitleleri maniple eden, etki altına alıp sürükleyen karizmatik ve tehlikeli diktatörlere eleştiri olarak da yazmayı amaçlamıştır. Derinlemesine okuyan okur, ilgili sembolleri görecektir. Bu muhteşem eser, pek çok ülkede önce yasaklanmış, tarihin bekleme odalarında tutulmuş, sonrasında “şaheser” sıfatıyla hak ettiği yeri almıştır.
Sloven bir yazarın, Pehlevi dili konuşan, Şii Müslümanlar ve Selçuklu Türkleri arasında geçen bir roman yazması inanılır gibi değildi ve kuşkusuz şüpheyle yaklaşılmıştı. Öyle ya, kendi kültüründen çok ayrı, doğu kültürüne o kadar yabancıydı ki, nasıl böyle bir kitabı yazabilmişti? Bartol kendi anılarında, kendi arkadaşının dahi “çevirisini yaptığın kitabı okudum” diyerek kitabı kendisinin yazdığına inanmadığını anlatır.
Bartol’un kahraman çözümlemelerine dikkat kesildiğinizdeyse, psikolojiye ne kadar hâkim olduğunu göreceksiniz. Zira öğrenci iken, psikolog Anton Trstenjak, şair Edvard Kocbek ile ilgilenip Freud ve Nietzsche etkisinde kalmıştır.
Fedailerin Kalesi Alamut kitabını daha sonraya bırakıp kalenin nasıl yıkıldığına da bakalım. Önemli!
Semerkant ve Alamut’un kurguları benzerlik taşısa da yukarıda belirttiğim gibi Alamut şaheser bir kurgu romandır. Haşhaşiler ve Hasan Sabbah hakkında Selçuklu tarihi metinleri dışında pek de bir kaynak yoktur. Evet, Hasan Sabbah’ın kurduğu tarikat yıllarca sadece İran’da değil, Mezopotamya’da da korkutucu bir askeri- siyasi güce sahip olmuştur, bu gerçektir.
Kitabın çevirmeninin dikkat çektiği gibi, İngilizcedeki assassin (suikast) kelimesi zaman içinde haşhaşi’den türemiştir. Ama bunun dışında kesin, net bilgiler yoktur. Nedenini merak edersiniz elbette, ben de ettim.
Pek çok savaş gören Alamut Kalesi, yaklaşık 250 yıl Haşhaşi tarikatının elinde kalmıştır. Hasan Sabbah burada ölmüştür. Yüksek kayalar üzerindeki, ulaşımın yer altı yollarından olduğu kaleyi acımasızlığı ile ünlü Hülagü Han zapt edemeyince, altına tüneller kazdırıp petrol havuzları yaptırarak, ateşleyip patlattırmıştır. Din âlimlerinin ısrarı ile Hasan Sabbah’ın kendisini anlattığı el yazma kitap kurtarılmış, diğerleri hunharca yok edilmiştir.
Yeri gelmişken söylemeden geçmeyelim. Moğolların barbar istilaları sonucunda,  doğunun belki de tüm kültür, bilgi, sanat külliyatı yakılıp yok olmuş; tarih boyunca medeniyetlerin üst üste koyarak getirdikleri birikimler sıfırlanmıştır. Elyazmaları Dicle nehrine atılmış, Bağdat’taki eşi benzeri olmayan kitaplar yok edilmiştir. Pek çok şehri yakıp yıkan bu vahşi istilacılar özellikle Bağdat’taki bilim, ilim, sanatı yok etmeselerdi kuvvetle muhtemel Ortadoğu bu kadar geri kalmayacak, insanlık da kim bilir galaksinin neresinde olacaktı!
Bartol o dönem itibariyle tüm dünyayı, İran ve Irak’ın ilkel ülkeler olduğu algısından kurtarmış, binyıllık büyük bir geçmiş ve birikim taşıdığını da kanıtlamıştır.
 
Biraz da Sabbah’a dönelim.
Adı, Hasan bin Ali bin Muhammed bin Cafer bin Hüseyin bin Sabbah el-Hamari’dir. Hani şu Moğol istilasından din âlimlerinin “bazı kitaplar Allah’ındır” diyerek kurtardıkları kitap vardı ya, hatırlayın. Sabbah’ın kendi hayatını anlattığı Sergüzeşt-i Seyyidina isimli kitaba göre; babasının Yemen’de hüküm süren Himyeri krallarının soyundan olduğu ve oradan Küfe’ye sonra da Kum şehrine geldiği, Sabbah’ın da burada doğduğu yazılıdır. Alim olan babası oğlunun eğitimiyle yakından ilgilenmiş, özellikle felsefe, kelam, mantık, İslam hukuku ve matematik hakkında köklü bilgiler kazanmasını sağlamıştır.
17 yaşından sonraysa İsfahan’da Fatimiler ile tanışıp İsmaililik’e geçer. Dönem İslam dünyasında ciddi bir Şii gücünün olduğu dönemdir. Dailer onun zekasını ve yeteneklerini görünce Kahire’ ye gitmesini salık verir. Uzun bir seyahat sonrasında varır Kahire’ye. Üstün yetenekleri ile Halife’nin hizmetine girer. Ne ki bu ateşli, başına buyruk kişiliğiyle ters düşer. Kral ölünce kendisinin desteklemediği kişi başa geçince sürülür.
Sabbah oradan İsfahan’ a gelir.
On yıl neredeyse tüm İran’ı gezer, Batıniliği öğretir, kendisine talebe yetiştirir. Dikkatini Kazvin ile Hazar Denizi arasındaki dağlık bölgeye çevirir. Bu dağlık bölge insanları hem cahildir hem de ele avuca sığmayan, Selçuklu ve Abbasileri çok da umursamayan, başına buyruk insanlardır. 3 yıl aralarında yaşayıp kendisini sevdirir. Ve sonra da kaleyi ele geçirir. Ama bu gücü, Selçuklu hanedanı Melikşah ve ünlü vezir Nizamülmülk tarafından tehdit olarak algılanır. Selçuklu ordusu aylarca kaleyi kuşatır.
Sabbah’ın fedaileri Nizamülmülk’ü hançerle öldürür. Melikşah’ın ölümünde de parmaklarının olduğu sanılmaktadır. Şimdi ilgimiz ve dikkatimizi burada sabitleyelim. Çünkü ikinci bölümde, Alamut Kalesi’ne kitabımızın kurgusuyla çıkacağız.

Daha fazla Panzehir Söyleşiye  buradan ulaşabilirsiniz.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir