serra
Funda Çağlar

SERRA EN UZUN GECE

Ağır ağır batıyordu güneş.

Bulutlar ışığında tutuşup, yana yana kararıyor, yangınların dumanı gibi yayılıyordu göğün mavisine.

Yürüyordu Serra.

Gökyüzü öyle genişti ki, altında küçücük kalıyordu. Ara sıra kocaman, keskin kayalar, dümdüz uzanan toprağın göğsünü yarıp, içinden hızla yükseliyordu. Kara gölgeleri, avına saldıran yırtıcı hayvanlar gibi atlayıp, yayılıyordu üzerine bedeninin.

Bir dervişin sessizliği, sabır dolu göğsüydü. Susmuş, izliyordu.

Yürüyordu Serra, gün batımından geceye. Yalnızlık kaplıyordu bazen içini, dışını, bakışını.
O geceye yürürken, gece de ona geliyordu acelesiz, yavaş, ağır. Alev almış yanar gibi görünse de soğuyordu kızılı ışıkların. Soğuk, teninden sızıyor, varlığını hissettirmeden içine, yüreğine işliyordu. Üşüyordu duyguları.
Nereye batıyordu güneş?
Neden?
Son ışıklarını da aldı kendine ve kayboldu.
Kayboldu ışıklar.
Işıksız kalınca gölgeler de gitti peşlerinden. Gecenin ıssızlığı, kavrularak dökülüyordu şimdi toprağa ve kayalara.
Öfkeliydi karanlık. Birden haykırdı ve sokup ellerini içine toprağın, çeke çeke çıkardı, katran kaplı, koca bir kayayı.
Son anda koşarak kurtulabilmişti Serra. Nemli ve küflü bir koku esti yanağındaki tüylerin arasından.
Uzun olacaktı, zor geçecekti bu Şeb-i Yelda.
Gece bastırdıkça, duyguları, düşünceleri, zihni kararıyordu Serra’nın. Bütün dünya karanlık bir uzay çukuruna düşmüş, ışıktan yoksun kalmıştı.
Işıksızlık, bilinmezliği getiriyordu yanında. Dokunup, tutunabildiği ne varsa siliniyor, göremediği şeyler de olmayanların alanına, yokluğa geçiyordu içinde.
Kendi varlığından bile kuşkuya düşmeye başlamıştı. Suları siyah bir nehirde yıkanıyordu bedeni. Gözeneklerinden sızıyordu sular, eritip yok ediyordu içten dışa her yerini. Gözleri görmüyor, elleri dokunamıyor, ayakları bastığı yeri hissedemiyor, giderek nerede olduğunu bilemez bir hale geliyordu.
Karanlık güçlendikçe, algısıyla oynadığı bu oyunda onu yenilgiye uğratarak, bilincini ele geçiriyordu. Giderek karmaşık, birbirine dolaşık düşünce ve duygular yığınına dönüştü Serra.
Doğduğundan bugüne, belki daha da öncesine ait unutmak, fırlatıp atmak, hiç olmamış gibi yapmak istediği anılarını gömdüğü uçsuz bucaksız bir mezarlıktı şimdi.
Korkular, kederler, can acıları, öfkeler, hayal kırıklıkları, düşmeler, ağlamalar, inlemeler, iç çekmelerden ibaretti.
Göremediği derinliklerinden fırlayıp durmaksızın artan, çoğalan mezar taşlarının oluşturduğu bir labirentte, diri diri gömülen duyguları yayılıyor, kaplıyordu gecenin bilinmezlerini.
O kadar gerçek, o kadar somut ve canlıydılar ki, her birinin bir hayatı, bir geçmişi, dünyası vardı. Kendi dünyalarını dayatıyor ve doğdukları anı getirip döküyorlardı geceye. Geceden de karanlıktılar.
Yüzüne değdi biri, diğeri korkuyla ürperişini, beriki bir damla gözyaşını bıraktı, sürünerek yanaklarına. Kıskıvrak yakaladılar bir arada, sarılarak. Dönerek oluşturdukları rüzgârın içinde kalmıştı Serra. Teninde sızlayıp geçiyorlar, nefesine bürünüp önce içinde sonra dışında esiyorlardı.
O sırada bir kaya yarıp geçti göğsünü. Kanı kırmızıya boyadı boşluğu, şeklini alarak. Yanıyordu. Kora döndü ağır ağır, tüttü; olmayan her şeyin ortasında.
Akbabaların bedenini parçalayıp, gözlerini yemesini izledi. Kemiklerini sıyırdı sırtlanlar, etlerini çeke çeke koparıp götürdüler.
Minik şeytanları gördü, alev saçan sivri kuyruklarını. Çatal asalarıyla kemiklerini eşelediler. Sonra kurtçuklar ve böcekler geldi. Sonra… karanlık.
Yaralarına doldu karanlık. Serin ve yumuşak bir meltemi hatırlatıyordu; gecenin kokularını yayan. Yaseminler açmış, büyülüyorlardı zihnini, aklını, fikrini ve bir buhura doldurup, yayıyorlardı duman duman.
Düşünmeye çalıştı, bilemedi, bulamadı. Olmadı. Uçuşup, dağıldı.
İçinde, çekip çıkarılacak bir kaya kalmamıştı.
Sakinlemişti öfkesi karanlığın. Yumuşamıştı elleri.
Genişledi.
Gece üzerine biçilmiş bir giysiydi, saçları gizemi, nemiydi, nefesi serinliği.
Genişledi.
Eteklerini sürüyerek geziniyordu, kendi boşluğunda.
Bir kadın düşündü; adı Serra.
Bir beden düşündü; kollarını açmış dönen, binlerce yıldızdan.
Güneşler düşündü; varlığının içinde doğan, batan.
Günler, aylar, yıllar düşündü; doğumu ve ölümü taşıyan.
Uzattı ellerini, küçük, kırık bir ayna parçası parlamıştı toprakta. Uzattı ellerini, aldı parmaklarının arasına. Evirip çevirdi. Birkaç tel koparıp saçlarından, bağladı ve astı boynuna.
Yansıdı hayat, yansıdı aynasından dünyaya.

 

 

Daha fazla Panzehir Öykü okumak için buraya tıklayınız.

Sayfanın altındaki sosyal medya butonlarını kullanarak yazıyı sevdiklerinizle paylaşabilir, yorumlarınızla bize ulaşabilirsiniz.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Related Posts

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir