9-30-2013 23-37-21_028bw
Nilar Gök

MAVİ BOYALI TAHTA SANDALYE

 

Tren, adını daha önce hiç duymadığım, benim gözümde her biri birbirinin aynı, ruhsuz, sevimsiz, ağaçsız, filanca İç Anadolu kasabasında, kalabalık bir istasyonda durdu. Ellerinde sepetler, denkler, yatak yorgan çuvalları ile rengârenk giyinmiş, dede, nine, çoluk, çocuk, kadın, erkek, gürültücü bir kalabalık var garda. Önümdeki haritaya göre daha yolu yarılamamışım bile. Yol uzun, ben keyifsiz, gitmeye isteksiz, insanlara kırgın…

 

Ne işim var Allah aşkına bu bozkırın ortasında? Aslında dürüst olmam gerekirse, hiçbir memlekette pek fazla kalıcı olamıyorum. Hep bir aidiyetsizlik hissi, kaçma isteği, aradığını bulamamanın verdiği hayal kırıklığı… Bugün, bilmem kaçıncı tayinim için yoldayım. Hoş, bu seferkine tayin de denemez ya, sürüldüm resmen. Gideceğim yer hakkında hiçbir bilgim yok. Sordum, soruşturdum, tanıdık falan da bulamadım oralarda yaşayan. Bir bilinmeze doğru, umutsuz, bezgin, sanki geçmişimi yitirmişçesine, yapayalnız, savunmasız düştüm yola.
Bir sonraki istasyona kadar kafamda dönüp duran hep bunlardı. Göz kapaklarım ağırlaşıp kapanmak üzereyken tren; etrafını, upuzun kavak ağaçlarının çevrelediği, yeşil bir göl kıyısına kurulmuş, alçak, damsız, beyaz evlerin süslediği, sapsarı arpa tarlalarının ortasında, şirin bir kasabaya girdi. Sanki çöl ortasında bir vaha gibiydi görüntü. İstasyona en yakın evin bahçesinde, mavi boyalı, tahta sandalyeyi fark ediverdim. Ceviz ağacının gölgesinde, yanında rengi belirsiz alçak bir tabure ile öylece duruyordu. Gözlerime bir anda tüm çocukluğumun gözyaşları hücum etti. Mavi boyalı tahta sandalye, beni bu sarı bozkırın ortasından alıp büyülü, yumuşacık, pembe, pamuk şekerden bir bulutun üstüne oturtup hooop çocukluğuma, İzmir’de geçen sıcak yaz tatili günlerime götürüverdi bir anda. Anneannemin evine, o güzelim bahçesine.
1994 yazı… Hayatımın belki de en güzel seneleri olan ortaokul yıllarım. Çocukluğun o haşarı günleri, sukuta ermiş, ergenliğin, ürkek, kambur, güvensiz, asi ve kararsız senelerine daha bir kaç yıl var. Daha aşk nedir, aşk acısı nasıl çekilir bilmiyorum bile.
Kışları İstanbul’dayız; yaz tatili gelince ana baba memleketi, gözümüzün bebeği İzmir’de. Nur içinde yatsınlar, anneannemle dedemin Menemen’deki evlerindeyiz çoğunlukla. Benim için o ev, çocukluğumun en güzel anılarının mekânı. Kardeşlerimle, kuzenlerimle bir sürü güzel hatıramız var. Ayrı ayrı şehirlerde yaşadığımız için, birbirimizi doyasıya görebildiğimiz tek yer. Hem bahçeli, hem teraslı, hem de bodrum katı olan bir ev. O çocuk gözümde bir saray sanki. Her yanı miss gibi beyaz sabun ve kuru nane kokuyor. Tertemiz. Bolluk, bereket, huzur ve düzen var bu evde. Anneannemin elleriyle yaptığı, nakışlı, Buldan işi perdelerin süslediği pencere, çamaşırları serdiğimiz, bol akşam esintisi alan arka bahçeye bakıyor. Bahçede bin bir renkli çiçek, envaiçeşit meyve ağacı var. Genellikle anneannem komşularını, akşamüzerleri bu arka bahçede ağırlıyor. Birer bardak demli çay eşliğinde iğne oyaları, havlu kenarları, örgü işleri, koyu bir sohbete eşlik ediyor. Ben de hep yanlarında, dedemin benim için boyadığı mavi, tahta sandalyemde. Kulağım onlarda, gözüm önümdeki kitapta.
İşte bir günü öyle bir saklamışım ki o yazdan…
Temmuz sonu, ağustos başı. Öğlen saatleri. Kim bilir yine ne şahane lezzette güzel bir öğlen yemeği yemişiz anneannemin elinden. Hava çoook sıcak. Ağustos böcekleri kalabalık bir koro yapmış, sıcağın şiddetini ötüşleriyle daha da artırıyorlar sanki.
“Kızım çöpü dök” diye seslenen annemin sesini duymazlıktan geliyorum. Öğlen yemeği sonrası kavun karpuz kabuklarını önce bahçedeki çöp tenekesine atıyoruz; bu benim görevim. Sonra, akşamüzeri bu tenekeyi, mahalle çöpüne boşaltmak da dedemin görevi. Öyle bir sıcak var ki, bahçenin içindeki tenekeye gitmeyi bile göze alamıyorum. Çöpü kapının önüne bırakıp kapatıyorum hemen kapıyı.
Annem, babam, anneannem ve kardeşlerim var evde; dedem işte, henüz gelmemiş. Babam en serin odada uzanmış, etekleri dantelli, bembeyaz bir Ödemiş çarşafı serili divanın üstünde, bileğinde tespih ile yarı uykulu. Annem yanındaki bordo renkli, kadife, İskandinav tipi tekli koltuğa geçmiş, katlanacak çamaşırları almış yanına. Sonra da oje sürecek sanırım. Pelin böyle sıcak öğlenleri hiç mi hiç kaçırmaz, yer minderinde derin bir uykuda. Orkun küçük daha, mızmızlanıyor; gözü kanlanmış yine (alerji dedi komşu ebe hanım; anne sütü sürsek geçermiş) ama belli uyuyacak.
Anneannem, karanlık ve serin olsun diye, mavi boyalı, tahta kepenklerini hep sımsıkı kapattığı, yatak odasına çekilmiş. Yatağa uzanmış, bir elinde gazete, diğer eli alnında, okuyor. Arada “Nagehan bak çörekotu yağı öksürüğü de kesiyormuş” diye odadan odaya, anneme sesleniyor. Sonra kocaman, kara bir sinek, rüzgârla şişen tül perdenin arasından dalıyor odaya. Anneannem söyleniyor sineğe. Gazetesiyle bir iki hamle yapıyor ama kaçıveriyor hınzır. Anneannem “Nagehan” diye sesleniyor anneme. “Ocağı kapat. Pişmiştir gari fasulye.” Bence de pişmiştir. Miss gibi kokuyor çünkü.
Ben mi ne yapıyorum bu arada? Ben hiç uyumam öğlenleri, sevmem. Vakti, yaşamı, olan biteni kaçırıyormuşum gibi gelir. Birazdan herkes İzmir sıcağına iyice yenik düşüp uykuya dalınca, salona geçip sağı solu kurcalayacağım. Anneannem uyanıkken rahat rahat karıştıramıyorum, dik dik bakıyor bana. Antika fincanlarını falan kırarım sanıyor. Oysa ben çok nazik davranıyorum. Eski fotoğraflara da bakıyorum bazen, siyah beyaz hepsi. Fotoğraftakilerin çoğunu tanımıyorum zaten, yine de hoşuma gidiyor. Anneannemin örnek çıkardığı dantel parçalarını, tığları, şişleri inceliyorum. Eski, kocaman, mavi bir krem kutusuna konulmuş rengârenk, ilginç düğmeler var. Mavi teneke kutulu kremin o bildik kokusu hala üstünde. Sahi anneannem mekik oyası yapmayı gösterdiydi dün, onu da ilerletebilirim biraz. Sıkılınca bodruma inerim. Orada yapmayı en sevdiğim şey, annemin genç kızlığından kalma eşyalarını karıştırmak.
Annemin genç kızlığı İzmir’de geçmiş. Günlüğünü de o yıllarda, eğitim enstitüsü müzik bölümünü okurken başlamış yazmaya. Genelde sıradan şeyler yazmış ama okuması zevkli. O yaşlardan beri zaten ne bulursam okurum; deterjan kutularının, tuvalet kâğıtlarının etiket bilgilerine kadar, satır satır. Neyse, annem Saklambaç mecmuaları saklamış. Ben tüm bunları okurken dedem gelir çarşıdan, eli kolu kavun, karpuz dolu. Laflarız onunla sıkılmam hiç. En çok da dedemin anılarını dinlemeyi seviyorum. Bazılarını defalarca anlatmış olsa bile, ben her seferinde ilk defa duyuyormuş gibi büyük bir ilgiyle dinliyorum.
Off, bodrum da şahane serin. Bacaklarımı buz gibi duvara yaslayınca, serinlik hissi hoşuma gitti. Uykum gelir gibi oldu birden. Bu anneannemin yastıkları da taş gibi mübarek. Uyumak istemiyorum ama terleyen boynum, sıcağın ağırlığı, sessiz ev… Zzzzzzz
Uyumayacağım, uyumuyorum derken bodrumun serinliği, karıştırdığım eski dergilerdeki tayyör giymiş hanımların zarafeti, herkesin köşesine çekilmiş sessizlik hali, beni de yenik düşürdü uykuya. Boynum öyle bir terlemiş ki, bodrumun penceresinden gelen, hafif limon kokulu cereyan üşüttü beni. Güneş inmiş, öğleden sonranın o tatlı serinliği çökmüştü tüm odaya. Hafif hafif sesler geldiğine göre ev halkı da uyanmış olmalı.
Kalktım ben de. Gölgenin en koyu olduğu yan bahçeyi sulayıp süpürmüş dedem. Eskilerden, anneannemin, eski basma kumaşlarla yamadığı bir Uşak kilimi serilmiş betona. Dedem elma ağacını suluyor. Dibine açtığı çukura su doldukça, zeytin tanesini andıran koyun, keçi  gübreleri, çalı, çırpı, kuru yapraklar yüzüyor üstte. Babam neşeli, yüzünde bir tebessüm, gözleri hafif kısık, batan kızıl güneşi seyrederken ne düşünüyor kim bilir. Pelin bebeğinin keçeye dönmüş saçı ile oynuyor. Orkun’un gözlerinin kızarıklığı uyuyunca geçmiş, önüne yığdığı kitapların resimlerine bakıyor. Anneannem bir alçak tabureye oturmuş, annem de önünde, saçını boyuyor annemin; patlıcan moruna. Moda çünkü o zamanlar. Çay demlenmiş, darı haşlanmış, kabaklı bükme sıcak sıcak kokuyor bir yandan.  Pencere pervazında bir sürahi ‘soğukluk’; koruk ya da erik suyu muhtemelen. Ben yine mavi sandalyemde…
İşte o an durdum ve aileme baktım mutlulukla. Herkes mutlu, huzurlu, geleceğe dair umutlarla dolu. Bu anı kaydetmeliyim dedim hafızama, hiç unutmamalıyım. Büyüdüğümde ne zaman kendimi umutsuz, çaresiz, köksüz, oradan oraya savrulur hissetsem, o mutlu, sıcak öğlen saatlerini hatırlamalıyım.
Öyle bir kaydetmişim ki, yirmi yedi yaz geçti üstünden. Yerdeki betonun, dökülmüş, toprak dolmuş yamasından, kilimin sökük ucuna, anneannemin yazmasının renginden, esen rüzgârın taşıdığı ıtır kokusuna kadar, bir bir hepsi aklımda… Her şey değişti, mavi sandalyem sobada yakıldı, dedem, anneannem, babam öldü, o ev yıkıldı, bir zamanlar annemin patlıcan moru olan saçları beyazladı.
Sürgün misali düştüğüm yolda, son durağım bir bilinmez de olsa umudum, anılarım, çocukluğum, bana yeni yaşamımda en yakın arkadaş. Sahi nasıl unutmuşum ben bunları. Zamanla yaşanılanlar, tozlu tortular bırakıyor insanın kalbinde. Katılaşıyor yürek, sıradanlaşıyor hisler ve unutuyorsun o tazecikken aldığın kararları, kendine verdiğin sözleri. Hatırlamak için hepsini, bir küçük ‘kıvılcım’ gerekiyor bazen. Bana gereken de o ceviz ağacının gölgesinde mahzun duran mavi boyalı tahta bir sandalyeydi.

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.
Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir